Bayramları nereye koyarsınız?
Bayramları nereye koyarsınız? Çocukluğunuzun kaybolmuş hatıralarına mı, yoksa geleceğe dair umutlarınıza mı? Umut mu kazanır benliğinizdeki bu çatışmayı, yoksa geçmişi kaybetmiş olmanın hüznü mü?
“Nerede o eski bayramlar” dediğiniz andan itibaren çocukluk çağınızın uzak ve tatlı melankolisi kaplamıştır içinizi. Panayır alanlarının anıları, arkadaşlarınızla yaptığınız yaramazlıklar, büyüklerden topladığınız harçlıklar canlanır gözünüzde.
İnsan hafızasının en önemli ve aslında oldukça yararlı özelliği, kötü anıları büyük bir ustalıkla mümkün mertebe defetmesi, geriye çoğunlukla çarpıtılmış da olsa güzellikleri bırakmasıdır. Hele çocukluk anıları söz konusu olduğunda, hayal gücünüz tüm maharetiyle devreye girer, gerçekte yaşadığınızdan büyük oranda farklı, idealize ettiğiniz bir geçmişin siluetini benliğinize işler.
Bu yüzdendir her kuşağın kendi çocukluklarındaki bayram sabahlarını “bir başkaydı o günler” diyerek kutsaması, budur “şimdiki çocuklar bayramı yaşayamıyor” klişesinin temel dayanağı.
Oysa her kuşak kendi bayramlarını, kendi şenliklerini yaşar. Umudu taşır her kuşak kendi usulünce, sonuçta kendi hayallerinin peşinden koşar. Kendi dönemine uygun başka kavrayışlar geliştirir, yarınların dilini kurmaya başlar bunu yaparken.
Farklı biçimlerde toplumsallaşır her yeni nesil. Farklı değerlerden hareket eder, ayrı heyecanlar duyar, başka türlü aşklar yaşar. Geleneksel olana bağlı zihinlerin anlam veremediği ilişki biçimleri kurar, bunlar eski kuşak tarafından bazen yadırganır, bazen sahip oldukları olanaklara gizliden gizliye gıpta edilir.
Her şey değişir, siz istemeseniz de bu böyledir. Direnmenin manası yoktur, yeni nesiller gelecek, onlar da kendi güzel anılarını biriktirecektir. Bir gün onlar da yaş aldıklarında, eski güzel günlerin sevdasına düşecekler, sonraki nesillere burun kıvıracaklardır. Sonuçta onlar da yenik düşeceklerdir zamanın bu yanıltıcı oyununa.
“Kuşak çatışması” kaçınılmazdır, toplumdaki bütün diğer çelişkilerin yanında, çok da önemli değildir aslında nesiller arasındaki bu acı tatlı çekişme. İleriye doğru yol almanın kaçınılmaz bir sancısıdır.
Peki bütün bir toplum kendi geçmişini bu şekilde idealize ederse, tarihini bir nevi mitos haline getirirse, yüzünü geleceğe nasıl dönebilir? Çarpıtılmış bir geçmişin esiri olmakla, nasıl yeni bir tahayyül edinilebilir?
“Eskiden kapılar pencereler açık yatardık” savında olduğu gibi, yanıltıcı bir geçmiştir bu. Çünkü çekilen tüm sıkıntılar bir kenara itilmiş, karanlık cinayetler, kanlı provokasyonlar unutulmuş, geriye o dönemdeki ilişkilerin “samimiliği”, “sonradan gelenlerin mahvettiği yüce kültürümüz” kalmıştır.
Su katılmamış bir muhafazakarlıktır bu. Değişime karşı direnme alanına sıkışmış, anlamsız bir kültür fetişizmine saplanıp kalmış, elinde kalanları koruma refleksi dışında bir şey üretemez olmuştur.
Bir toplum bu şekilde nasıl düşleyebilir ki geleceği, nasıl tahayyül edebilir özgür bir yeniyi? Böyle bir toplumu nereye koyarsınız? Eskinin uzak hayallerine mi, yoksa geleceğin ideallerine mi?
Peki geleceğe dair umut mu kazanır bu çatışmayı, yoksa elindekini kaybetme korkusu mu?
Değişim mi kazanır, yoksa statüko mu?