1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Batı Neden Filistin’i Anlayamaz?
Batı Neden Filistin’i Anlayamaz?

Batı Neden Filistin’i Anlayamaz?

Batı Neden Filistin’i Anlayamaz?

A+A-


Mertkan Hamit
[email protected]

Skolastik düşüncenin yaygın olduğu bir dönemden, Rönesans ile başlayıp, Fransız İhtilali ile devam eden ve özetle burjuvazinin egemenliğinde oluşan yapı kısa sürede Avrupa’da yeni bir güçler ilişkisi yarattı. Oluşan güçler ilişkisi dâhilinde Avrupa devletleri merkezinden uzak bölgelere kolonilerini oluşturdu ve hızlı bir sermaye birikimi gerçekleştirdi. Bugüne kadar devam eden Güçlü Avrupa algısının oluşmasında sömürgeciliğin önemli bir yer tutar. 17. yüzyıldan itibaren uygulanan sömürgeci yöntem sadece bir askeri istiladan ibaret değildi. Avrupa, merkez ile çevre arasındaki uyum sağlayabilmek için kendi kültürel değerlerini ve bilgisini de bu bölgelere taşıdı. Böylece sadece ekonomik değil, kültürel olarak da yerleşik kültürün üzerinde bir yer bulabildi. Edward Said, Kültür ve Emperyalizm isimli eserinde, bir önceki eseri Şarkiyatçılık isimli çalışmaya atıf yapar. Çalışmasında “ayrı ve apolitik gibi görünen kültürel bilim dallarının, emperyalist ideolojiye ve sömürgeci uygulamalara ilişkin tümden çıkarcı bir tarihe olan bağımlılığını” (1)  ortaya koyduğunu söyler. Yapacağım bu tartışma da, Said’in bu hareket noktasını benimser.

Modern akıl, medeniyet ile bilginin birbirini beslediğini iddia eder. ‘Medeni’ Batı’nın ‘değeri’ ile ‘barbar’ Doğu’nun ‘değersizliği’, sömürgeleşme yoluyla batıdan doğuya doğru sağlanacak bilgi akışı sayesinde eşitleneceği var sayılır. Bu sömürgeciliğin aynı zamanda ahlaki olarak meşruluk nedenidir. Kolonileştirmenin aracının bilgi olması, Batı’nın Doğu üzerinde önlenemez bir tahakküm oluşturmasında da önemli bir rol oynar. Pozitivist düşüncenin öncü isimlerinin yaptığı çalışmalar dâhilinde ortaya çıkan siyasi kuramları genel ve tek bir doğruya, ekonomik çıkarımları ise egemen kapitalist anlayışın tesis edilmesinde büyük rol oynar. Muhalif olarak nitelendirebileceğimiz Marx’ın sınıfa dayalı analizleri de aynı pozitif aklın etkisiyle oluşur. Bu yüzden de muhalif doğasına rağmen, sadece Batı pozitivizmiyle Doğuyu anlamak mümkün değildir. Marx’ın Louis Bonapart'ın 18. Brumaire'i isimli eserinde de, Marx sömürgeleştirilmiş halklar için “Onlar kendilerini temsil edemezler, temsil edilmelidirler” der. (2) Daha yakın tarihe baktığımızda Albert Camus’un takındığı kolonyalist tavır batılı aklın paradokslarını yansıtır. Niyazi Kızılyürek’in bir süre önce gaiLe dergisinde yayınlanan makalesinde, Camus’un Cezayir’deki olaylara karşı duruşunu şu şekilde anlatmıştır:
Bir yanda baskı uygulayan Fransa, diğer yanda da şiddete başvuran “fanatik Cezayirliler”. Camus, (ekleme MH) Sömürgeleştirilen Cezayirlilerin başvurduğu şiddet ile Fransız devletinin sömürgeci şiddetini eşit ölçüde “kabul edilmez” buluyordu. Adalet ararken şiddete başvuran Cezayirliler için şöyle diyordu: “Eğer adalet arayışı terör saçmaya yol açarsa ve annemin öldürülme tehlikesi varsa, adaleti değil annemi seçerim. (3)

Modern yaklaşımın etkisiyle oluşturulan baskın ya da muhalif görüşlerin tümünde özgürleşme toplumsal bir katmanın (ulus / ırk / sınıf) başka bir katman üzerinde tahakküm tesis etmesiyle mümkündür. Bu özgürleşmenin sağlanacağına iddia eden modern anlayışın temel paradoksudur.
Modernite teklik üzerinden iktidarı mümkün kılar. Öyle ki, tek tipleştirilmiş hukuki yapı, tek tipleştirilmiş eğitim sistemi, doğrusal bir biçimde bir birikimin oluşacağına ve nihayetinde ekonomik ve siyasi ‘cennetin’ gerçek olacağına yönelik bir ezberi bize dayatır. Ulus ölçeğinde homojenleştirilen tahayyüller, tahakküm ilişkileri dâhilinde tek bir doğrunun mümkün olması iddiası üzerinden kendini var eder. Tekliğin mümkün olması ise ancak bir karşıtlık ilişkisi halinde mümkündür. O yüzden modern anlayışın dili de karşıtlığa ve ikilemlere dayanır. Bu kimlikleri homojenleştirir, var olan ‘çokluğu’ birbirine benzeştirerek egemen bir grubun -ya da karşıtı olan muhalif grubun- içinde farklılıkları asimile etmeye çalışır. Gerçek hayatta ise, bu, ikilemin dışında kalan ‘öteki’ olanı ya da dışlanmış olanı temsil eder. Modern akıl ötekiler yaratarak kendi devamlılığını mümkün hale getirir. Toplumların tek tipleştirilmiş durumunun tahakküm gücü ancak ötekilerin sessizleştirilirmesiyle mümkündür.

Modern anlayışın siyasal akılcılığı ve iktisadi aklı, yaşanan şiddeti dahi rakamlara indirgeyebilir. Bu anlayış için siyasi bir tercih, kullanılan söylemden ve hedeflenen siyasi kazanımdan çok oy yüzdeliği olarak ön plana çıkar. Hatta demokratik süreçlerin dışında da, mesela kanlı bir çatışma sırasında, değer taşıyan bilgi, taraflar arasında ölen ve yaralananların sayısıdır. Sorunsallaştırılan konular, insanlığa dair kaygıdan, uluslararası politika ve hukuk ilkelerine uygunluk temelindeki tartışmalara dönüşür. Pozitif hukuk, haklara dayanan bir direniş hareketini terör örgütü haline dönüştürür. Üstelik insanlık üzerine tonla söz söylenirken, bahsi geçen ‘insan’ batılı tahayyülün ekseninde kurgulanır. Batı’nın Doğu’yu anlama biçimi, kolonyal aklın ekseninde geliştiğinden olayları anlamlandırma biçimi ve ‘insanlık’ anlayışı da farklılıklara tabiidir.

Evrensel olanın batının değer sistemi içinde; beyaz, erkek ve Hristiyan olarak kurgulanıyor olması da bu batı-doğu ikileminin bir sonucudur. Batının bütüncül değerler sistemi içinde Doğu, sürekli devam eden bir ‘olağanüstü hal’ durumudur. Olağanüstü hal koşullarında yaşamak zorunda olan insanların ölümü de daha normaldir. Oysaki Batı’daki ölüm normal değildir. Uzun yaşamak, sağlıklı olmak ve zengin olmak batıya veya batılı gibi olanlara bahşedilmiştir. Bu yüzden herhangi bir terör olayının dahi anlamlandırılması da farklılıkları barındırır. Batılı akıl, baştan beridir tartışılan düşüncelerin izlerini taşır. Bu yüzden saygın haber sitelerinde dahi, düşürülen Malezya Havayolları Uçağı ile ilgili teknik haberler, Filistin – İsrail çatışmasının önüne geçebilir. Ya da, başka bir dünyaya ait olduğunu düşünebileceğimiz pop yıldızlarıyla ilgili dedikodular manşet değeri taşırken, Filistinli çocukların yaşam koşullarını aktaran bir haber çok büyük değer taşımaz. Temelde insani bir meselenin ayrıntıları ‘pazarlanabilir’ değildir.

Batılı aklın İsrail’in yapmış olduğu mezalimlerle ilgili olarak ‘tarafsızlık’ sezgisi karşımıza çıkar. Yıllarca Batı’nın tahakkümü altında olan bir coğrafyada taraflar arasındaki çatışma objektif değerlendirilmeye çalışılır. Bu da sadece yukarıda sözü edilen ikilemlere dayalı anlayış üzerinden gerçekleşebilir.  İsrail devleti, kendi ideolojisi üzerinden kan dökerken, sebepsiz yere şiddet uygulamayacağı kabulü bir karşı şiddet grubuna sorumluluk yüklemeyi hedefler. Mesele, tarihselliğinden tamamen ayrıştırılır, sadece şiddet – karşı şiddet ikilemi üzerinden kurulur. Bu objektif yaklaşımın adil olabilmesi ise ancak meselenin vicdani boyutunu yok sayacak katı bir pozitivist yaklaşımla mümkündür. Bu noktada İsrail, yaptığı müdahalenin radikal İslamcılara yönelik olduğunu iddia eder. İsrail’e tarafına göre Hamas terörüne karşı müdahale etmenin ‘kendini müdafaa etme hakkı’ olduğunu iddia ederken, yaptığının sadece kendi güvenliği ile ilgili değil bölgesel güvenlikle ilgili olduğunu ortaya koyar. (4) Bu, ‘insani güvenlik’ kavramı etrafında 11 Eylül saldırılarından beri süregelen terörizme karşı savaş söylemiyle Irak’ta yapılan müdahalenin dilidir.

Batı basını ise, öldürülen insanları rakamlarla ifade ederken, taraflar arasındaki asimetrik ilişkinin önceye dayanan bir tahakküm ilişkisi olduğundan bahsetmezler. Meseleye sadece ölen insanların sayısı olarak yaklaşmak, yaşananları rakama indirgemek meselenin ciddiyetini anlatmak için yeterli değildir. Üstelik bunu yapan medya, aynı zamanda ölenlerin sayısını diğer olaylar ile karşılaştırmaktan da çekince duymazlar.

Batı’daki egemen anlayışın oluşmasında kolonyal tarihsel bellek önemli bir yer tutar. Bu noktada Filistin meselesine yönelik batılı devletlerin tutumları sadece konjektürel değildir. Batı’nın Filistin’i anlayamamasının sebebi yukarıda özet olarak bahsedilen, modernitenin kendi çelişkilerinde de aranmalıdır. Çünkü Avrupa’nın Doğu’da olan olaylara yönelik mevcut tutumu ikilemlere dayalı, klasik iktidar anlayışı kapsamındadır. Hala daha batı-merkezci bir biçimde kolonyal bir gözle bölgeye yaklaşmaktadır. Maalesef, Batı, İslamafobi ile bezenmiş Orta Doğu algısından kurtulmadan ve ikilemler yerine çokluğun kapsayıcı niteliğini benimsemeden,  Filistin meselesi ile ilgili, enerji güvenliği ve kar güdüsünün ötesine geçecek bir tutum sergileyemeyecektir.

---------------------------------------------------

Referanslar:
1- Said, E. Kültür Ve Emperyalizm. (s.88) London: Vintage, 2012.
2- Marx, K. Louis Bonapart'ın 18. Brumaire'i, Erişim ( https://www.marxists.org/archive/marx/works/1852/18th-brumaire/ch07.htm ) 1852.
3- N. Kızılyürek, Albert Camus, Cezayir ve Kıbrıs, Gaile Dergisi, Erişim: http://www.alternatifim.org/2012/01/02/albert-camus-cezayir-ve-kibris. 2010.
4- 22/07/2014 tarihinde gerçekleştirilen BM Güvenlik Konseyi Toplantısı Erişim http://webtv.un.org/meetings-events/index.php/watch/middle-east-including-the-palestinian-question-security-council-7220th-meeting/3685222331001

Bu haber toplam 1914 defa okunmuştur
Gaile 276. Sayısı

Gaile 276. Sayısı