Battal Boy Sorumluluk: Mülteci Aynası
Battal Boy Sorumluluk: Mülteci Aynası
Rahme Veziroğlu
[email protected]
Denizler kadar engin diye başlayamaz artık hiçbir şiir. Kıyılarımız, sınırlarımız onyıllardır görünmezliğe terkedilen, yok sayılan, ihmal ve inkar edilen tüm sorumluluklarımızı, tüm sorunluluklarımızı, tüm işgallerimizi en engin denizlerin bile taşıyamayacağı noktaya ulaştı artık. Aylan Kurdi’nin küçücük bedeni çok yakınımızdaki sahillere vurduğunda bir anda ne kadar anlamlı bir kelimeye dönüştü “mülteci”. Zavallı mülteciler dedik bir anda, empati ayağımızı sokup serinlediğimiz suyun her molekülüne zerk olmuş, huzurlu Akdeniz sularını ironik ironik bulandırmış. Neresinde duruyoruz tüm bu olan bitenin bilemedik ama o ağır bir sorumluluk hissini politik, apolitik, antipolitik, sağ, sol, orta, kenar her nerede duruyorsak hissettik değil mi? Maddeye sarıldı ellerimiz ilk iş, evde kullanmadığımız kıyafetler, malzemeler kara kara battal boy poşetlere dolduruldu... bağışlamak istedik. Kendimizi mi acaba?
Savaşı bizzat yaşamamış ama onun getirdiği travmaları yüklenmiş bir neslin evladı olarak savaşla, zorunlu göçle olan bağlantımda hep ağır bir boşluk hissi taşırdım, yakın bir zamana kadar. Savaşın ölçeği olmaz da, son zamanlarda gözümüzün önüne serilen en korkunç işgal saldırılarının birinden şehrin %80 kadarı yerle bir edildikten sonra “kurtulan” sokakları ceset kokan, açlıktan o cesetleri yemekten kuduran köpekler ve darmaduman olan evinin yıkıntıları arasında türlü şekillerde döşenmiş bubi tuzakları içinden yakınının cenazesini almaya, bir avuç pirinç çıkarıp çocuğunu doyurmaya çalışan insanların arasında, Kobane’de geçirdiğim günler içinde o ağır boşlukla yüzleştiğimi hatırlıyorum. “Başkası”nın savaşı aracılığıyla kendi toplumsal geçmişimle birebir yüzleştiğimi... Savaşın, yokluğun, baskının çaresizliğin, her gece ölümle kucak kucağa yatmanın ne demek olduğunu, bugün yaşadığımız sosyal-psikolojik açmazların köklerini atan ilk darbelerin derinliğini ilk kez kendi merceğimden gördüğümü hissettim. Tüm bu karanlığın içinde yaşamı, iradeyi kutlayabilen, geleceklerinin kurtuluşu uğruna travmalarını sindirme, dönüştürme cesareti gösteren insanlar "başkaları" değildi. Günlük yaşamın üzerine katman katman yük olan dünyevi dertlerimiz ile başkalaştırdığımız, battal boy kara poşetlerle bağ kurmaya çalıştığımız mülteciler dünyada insanlığın varoluş hikayesini kaçıranlar için özetleyen, konforumuz uğruna sümen altı ederek kaçındığımız tüm bireysel ve sosyal gerçekliklerle yüzleşmek için bizi uyanmaya davet eden iç sesimizden başkası değil aslında.
Başka ülkelerin savaşlarını nasıl durdurabiliriz ki, değil mi? Elimizden çok da bir şey gelmiyor, değil mi? Boğuluyoruz, doğrudan sorumlusu olmadığımız milyonlarca trajedi hikayesini yüklenmek mümkün değil. Günlük hayatımızda aklımızı bir yandan gürültüsünden uyuyamadığımız komşu, diğer yandan tüm ailesinin katledilişine şahit olan 11 yaşında bir çocuğun geleceği meşgul ediyor. İnsan olarak varoluşumuzun gerçekliği ile X şahıs olarak varoluşumuz birbiriyle çatışıp duruyor. "Şükür et haline" şiyarı bir noktaya kadar işleyip, kilitleniyor. X şahısı yok mu saymalı ki? Battal boy poşetlerle köprü kurmaya çalışıyoruz, çatışmayı bir nebze de olsa rahatlatmak için.
Bir anda ortaya çıkan bir "mülteci krizi" varmış gibi görünse de aslında tüm ekonomik, politik, sosyal patlamalar gibi yıllar süren sistematik ihmallerin, "üst-seviye" ekonomik ve politik çıkarların yıllardır beklenen ve izlenen sonuçlarına "ulus-devlet ile kapitalizmin krizi" demek içimizdeki çatışmaları çok daha gerçekçi bir zemine yerleştirecektir. Mülteci meselesi bu hastalıkların bir semptomudur, problemin kendisi değil. İronik olarak yaşantımızı poşetlere doldurduğumuz maddelerle, toplumumuzu da sınırlara asker yığıp, savaş mühemmiyatına milyonlar harcayıp "güvenli" kılarken besleyedurduğumuz bu sistemlerin krizi ile kendi iç dünyamızda yaşadığımız çatışma arasında güçlü bir bağlantı var aslında. Evet, günün aciliyetine göre elde avuçta ne var bağışlamak ne derin, ne içten bir reaksiyon. Bu reaksiyonu bir refleks olarak olduğu yerde bırakmak yerine, ihtiyaç duyduğumuz köprüyü inşa etmek için bir temel olarak almak, yalnızca bugünün değil geleceğin de dahil olduğu bir tahayyül içerisinden adımlarımızı atmak ve bunun için de acıyı hissettiren semptomlara yol açan hastalığı ne derece beslediğimizi sorgulayabilmek X şahıs olarak hem kendimize hem o 11 yaşındaki çocuğa karşı sorumluluğumuzdur. Güvenlik diye sığındığımız kestirme yolların korkularımızla inşa edildiğini kendimize yeniden ve yeniden hatırlatmak... Belki bugün evimizin üzerine füzeler yağmıyor ama tüm insanlık neden-sonuç ilişkisi dediğimiz basit formül ile ABD politikasından başlayıp bireye kadar inebilen bir zincirle birbirine bağlı. Yani kısacası o düşen füzeleri dolaylı da olsa X şahıs olarak meşrulaştırmış olabileceğimizi; semptom yaraları bandajlamaya çalışırken, yaraları tekrar tekrar açan ulus-devletin, kapitalizmin beslendiği kaynakların izlerini kendi hayatımızda bulabileceğimizi, hayatımızda gerçek güvenliğin bu hastalıklardan topyekün kurtulmaktan geçtiğini fark ettiğimizde battal boy poşetlerimizi daha da anlamlı kılabileceğiz. İşte o zaman bağışlamak mümkün olacak, hem kendimizi, hem kendimizden...
Dipnot: Kıbrıs'ın kuzeyinde çalışan etkin bir sığınma mekanizması olmaması sebebiyle mülteci hakları sistematik olarak ihlal edilmektedir. MHD'nin Fasıl 105 Yabancılar ve Muhaceret Yasası'na önerdiği değişiklikleri destekleyerek Kıbrıs'ın kuzeyinde mülteci haklarının korunması için atılacak ilk adımdan taraf olabilirsiniz!
İmza kampanyası: https://www.change.org/p/kktc-meclisi-milletvekilleri-m%C3%BClteci-haklar%C4%B1n%C4%B1n-korunmas%C4%B1-i%C3%A7in-ilk-ad%C4%B1m%C4%B1-at%C4%B1n