1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Bayan Magdaleni, eşinin kayıplar listesinden çıkarılmasını istiyor ki ona dini bir anma töreni yapabilsin...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Bayan Magdaleni, eşinin kayıplar listesinden çıkarılmasını istiyor ki ona dini bir anma töreni yapabilsin...”

A+A-

BİR KIBRISLIRUM OKURUMUZDAN...

Kıbrıslırum okurlarımızdan Andreas Sucis, bir Kıbrıslırum “kayıp” yakınının dramını kaleme alarak bize gönderdi... Andreas Sucis’in yazısını okurlarımız için İngilizce’den Türkçe’ye çevirdik. Sucis, şöyle yazıyor:

“Sevgili Sevgül,

Sana Magdaleni Fterudi’nin, bir kahraman annenin öyküsünü aktarmak istiyorum...

Magdaleni Haralambus, 1974 öncesinde Girne yakınlarında Vasilya köyünde yaşamaktaydı... Haralambos Fterudis’le bir arkadaşının düğününde tanışmıştı...

Haralambos, Baf’ın Maratunda öyündendi. 1949 yılında dünyaya gelmişti... 1967 yılında zorulu askerliğini yapmak üzere Milli Muhafız’a kayıt olmuştu. Atalassa’da bir topçu birliğine gönderilmişti.

Haralambos ve Magdaleni, 1969 yılında evlenmişlerdi... Üç oğluları oldu. Oğluları George (Yorgos) 1970 yılında dünyaya geldi. Neofitos 1971’de ve Yannos ise 1974’te dünyaya geldi.

1974’te savaş başlayınca, Haralambos, eşinin iki yeğeniyle birlikte – bunlar Mihalis Karaolis ve Anjelis Malekos Haralambus idi – seferi asker olarak kayıtlarını yaptırmışlar ve derhal Türk askerlerinin çıkarma yaptığı yere, çıkarmayı geri püskürtmek göreviyle gönderilmişlerdi.

Çıkarmanın meydana geldiği Beşinci Mil’de düşman ateşiyle vurulmuşlardı. Anjelis’in tüm bedenine kurşunlar isabet etmiş ve orada ölmüştü. Haralambos Fterudis başından vurulmuş ve kanlar içerisinde yere düşmüştü. Mihalis Karaolis ise başından, gözünden vurularak ağır biçimde yaralanmıştı. Ancak Fterudis’in vefat ettiğini de görmüş ve onun yüzünü atletiyle örtmüştü...

Karaolis yaralı biçimde saatlerce tarlalarda dolaşıp durmuştu, ta ki Türk askerleri onu buluncaya kadar – önce onu dövmüşler, sonra da tedavi olması için hastaneye göndermişlerdi. Ondan sonra da Birleşmiş Milletler’e verilecekti...

Ölen iki adamın kalıntıları hiçbir zaman bulunamadı... İnanılan oldur ki diğer ölülerle birlikte, çıkarmanın yapıldığı bölgeye Türk askerleri tarafından gömülmüşlerdir... Her ikisi de “kayıp” olarak kaydedilmişlerdir.

Ateşkes anlaşması yürürlüğe girdikten sonra Bayan Magdaleni ve evlatçıkları Vasilya köyünden ayrılarak Ergades (Irgatlar) köyüne sığınmışlardı... Birkaç gün orada kaldıktan sonra Psimolofu köyüne gitmişler ve orada da 10 gün kadar kalmışlardı. Nihayetinde Leymosun’a giderek eşinin annesi ve babasının yanında kalmaya başlamışlardı.

1975 yılı civarında, Ayios Atanasios Göçmen Yerleşim Bölgesi’ndeki inşaatlar başlayınca, hükümet kendilerine orada bir göçmen evi vermişti.

Bayan Magdaleni evlatçıklarını hiç kimseden gerçek bir yardım görmeksizin büyüttü. Orada göçmen evlerinde kalıyorlardı, ailenin koruyucusu sevgili eşi olmaksızın... Evlatçıklarını koruyup onlara rehber olacak bir baba figürü yoktu...

Bir “kayıp” yakını olarak hükümetten yardım alma hakkı vardı Bayan Magdaleni’nin. Kendisine bir “hükümet” işi verilmişti, bu iş de bir okulda temizlikçi olarak çalışmasıydı... Tek başına üç oğlunu yetiştirdi, onları okula gönderdi, ödevlerine yardım etti, onlara yemek pişirdi ve aynı zamanda çalıştı ki hiçbir şeyleri eksik kalmasın... Ve bunu mükemmel biçimde yaptı. Artık çocukları birer yetişkindir, kendi aileleri ve kendi işleri bulunmaktadır.

Yıllardır yaşamakta olduğu Leymosun’daki Ayios Athanasios Göçmen Bölgesi’nin Belediyesi, Bayan Magdaleni’nin eşi Haralambos Fterudis’i onore etmeye karar verdi ve onun adını bir ana caddeye vermeyi kararlaştırdı.

Böylece 25 Temmuz 2021 günü, Fterudis’in doğum yeri olan Maratunda köyünde bir anma töreni düzenlendi... Bu anma töreni, toplumun kahramanları anısına yapılmaktaydı... Fterudis’in kalıntılarının nerede gömülü olduğunun bulunması için de dua edildi...

Bayan Magdaleni’nin şimdi artık tek bir isteği vardır. Eşinin adının Kayıp Şahıslar Listesi’nden çıkarılmasını istiyor. Ondan geride kalanlar bulunmamış olsa dahi, bunu istiyor. Eşinin “ölü” olarak kayda geçmesini, böylece onun için normal bir anma töreni yapabilmeyi istiyor.

Bayan Magdaleni, çok zor koşullar altında evlatlarını tek başına büyütüp onları topluma iyi bir yurttaş olarak kazandırmış olduğu için örnek bir kahramandır...”

Andreas Sucis’e bizimle Bayan Magdaleni ve “kayıp” eşinin öyküsünü paylaştığı için çok teşekkür ediyoruz. Sucis’in bize anlattığına göre, bir şahıs eğer “kayıp” ise, kilisede onun adına vefat etmiş insanlar için yapılan, golifa da dağıtılan dini tören yapılamıyormuş. Ancak “kayıp” şahsın bulunması için dua edilebiliyormuş. Bayan Magdaleni de eşine normal bir dini tören yapabilmek için adının resmi “Kayıp Şahıslar Listesi”nden çıkarılmasını istiyormuş...

Bayan Magdaleni’nin acısını paylaşıyoruz... Onun gibi pek çok “kayıp” yakını bu topraklarda çok büyük acılar yaşadılar, ister Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum olsunlar, eşleri “kayıp” edilince kadınlar evlatçıklarıyla başbaşa kaldılar ve çoğunlukla da göçmen de olup herşeylerini kaybettikleri için, büyük bir yoksulluk içerisinde çalışıp çabalayıp evlatlarını yetiştirmek zorunda bırakıldılar...

Tüm bunlar ne içindi? Belki bu soruyu tekrar tekrar kendimize sormamız ve bu topraklarda gerginliklere hayır demek, savaşlara, çatışmalara, önyargılara hayır demek için somut, gözle görülebilir, elle tutulabilir, gerçek adımlar atmalıyız...

 


BİR KİTAP...

“Yakın tarihle acı yüzleşme...”

Hasan AKARSU

s1-267.jpg

6-7 EYLÜL’ÜN İÇYÜZÜ

İş insanı Sezai Bey, eşi Leman Hanım, Vali Fahrettin Kerim Gökay’ın sekreterliğini yapan ve günlüğünde 6-7 Eylül 1955 Olayları’na gidişin adeta “Kara Kutu”sunu tutan kızları Suzan... Eczacı Hristo, Beyoğlu’nda kuyumcuda çalışan eşi Kalyopi, kızları Lena ve oğulları, Zağrafyan Lisesinde öğretmen, tarihçi Yorgo... Osman Balcıgil’in 6-7 Eylül 1955’e giden yolların taşının nasıl döşendiğini işlediği En Hüzünlü Eylül romanının en önemli kişileri...

Büyükada’da yaşayan biri Türk, diğeri Rum iki komşu ailenin dostluklarının örnek oluşturduğu; iki gencin öğrencilik yılları, adadaki birliktelikleri, birbirlerine duydukları aşkın da, aile büyüklerinin sıcak yaklaşımları akıcı ve etkili bir dille anlatıldığı romanda olaylar şöyle gelişir:

Kıbrıs’ta başlayan tatsız olaylar için önlem alan DP İktidarı, Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’ni kurdurur. Kâmil Önal ve Hikmet Bil görev alır. Valilikte çalışan genç Çetin de onlara yardım eder. Cemiyet, yurt genelinde şubeler açarak güçlenir. Milli Türk Talebe Birliği’nde (MTTB) toplantılar düzenlenir vb. Kıbrıs’ta Rumlar bomba atınca, uluslararası düzeyde girişimler yaşanır. Londra’da üç devlet arasında toplantı yapılır. Bu gelişmeleri İstanbul Valisi yakından izler, Suzan da önemli ilişkiler kurarak ona yardımcı olur.

Yazar, olay kişilerini konuşturarak DP’nin uygulamalarını, CHP ile çatışmalarını nesnel olarak değerlendirir. DP, 1950’den bu yana CHP’yi yok etme çabası içindedir. Kıbrıs’ta İngilizler yanlış politika izler. Yunanistan, din işlerini devlet işlerine karıştırıp Papaz Makarios’u ileri sürer. DP İktidarı şovence davranıp Türkleri kışkırtır. Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığı haberinin İstanbul gazeteleriyle ve İstanbul Radyosu’ndan duyurulması da yangını körükler.

Suzan, Hükümet’teki hareketliliği Valilik’te kayıt altına alır. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik Valilik’te buluşur. Bayar ile Menderes Ankara’ya dönerken İçişleri Bakanı Gedik’in İstanbul’da kalıp olayları körüklemesi gerçeklerin bilinmesi yönünden önemlidir.

MARAŞ, ÇORUM, SİVAS’IN ÖNCÜLÜ

6 Eylül 1955’te yağma, yıkım başladığında İçişleri Bakanı Namık Gedik’in olayları gençliğin milli isyanı olarak görmesi desteği anlamına gelir ki Hükümet’in bunu istediğini kanıtlar. 6-7 Eylül sabahında İstanbul’un durumu yürekler acısıdır: Hristo’nun eczanesi yerle bir edilir. Yorgo öldürülür, annesi pencereden atılır ölür, Lena’ya tecavüz edilir. Aileler perişandır.

DP 29 Eylül 1960’ta kapatılır. Yassıada’da yargılamalarda 6-7 Eylül 1955 Olayları da görüşülür. Suzan, Yassıada’ya giderek tanıklık yapar ve Valilik’te tuttuğu defterini kanıt olarak gösterir. “Söyledim ve ruhumu kurtardım” diyerek rahatlar. Olayların hükümetin ve Milli Emniyet Hizmetleri’nin işi olduğu, komünistlere, aydınlara yüklenmeye çalışıldığı kanıtlanır.

Osman Balcıgil, yakın tarihimizin 1950-1960 arasındaki dönemine ışık tuttuğu En Hüzünlü Eylül romanında; Rumların ve Türklerin dostluklarını gösterirken Yassıada’da geçmişle yüzleşip ders alınmadığını, o nedenle gelecekte Maraş, Çorum ve Sivas’ta kıyımlar yapıldığını da vurguluyor.

En Hüzünlü Eylül / Osman Balcıgil / Destek Yayınları / 456 s. / 2020.

(CUMHURİYET –Hasan AKARSU - 22 Nisan 2021)

 


BİR YAZAR...

Svetlana Aleksiyeviç: ‘Kötülük insanın ebedi yoldaşıdır!’

Gülçin Aras

Kızıl medeniyetin tarihini yazan, sürekli yeni tanıklar arayan, sokaktaki insanları dinleyen 2015 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Rus yazar Svetlana Aleksiyeviç; Kafka Kitap tarafından yayımlanan Kadın Yok Savaşın Yüzünde, Son Tanıklar, Çinko Çocuklar, Çernobil Duası, İkinci El Zaman gibi yapıtlarında da, savaşın acılarını sayısız tanıkla ilk elden ortaya koyuyor. “Kızıl medeniyet” hakkında, tüm kitaplarından izler taşıyan ve yazımı otuz yıldır süren yeni kitabının ismi ise Ütopyanın Sesleri olacak. Türkiye için, “Bu ülke hakkında gazetelerde değil kitaplarda okuduklarımı seviyorum,” diyen Svetlana Aleksiyeviç ile yazın yaşamı ve kitaplarının oluşum süreçlerini konuştuk.

‘KEŞKE KÖTÜLÜK DEĞİL, DİRENİŞ KAHRAMAN OLSA!’

***  Bir zafer çocuğu olarak yıkımla dolu anıları toplamaya ve kitap haline getirmeye nasıl karar verdiniz?

Kötülük, insanın ebedi yoldaşıdır. Ancak 20. yüzyılda özellikle yırtıcı ve sofistike hale geldi. Askeri konular en çok ilgilendiğim konulardır, İkinci Dünya Savaşı hakkında iki kitap, Afganistan hakkında bir kitap yazdım. Binlerce röportaj sırasında ne kadar korkunç şeyler duyduğumu tahmin edemezsiniz.

Ama beni en çok şaşırtan şey şudur: Bir komünizm ve faşizm ideolojisi var, ancak savaş söz konusu olduğunda, ideolojik düşünceler geride bir yerde kalıyor, bir düelloya dönüşüyor ve kimin insan olduğu, kimin olmadığını belli oluyor.

Bu noktada bunu belirleyen uğruna savaşılan fikirler değil, kişisel deneyimler, çevre ve kimin hangi yöne gittiği... Ve tabii ki insan doğası... Bazı insanlar başkalarına zarar vermekten zevk alırlar.

Ben savaşa katılmadım, sadece dinledim ve bir insanın aşırı durumlarda neler yapabileceğini asla hayal edemediğimi hissettim. Kötülüğe yakından bakmaya başladığınızda, tehlikeli olduğunu biliyorsunuz.

Nietzsche’in yazdığı gibi: “Uzun süre uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar”. Kötülükten söz ederken, kötülük kahraman olmasın ama insanların ona direnişi kahraman olsun derler, buna inanmak zor. Kötülüğün ön plana çıkmaması benim ustalığımdır diye düşünüyorum.

Kadın Yok Savaşın Yüzünde’yi okuduğunuzda, kötülüğün sonsuzluğunu veya insan ruhunun onu yenebileceğini mi düşündünüz?

‘KORKULARI DEĞİL RUHLARI TOPLUYORUM!’

***  Sözlü kültür geleneğini yazılı kültüre aktarıyor ve geçmişi ölümsüz kılıyorsunuz. Yazdıklarınızla toplumsal belleğe katkıda bulunuyorsunuz. Belleği oluşturma aşamasında ne tür zorluklar yaşadınız?

Bana afet yazarı dedikleri zaman bunu kabul etmiyorum. İnsanların korkularını değil ruhlarını topluyorum. Yol boyunca hep efsanelerle karşılaşırsın ve onlar bir kişinin kendi içine dürüstçe bakmasını engeller.

İçinde büyüdüğümüz acı kültünü kabul etmiyorum. Sen yoksun biz varız, vatan için ölmelisin. Folklorumuzda bile şöyle söyleniyor: “Rabbim dayandı ve bize de dayanmamızı söyledi.”

Acı çekmek acıya yol açar, bu bir tür kısır döngüdür. Benim için artık yaşamın kendisinden daha önemli bir şey yok. İçimdeki hüzünlü korodan bir şeyleri ayırmak zor. İnsanların koroda olduğu zaman hakkında yazıyorum. Şimdi ancak yalnız bir insan sesi duymak olanaklı.

‘BU YENİ BİR SAVAŞ: ÖNCE KADINLAR VE ÇOCUKLAR!’

***  Savaşlarda kadınların ve çocukların da erkekler kadar savaştığını, yara aldığını çarpıcı bir dille okura aktarıyorsunuz. Anlatılanları dinlerken, sözcüklere dökerken siz ne kadar yaralandınız?

Kadınlar ve çocuklar… Bu yeni bir savaş dünyası, bu farklı gözlerle görülen bir savaş. Bu dünyaya aşina değiliz, erkek savaşına aşinayız. Erkek dünyasında savaşın meşru, amaçları var, fakat kadınların ve özellikle çocukların öyküsünden sonra hiçbir savaşa adil denilemez.

İşte sadece bir örnek: Naziler, çocukları yetimhaneden alıp kamp hastanesine götürür, orada kanlarını pompalarlar ve onları yürüyen küçük cesetlere dönüştürürlerdi. Ama çocuklar bunu bilmiyorlar, yabancı askerlere koşuyorlar ve bağırıyorlar: “Babalar geldi! Babalar geliyor!”

Biz yetişkinler dünyaya uzaktan, görüşlerin, zihniyetin, zamanın ruhunun prizmasından bakıyoruz. Ama çocuklar temiz. Yaralı bir kuş, öldürülen bir kedi yavrusu görünce dünya onlar için çöküyor. Bana öyle geliyor ki herkes gerçeği çocukların gördüğü gibi görmeli.

Edebiyat alanının genişlediğini düşünüyorum. Kitap sayfalarında kurgusal kahramanlarla değil tanıklarla daha çok karşılaşıyoruz. Saflaştırılmış bir edebi dil yerine evde, sokakta, çocuklarla konuşulan bir dil var.

Bu dilin, gerçeği daha doğru aktardığına, özgün haliyle kavradığına inanıyorum. Belki de bunu gerçeğe ve yaşayan dile aşık olduğum için söylüyorum. Yaşamı icat etmeye gerek olmadığını, yaşamın kendisinin harika olduğunu düşünüyorum.

(CUMHURİYET - Gülçin Aras - 22 Temmuz 2021)

 

 

Bu yazı toplam 1507 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar