1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Batı Uygarlığının Çöküşü: Akılla Hesaplaşma 2
Batı Uygarlığının Çöküşü: Akılla Hesaplaşma 2

Batı Uygarlığının Çöküşü: Akılla Hesaplaşma 2

Karanlığın, bilinmezliğin, ötenin silindiği, her şeyin berrak bir veriler analizi ışığında soyutlayarak algılanıp görüldüğü bir dünyada sözde aklımızla yaşamaya çalışıyoruz. Bu ruhun kaybedildiği bir yaşamdır.

A+A-

Yılmaz Akgünlü
[email protected]

“Hiç kimsenin isteyerek tetiklemediği bir çark dönüyor ve hepimiz uygarlıklarımızı yok edebilecek bu çarka doğru zorla sürükleniyoruz, konu bu.” Amin Maalouf - Uygarlıkların Batışı

“Yalnızca akılla problem çözme çabası içinde olan bilim, radikal bir hata yapmış ve bu hata da sonunda bizi saçmalığa götürmüştür..."  Edward Carpenter - Batı Uygarlığının Krizi

Bugün Batı uygarlığının çökmekte olduğu, hatta binlerce yıldan beri ortaya koyduğu ve ürettiği değerlerin birçoğunun temelden hastalıklı ve tehlikeli olduğu iddia edilse birçok insan buna gülüp geçer. Batı’nın, ilerlemenin ve uygarlığın asıl taşıyıcısı olduğuna kuvvetle inanır ve yukardaki iddiayı Batı düşmanlığı olarak görürüz.  Ancak ön yargılarımızı bir kenara bırakıp hayran olduğumuz ve gerçekten yüzyıllara damgasını vuran bu uygarlığa daha tarafsız gözlerle bakmayı başarabilmeliyiz. Ne Batı karşıtı ne de koşulsuz ve körlemesine Batı yanlısı olma lüksümüz kalmamıştır. Eğer Batı, dünyanın diğer uygarlık ve kültürleriyle kaynaşarak daha büyük bir dünya uygarlığının bir parçası olacaksa son yüzyıllarda gitgide yıkıcı hâle gelen bu uygarlığın ne yaptığının ve kim olduğunun bütün unsurlarıyla görülmesi gerekmez mi?

Bu konu çok derindir ve tarihi temelleriyle incelenmesi gerekir. Konuya daha derinden bakmak isteyenler, Jared Diamond’un Tüfek, Mikrop ve Çelik isimli eserini, Edward Carpenter’in Batı Uygarlığının Krizi’ni ve Amin Maalouf’un Çivisi Çıkmış Dünya üçlemesini okuyabilirler. Örneğin bunlardan Diamond, Batı uygarlığının aslında şu anki konumuna ulaşmasını sağlayan gelişmelerin çoğunu başka kültürlerden ya da uygarlıklardan aldığını ve onları nasıl geliştirdiğini anlatır. Ancak Batı ithal ettiği, kopyaladığı ya da çaldığı bütün gelişmeleri sanki kendisi üretmişçesine bir kibir hâli içindedir. Ayrıca Diamond Batı uygarlığını geleneksel toplumlarla karşılaştırır ve birçok konuda Batı’nın geldiği olumsuz noktalara örnekler verir. Bir yerde şöyle der:

“Amerikalı çocuklar zamanlarının çoğunu edilgen bir şekilde televizyon, radyo ve sinemayla oyalanarak geçiriyorlar. Ortalama bir Amerikan evinde televizyon günde yedi saat açık durur. Bunun tersine geleneksel Yeni Gineli çocukların edilgen eğlence olanakları gerçekten de yoktur, onun yerini uyanık kaldıkları zamanın hemen hemen hepsini etken olarak başka çocuklarla ya da büyüklerle konuşmak ya da oynamak gibi bir şeyler yaparak geçirirler. Çocuk gelişimiyle ilgili neredeyse bütün araştırmalarda zihinsel gelişim için çocukluktaki uyarı ve etkinliklerin ne kadar önemli olduğu vurgulanır ve çocuklukta az uyarılmışlığın zihinsel gelişimi değiştirilemez bir biçimde yavaşlattığı gerçeğinin altı çizilir.”

“Batı”, elbette bugün siyasi ve ekonomik egemenliğini bütün dünyaya kabul ettirme çabası içinde olan bir sistemin adı, rengi beyaz, ideolojisi kapitalizm, tanrısı sermaye, dini çoğunlukla Hristiyanlık olan bir devletler topluluğu. Ancak artık din ya da kültürlerde önemini yitirdi. Batı doğuya yayıldı, düşünce ve yaşam sistemi her yeri kapladı. Batı bütün dünya oldu.

Batı uygarlığı belki de hiçbir zaman tam ve gelişmiş bir uygarlık olamamıştı. Uygarlığının insancıl yönlerinin eksikliği ya da yetersizliği nedeniyle o tam bir uygarlık sayılamaz; bazı gelişmiş değerlere sahip görünse de aslında bu değerleri bütün dünyaya layık görmediğini gösteren birçok olgu nedeniyle bunlara gerçekten sahip olmuş olamaz. Örneğin bir ülke kendisinde demokrasiye önem verirken kalkınmasından korktuğu diğer ülkelere zayıf kalmaya devam etsinler diye sürekli anti-demokratik rejimleri empoze ederse o ülke uygar sayılabilir mi?

Ancak Batı uygarlığı günümüzde sahip olduğumuz bilgi ve görüşün, değer ve yaşam biçimlerinin çoğunun da temsilcisi durumundadır. Eğer bugün mutlu ve huzur içindeysek, güzel bir dünyada yaşadığımızı düşünüyorsak bu büyük ölçüde onun sayesindedir. Aksine mutsuz, kaygılı ve berbat bir dünyada yaşadığımıza inanıyorsak şüphesiz bu hissimiz de onunla ilgilidir. Hangisinin ağır bastığına siz karar verin.

Bu nedenle “Batı Uygarlığı” denen şeyi tam anlamıyla görüp anlamak gibi bir görevimiz vardır. Bunu sadece Batılılar değil, dünyanın bütün insanları yapmak zorundalar. Hem de acilen. Çünkü dünya hiç olmadığı kadar yaşanmaz bir yer hâline geldi ve nükleer savaş, çevresel yıkım, toplumsal çözülme, açlık, kıtlık ve sayılamaz çok kötülük çevremizi sarmış durumda. Bu gidişatı durdurmak için bir şansımız olacaksa bu bizim de bir parçası, taşıyıcısı, yaşatıcısı olduğumuz bu uygarlığı en temelden anlamakla mümkündür.

Ayrıca Batı uygarlığı dışında kalan birçok yok olmakta olan uygarlığı da çok iyi kavramak durumundayız. Bu kavrama işi sadece uzaktan seyrederek olacak bir iş değildir, başka uygarlıkların değer ve yaşam biçimleri bizzat yaşanarak deneyimlenerek, pratiğe konularak anlaşılabilir ve işlevsel olanlar, bize ve insanlığa hizmet edenler yaşamımızın bir parçası hâline getirilebilir. Dininden, geleneklerine, mutfağından mimarisine, mitolojisinden toplumsal örgütleniş biçimine kadar bütün kültürlere açık olmak gibi bir görevimiz vardır.

Ancak bu yazıda Batı uygarlığının çöküşüne ve dünyayı da peşinden sürükleyişine neden olan temel hatalar üzerine odaklanmak istiyorum. Bu hatalar öncelikle binlerce yıldır Batı insanlarının geneline yerleşmiş düşünce ve bakış açılarından doğar. Bunları anlamak aslında çok da zor değildir. Her şey ortadadır. Ancak zor olan ortada olanı görmektir. Çünkü insanlar düşünceleriyle ve yaşam biçimleriyle kimliklerini oluştururlar. Ve onları sorgulamak ve değiştirmek de çok zor hâle gelir, çünkü bizzat kendilerini değiştirmek ve kendine yabancılaşmak kadar da zordur bunu yapmak. Yabancılaşmış benliğine yabancılaşmadan insanın doğal ve kendiliğinden benliğine kavuşması çok zordur.

Bir uygarlığın düşünce sistemi o uygarlığın içinde kalıplaşmış bütün insanların içinde o ya da bu biçimde yaşar. O hâlde kendi düşünce biçimimize bakmak aynı zamanda o uygarlığı görmek, o düşünce sistemini kökünden sarsmak ve değiştirmek de o uygarlığı kökünden sarsıp değiştirmek olacaktır. Yeterli sayıda insan bu dönüşümü yaşar ve bu dönüşümün gerekliliği hakkında diğerlerini ikna edebilirse uygarlıklar evrimleşebilir ve dünyayla daha uyumlu, insanların mutluluğuna daha çok hizmet eden uygarlıklar yaratılabilir.

Batı uygarlığı Platon ve Aristo gibi ünlü filozofların düşünceleri temelinde gelişti, daha sonraları Hristiyanlık ve Museviliğin inanç sistemleri de bu gelişimi inanç ekseninde şekillendirdi. Bu inanç sistemlerinin temelinde insanın üstünlüğü vardı. İnsan yaratılmış en yüce varlıktı ve geride kalan bütün doğada ona hizmet etmek için yaratılmıştır. Bu temel dogma insanın gitgide bencil ve doğadan kopuk bir varlık olmasının yolunu açtı. İnsanı belirleyen şey aklıydı ve diğer canlılarda insanın sahip olduğu türden bir akıl yoktu. İnsanın ruhu da tanrının ruhunun bir parçasıydı, diğer varlıklar bu üstün ruha sahip değildi.

Birincisi bu hiyerarşik bir düzen algısıydı. En üstte insanın mutlak hâkim olduğu bu algı insanın kendisini yüce ve üstün gören bir benlik anlayışını doğurdu. İnsan kendisini yaşam ve ölüm gibi doğal süreçlerden kurtarmak için kendisine ait ölümsüz bir kişisel benlik fikrini beslemeye başladı. Bu ölümsüz kişisel benlik insanın yaşamının geçici olduğu ve o halde bu dünyanın çok da önemli olmadığı düşüncesinin ortaya çıkardı. Bu dünya önemli değilse ve gelecekte ölümden sonra yaşanacak kalıcı bir dünya önemliyse yaşam kutsallığını kaybetme tehlikesindedir. Buna karşın dinin önemini yitirmesi ve ölümden sonra bir yaşam olmayacağına inanan ateist bir kitlenin ortaya çıkması sorunu çözmedi. Çünkü bir ateist için de “kutsal” geri kalmış bir kavramdır. Dinsel çağrışımlara sahiptir ve reddedilmelidir.

İkincisi bu üstün insan “akıllı” bir varlıktı. Akıl ise duygu, sezgi ve algı gibi diğer “şüpheli ve belirsiz” yetilerimizden daha üstün bir yeti olarak en üst yerde konumlanır. Bu akıl anlayışı elbette ki insanın bütün gelişmiş zihinsel melekelerinin toplamı gibi bir anlama gelmemektedir. Ancak günümüzde maalesef egemen akıl anlayışı budur. Günümüzde akıl hesaplama ve soyut analiz demektir. Belirli bazı girdilere göre, eldeki temel önermeler işletilerek analiz yapılması ve kişi ya da sistem için en yüksek faydaya ulaşılması demektir. Bu temel önermeleri yaklaşık olarak şöyle sıralayabiliriz:

Dünya geçici ve benim çıkarımla ilgisi olmayan benim ölümlü olduğum bir yerdir, ben en değerli varlığım (hem insan olduğum için hem de kendim olduğum için), bu geçici dünyada maksimum mutluluğa ulaşmalıyım, ben başkalarından daha değerliyim, başkalarıyla çıkarlarım çatışabilir. O hâlde kendi çıkarlarım için başkalarını ortadan kaldırmalıyım ya da onlardan üstün bir konuma yükselmeliyim. Doğada benim kullanıp tüketeceğim bir kaynaktır.

Bu temel önermeler ve eldeki koşullara uygun girdiler birleştirildiğinde kişi “düşünmeye” başlar, kısaca hesap yapar. Sürekli hesaplamalarla maddi kaynaklarını ve statüsünü arttırmaya, dünyadan en çok servet ve ilgiyi almaya çalışır.

Ancak ya eğer yukarda sıralanan temel önermeler yanlışsa? Ya uygarlığın temel inanç ve düşünce sistemleri benim ve dünyanın en temel iyiliğine aykırıysa?

Batı uygarlığı o halde üstün ve akıllı insan dogması üzerine temellenmiş bir yapılanmadır. Herkes faydasını maksimuma yükseltmek isterken ekonomik anlamda daha üretken ve daha tüketici hâle gelmeyi hedefler.

Peki bu görüşe kim karşı çıkabilir? Görünenler bunlar değil midir? Gerçekten de yaşam süremiz belli değil midir? Hem başka toplumların hem de kendi toplumumuzdaki diğer insanların önüne geçerek daha çok “fayda” sağlamak mantıklı değil midir? Biz bu rekabetçi güdülerimizi bir kenara bırakırsak başkaları bizim önümüze geçip bizi yok etmezler mi? O hâlde onlar daha çok silah üretirse biz de daha çok silah üretmeliyiz. Onlar daha çok otel ve tesis yapıp turist çekerse biz de daha çoğunu yapmalıyız. Onlar daha çok mal ve hizmet üretirse biz de en az onlar kadar üretmeliyiz.

Batı uygarlığı bu şekilde “başarılı” olmuştur. Daha çok kaynağa, paraya ve silaha sahip olmuştur. Ancak tam da bu yüzden kendisini daha çok çalışmak ve tüketmek zorunda olduğu, daha çok silahla çevrili, daha çok sınır ve düzenleme, bürokrasi, daha çok güvenlik arzusu, korku ve panikle çevrili bir dünyaya hapsetmiştir. Daha çok üretim ve güç kazanmak için kendinden zayıf olan bütün doğal kaynakları ve kültürleri yok etmiştir.

Tabii ki bu şekilde bir güvensizlik döngüsü yaratılır. Bu güvensizlik döngüsünde silahı önce kimin çekeceği bilinmediğinde herkes her an tetiktedir. Kültürlerin, toplulukların birbirinden görece daha uzak olduğu dönemlerde topyekûn yok oluş ihtimali yaratacak savaşlar daha az görülürdü.

Ancak şu anda gelişen yıkım imkânları nedeniyle ekonomik, politik ve ideolojik savaşlar başta olmak üzere dünya çok daha gergin bir hâle geldi. Peki bu gerginliğe son verecek güçlü bir ülke ya da kurumun liderliği söz konusu olabilir mi?

Amin Maalouf Çivisi Çıkmış Dünya adlı kitabında meşru bir şekilde dünyanın lideri olacak bir ülkenin eksikliğinden söz eder. Amerika Birleşik Devletleri bu rolü üstlenebilirdi. Ancak Batı uygarlığının temsilcisi olan bu ülke yarattığı zalim düzenle bu rolünü kaybetmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşı durduran ve dünyaya barış getiren güç olarak bir süreliğine bu konumda olabilmişti. Sonraki gelişmeler ABD’nin meşruiyetini kaybetmesine neden oldu. Kapitalist yaşam biçimini bütün dünyaya empoze eden Birleşik Devletler karşısında farklı bir ideolojiyi merkeze alan Sovyetler Birliğini buldu. İki ideolojinin çarpışmasında kapitalizm kazanmış görünüyor. Ama aslında kazananın olmadığı kaybedenin bütün dünya olduğu bir düzen kuruldu.

Bütün bunların akılla ne ilgisi var denilebilir? Ancak dünyada bu kadar acımasız ve yıkıcı sistemlerin ortaya çıkmış olması dizginlerinden kurtulmuş bir yetimiz sayesinde oldu: Soyutlayıcı akıl.

 

Aklın Yapısını Kavramak

Burada tartıştığımız konu bütün dünyanın esenliği ve refahıdır, yok olma tehdidinden kurtulmuş bir dünyanın var olmasının mümkün olup olmadığıdır. Bunun için akılla savaşmak kaçınılmaz. Önümüzde çok büyük bir görev durmaktadır. Dünyayı tıpkı şu an olduğu gibi akılla güdülenen insan görünümlü robotlar mı yönetecek? Aklın hakimiyeti duyguların, sevginin, kutsallığın silinmesi anlamına gelmemeliydi. Ancak bu belki de yanlış bir akıl biçimidir, öyle olsa da bu akıl türü dünyamıza hakim olan güçtür. İnsan kendisinin en iyi halini bilgisayarların ve robotların sahip olabileceği yetilerle tanımlar hâle gelmiştir. Duygulu, sevgi dolu, bütünleştiren, uyumlu ve sevecen bir varlık olmayı en üst hedef olarak görmekten uzaklaşıp en zeki, en soyut fikirleri geliştiren, makinalar ve kendi başına süren sistemler üreten tarafını en aranır özellik haline getirmiştir.

Karanlığın, bilinmezliğin, ötenin silindiği, her şeyin berrak bir veriler analizi ışığında soyutlayarak algılanıp görüldüğü bir dünyada sözde aklımızla yaşamaya çalışıyoruz. Bu ruhun kaybedildiği bir yaşamdır. Akıl insanların kendilerini dahi bir nesne olarak görme hâlini doğurur. Çünkü akla göre dünyada birbirinden kopuk nesneler vardır ve insanlar da bu nesnelerden biridir. Erich Fromm, İnsan Olmak Üzerine’de şöyle söyler: “Kişi bir nesne haline geldiği zaman, fizyolojik açıdan hala yaşıyor olsa bile, ölüdür. Kişi fizyolojik açıdan ölüyse, o zaman yalnızca çürümeye mahkum olmakla kalmaz, tehlikeli -kendisi ve başkaları için tehlikeli- bir hal de alır”.

Günümüzün akıllı insanı için artık kendisi bir özne değildir. O kendi zihnini, bedenini ve yaşamını yönetilecek, şekillendirilecek, kullanılacak, tüketilecek bir nesne olarak görür. Duyguların ve sezgilerin akışıyla capcanlı yaşanan bir varlık olmadığından ne gerçek anlamda üzülür ne gerçek anlamda sevinir. Her şeyi donuk bir akıl ve mantık ışığında görmeye alışmıştır. Duygulanımları yüzeysel ve sahtedir. Ruhen ölü bir varlık, dünyayı olduğu gibi göremeyen bir ruh hastasıysa eğer, Fromm’un dediği gibi bu varlık gerçekten tehlike arz edecektir, çünkü zihni yaşamın hassas dengelerini anlayamayacak kadar gerçeklerden uzaklaşmış, kurgusal bir dünyada yaşamaya başlamıştır.

Sağlıklı bir bakış olaylar ve nesneler arasındaki ilişkileri algılayabilen ve bu inanılmaz hassas ilişkiler ağına sonsuz bir saygı ve hayranlıkla bakan bir bakıştır. Her şeyi birbiriyle iç içe geçmiş organik bir bütünlük olarak görmek aklın kapasitesini aşan bir eylemdir. Böyle bir algı aydınlanmadır, dünyanın aslen olduğu gibi yaşanmasıdır; küçük arzu ve ihtiraslarımızın boşunalığını görmektir, çevremize ve kendimize hakiki bir huzur vermektir.

Edward Carpenter, Batı Uygarlığının Krizi’nde soyutlayıcı aklın gelişiminin yol açtığı yanılsamayı şöyle açıklıyor:

“Uygarlık Dönemi'nin ayırt edici bir özelliğini daha vurgulamamız gerekiyor. Bu da, bir yanda fiziki duyulara, diğer yanda ahlâk duygusuna nazaran soyut zekânın anormal bir şekilde gelişmesidir. Uygarlığın ürünü olan sahte bireysellik veya ayrılığın asıl itici gücünün, gerçeklikten soyutlanma / kopma olduğu göz önüne alınırsa, böyle bir sonucun ortaya çıkması şaşırtıcı olmasa gerek. Nitekim bu dönem boyunca insan, kendine, çevresindeki koca kâinattan ayrı, zihni bir dünya inşa etti: Artık, ‘şeylerin hayaletleri’, kitaplarda inceleniyor. Öğrenciler, iç mekânlarda yaşıyorlar, açık havaya çıkamıyorlar. Teorileri ‘sınıflarda pekâlâ geçerliyken, engin bulutların altında, coşkun nehirler ve güzel manzaralar boyunca hiç de kanıtlanamıyor’. Çocuklar, fiili hayattan uzak ‘eğitiliyorlar’; felsefenin ve bilimin devasa hayali tapınakları en zayıf temeller üzerine yükseliyor. Ve bu tapınaklarda insan, fiili gerçeklerden kopuk hâlde yaşıyor. Nasıl ki, bir su damlası kızgın demirle temas kurduğunda bir buhar bulutuyla kendini sarmalayıp yok olmaktan kurtulursa, aynı şekilde, insanın zavallı zihnide, tabiat ve Tanrının yakıcı hakikatiyle temas kurup tükenmemek için, her temas noktasında, onu bir süre için ayrı tutacak ve öz-bilincinin besleyicisi olacak asılsız bir düşünce örtüsü örer insanı.”

 

Nesneleştiren akıl uygarlığın bir ürünüdür. Korkunç etkileri göz önüne alınmadan tapılan bir yeti hâline gelmiştir. Bizi gerçek yaşamdan kopartmış, “çoşkun nehirleri, engin manzaraları” unutturmuş, önemsizleştirmiştir.

 

Aklın Büyüsü

Hiç şüphesiz ki akıl büyülü bir güç gibi görünür. Hesaplama yeteneğiyle akıl devasa sistemler kurar, dünyayı kontrol altına almamızı sağlar, bir zamanlar rüyalarımızda bile göremeyeceğimiz teknolojik ürünlerin tasarlanıp üretilmesi de aklın gücü sayesinde olmuştur. Günümüzün insanı aklın ürettiği bu devasa sisteme tapmaktadır. En yakın örneğini cep telefonlarında gördüğümüz bu sistem olmasa kendisini felç olmuş hissedecek ve yaşamını sürdüremeyecek hâle gelmiştir. Devasa bilgisayarlarla dünyadaki birçok iş kolaylıkla yapılabilmektedir. Ancak teknoloji hem dünyayı tüketen çok pahalı bir oyuncaktır, hem de sonu olmayan gelişmeleriyle dünyanın ve insanlığın milyarlarca yılda kurduğu düzeni büyük bir hızla yok etmektedir. Bu pahalı ve yıkıcı oyuncağı yorumlayıp anlayıp kontrol etmezsek bu dünyanın bütün canlı yaşamıyla ortadan kalkacağı aşikârdır. Aklın büyüsünü anlayıp ona dur dememiz gerekmektedir. Her şeyi kolaylaştıran teknoloji aslında bir bütün olarak yaşamı zorlaştırmıştır. Hepimiz bu güç karşısında büyülenip kalmış durumdayız. Ne büyüyü çözebiliyor ne donup kaldığımız ölü pozisyonumuzdan bir adım kımıldayabiliyoruz.

Aklı ve teknolojiyi yok etmemiz, onun gelişimini hiçe saymamız mümkün değildir. Yapılması gereken çağdaş akıl anlayışını, doğayı ve insanlığımızı koruyan ve hakikatlerle bağımızı kaybetmediğimiz bilgece bir akıl anlayışına doğru evrimleştirebilmek. İnsanlık yaşadığı bu çılgınca yok edici ruh hâlinden sıyrılıp Büyük Kabus’tan uyanmalıdır.

Bu haber toplam 4797 defa okunmuştur
Gaile 494. Sayısı

Gaile 494. Sayısı