BAYRAM GELMİŞ…
BAYRAM GELMİŞ…
Neriman Cahit
Bugün Arife…
Yarın Bayram…
Bütün yüreğimle güzel bir bayram yazısı yazmak için oturdum masanın başına…
Cicili bicili bayramlık entarilerimiz gibi…
Gökyüzüne balonlar değil, yüreklerimizi uçuracağımız çocukluk günlerimizin bayramları gibi…
Üstelik bu, “Kurban Bayramı” da değil… Tıpkı o eski zamanların… Şeker, oyuncak, para, bayram gibi şeyleri görmediğimiz ama bir geldi mi çocukluk sevincimize pir gelen büyüklerin “Ramazan” biz çocukların ise “Şeker” bayramı…
Kâğıtlı şeker, horoz şekeri, elma şekeri, şeker badem, güllü lokum bayramı…
Bugünkülere hiç benzemeyen…
En başta, “Müslümanın kini tülbent kuruyuncaya kadardır” inanışının kabul gördüğü… “Sen tokken, komşun açsa… Senin çocuğun giyinip süslenirken, biraz ötedeki öksüz – garip bir çocuk ağlıyorsa… o bayram, bayram değildir…” inancıyla, çoğu insanın, insanlığını yitirmediği, yüreğinde sevginin, hoşgörünün ışıldadığı günlerdir…
Oysa artık, aradan gönül yılıyla yüzlerce yıl geçmişçesine… İnsanlar gibi toplumların da belleğini, bilincini, yüreğini ve umudunu yitirdiği günlerde ömür törpülüyoruz…
Gittikçe daha da azalıyor…
Gittikçe daha da üşüyoruz…
Ne bayramlar ne banka cüzdanlarımız, ne kocaman mevkiler, ne de Jeeplerimiz ısıtıyor… Isıtabiliyor bizi…
Artık tatile dönüştürdüğümüz bayramlarda, “Amaaan yaşlıların ellerini öpmemek için…” “öfff, onca ziyaretçiyi ağırlamamak için…” tatillere gidiyoruz… ama, tarttırdığımız valizlerden çoook daha ağır adını koyamadığımız bir “ağırlık ve huzursuzlukla”…
BAYRAM ŞEKERİ TADINDAYDI…
Oysa, adı üstünde: “Bay-ramm…”
Ki, biliyorsunuz, her şey yürekten başlar… Biz anlamını içselleştirmezsek / onu yaşamımızda bir yük sayıp silkip atarsak ne tadı ne de tuzu kalır böylesi ortak gün ve sevinçlerin…
Oysa, çok değil, 30-40 yıl önce bayramlar, insanımızın çocukça sevinçlerini paylaştıkları günlerdi…
Bize, insan olduğumuzu, başka insanları sevdiğimiz onlarla sevinçte ve tasada bir olduğumuz üzre böyle günleri paylaştığımız kadar mutlu ve huzurlu olabileceğimizi duyuran günler…
Bir bayram arifesinde, o günlerde yaşananların yeniden anımsanması… Yaşları o günlere uzanmayan gençlere de, bu güzelim bayram günlerini, kokusunu, bir kol sıcacık çörek ve taze hellimi, tel kadayıfı ve güllü lokumu… Birer bayram armağanı niyetiyle armağan edelim…
Kabul ola ve güzel bayramlar, bayram tadında günler dileğiyle…
ESKİDEN…
Bayram hazırlığı neredeyse bir hafta önceden başlar, özel günlerde kullanılan sakız gibi bembeyaz minder örtüleri çıkarılır, tekrar köfüne basılarak elde tokuçla yıkanır, çivitlenir, serilir ve tam kurumadan toplanır elle sıkı sıkı sıvazlanarak dürülür, arife gün minderlere yazılır, biz çocuklara da yanlarına dahi yaklaşmamamız için sıkı sıkı tembihler edilirdi.
Arife günü, temizlik had safhaya çıkar, evin yıpranmış mermerleri, bir kez daha sodalı suyla ovularak pırıl pırıl edildikten sonra… Parlatılma sırası biz çocuklara gelir… Bir gün önce yıkanmış bile olsak… Ya aşevinin ya da ayakyolunun, (tuvalet), bir köşesine konan leğenin içerisine oturtularak içine mersin dalı atılarak ısıtılan ve tür tür tüten “Arife Suyuyla” yıkanırdı. (Şeher’e geldikten sonra, artık küçük bir hamamımız ve ‘Arife’ gibi özel günlerde gittiğimiz “Büyük Hamam” ya da “Tantin’in Hamamı” olacaktı.)
***
Kadınların işi gerçekten de çok zordu…
Zaten, Ramazan nedeniyle evlerde yaptıkları el makarnası, şehirge, sütlaç, samsı, börek, lalangı, sini gatmeri, sütlü erişte, sulu muhallebi ve tarhanaya ek bayram için lokma, çörek, simit helvası, sini katmeri, çorçolitya yaparlardı… Özellikle de Arife günü kocaman hamur teknelerince hamur yoğrulur, sısamlar ağartılır, karacoccolar hazırlanır, bir fırının yarısı, bu kez çöreklere, kafeslere, badadez kebabı ve sini gatmeri sinilerine ayrılır… Özellikle, biz çocuklar için türlü şekillerde yapılan özel “bullalar” bizim için bir masalın giriş cümleleri gibi olurdu… (Hiç okul görmemiş analarımızın el becerileri müthişti…)
BÜYÜK BİR YOKSULLUK VARDI…
O zamanlar Kıbrıs’ta büyük bir yoksulluk vardı. Çocukların çoğu okula nalınla veya yalın ayak giderdi. Sırt baş olarak da anası çulha (bez dokuyan) olanlar, alacadan ya da büyüklerin eskilerinden kesilip dikilen giysileri giyerlerdi… Sadece bayramlar nedeniyle yılda bir kez (öbür bayrama da saklanan) yeni bir elbise ve bir çift ayakkabı görülürdü; ayakkabılar da, çocuğun ayağının bir çirpi ile ölçülüp, köyün şoförü ya da Şeher’e giden birine verilerek – genelde siyah ve kopmasın diye altına nal çaktırılarak – alınırdı; ki, çoğu zaman ya büyük ya da küçük gelirdi ayağımıza ama sesimizi çıkarmaz giyerdik; çünkü, Şeher’e gidip de değiştirilip getirilmesi çok zaman alırdı. Zaten bayramdan sonra, öbür bayramda giyilmek üzere kaldırılıp saklanırdı…
***
Arife geceleri çok özel ve güzeldi…
Bir kere, yepyeni, mis gibi gön (deri) kokan ayakkabılarımız… Ve, annemizin dokuduğu bezden ya da un, hellim, tavuk, yumurta, zeytin, vb. kendi ürettiğimiz şeylerin taksit taksit verilip köye gelen “Çerçi”den (önceleri hayvanın üzerinde, sonraları arabası tıka basa eşya yüklü seyyar satıcı.) alınan basma, topralko, taftadan Sağır Deyzemin (Köyün Terzisi) diktiği renk renk, çiçek çiçek elbiselerimiz.
Arife suyunda yıkanmış pırıl pırıl yanaklarımız ve dört gözle beklediğimiz arife gecesi yakılan kınalı ellerimizle… Uyku ve uçmak arası geçen çok özel bir gece…
Ne güzeldi, o, binbir şekil verilerek yakılan kınalı ellerimiz… Sabahı beklemeden kalkıp, bir birimizin ellerine maşrapa ile döktüğümüz sularla yıkadığımız, sonra çığlık çığlığa koklayıp birbirimizle paylaştığımız o müthiş büyü…
Günlerce koklayarak, çoğaldığımız… Ve taa “gelin kınasına” dek çoğalttığımız o hayali yolculuklar…
Arife gecesi sımsıkı kucağımızda uyuduğumuz potinlerimiz ve cici entarimiz…
***
Ve, köyün meydanı da dahil kurulan salıncaklar… Bizim hemen arkamızda Resalar’ın (Tatlıcı Resa) kocaman, mertekli sündürmesinde her bayram kurulan ve hala hayallerimi süsleyen birlikte kopça vurduğumuz şarkılar söylediğimiz o kocaman salıncak…
Ya da iri bir taşın üzerine konan uzun bir tahtada – yine karşılıklı – oynanan tahtaravalli… İç çekişme, ip atlama, koşu ve fincan oyunları…
BİZİ PEK KARIŞTIRMAZLARDI…
Biz çocukları pek karıştırmazlardı büyüklerin işine ama çok da üzüldüğümüzü anımsamıyorum; çünkü, cebimiz, hiç de alışmadığımız şekilde para ve şeker dolu, yüreğimiz pır pır ve yanımızda, bizim yaşımızda partnerlerimiz… Daha da ötesi… Annemizin, o özel günlerde bizi ev işine çağırmayan özel toleransı vardı ya… Yaşasın… dı…
Bende ipince bir duygu olarak kalan bir başka olay da büyüklerimizin, şeker olsun, yirmilik, kuruş olsun bize verdikleri bayramlıkları, kenarları, kendi yaptıkları oyalarla süslü mendillerle veriyor olmalarıydı…
Bayram, bir bakıma da bol bol tatlı yemekti… (Ha, peşinen söyleyelim, çukulatanın ne adını ne de tadını biliyorduk o günlerde…) Şeher’den ısmarlanıp getirilmiş olan leblebi, minare tozu (kavrulmuş, öğütülmüş şekerli leblebi), cici ekmek (Şeher ekmeği), helva, pestil, şekerbadem, iplik helvası, tahın helvası, pastelli ve lokum.) Hele de o tür tür tüten güllü lokumlar! Sonra o günlerde özel olarak yapılan golifalar, üzerine susam atılarak kavrulan buğday, arpa ve çorçolikyalar, palûzeler…
***
Evet, yarın bayram…
Nice sevgi, hoşgörü ve huzur dolu bayramlar dileğiyle…
Hepinizin Bayramı yürekten kutlu olsun…