“Bazı “kayıp” Kıbrıslıtürkler, Baf Piskobusu’ndaki mağaracıklarda gömülü olabilir…”
Bir Kıbrıslırum okurumuz bize göndermiş olduğu bir notta, bazı “kayıp” Kıbrıslıtürkler’in Baf Piskobusu’ndaki bazı mağaracıklarda gömülü olabileceği yönünde eline geçen bilgileri paylaştı…
Sözkonusu okurumuz bize göndermiş olduğu notta şöyle yazdı:
“Selam! Nasılsın?
Sana sözünü etmiş olduğum Baf’taki arkadaşımla konuştum.
Baf Yeroşibusu’ndaki yaşlı bir adam kendisine 1963 ile 1967 yılları arasında öldürülmüş olan bazı Kıbrıslıtürkler’den söz etmiş.
Tüm bu “kayıp” Kıbrıslıtürkler’in Baf Piskobusu köyü yakınında bulunan mağaralara gömülmüş olduğunu ileri sürmüş.
Sözkonusu şahıs, bu öldürme olaylarının esas sorumlusunu tanıyormuş fakat bu şahıs bir süre önce vefat etmiş… Adı da M…. imiş.
Yeroşibu’da halen hayatta bulunan, bu olaylara karışmış bir takım insanlar mevcuttur. Bunlardan bir tanesi 80 yaşlarındadır, bir diğeri ise 76 yaşındadır… Bu yaşlılardan birisi çok gizemlidir, ketumdur, fazlaca konuşmaz, 76 yaşında olan daha konuşkandır…
Yaşlı olan hastadır… 80 ile 76 yaşında olan bu iki şahıs akrabadırlar aynı zamanda… Birileri onlarla konuşursa, belki bildiklerini söylerler…
Ktima-Baf’ta (Kasaba) da o dönem öldürülmüş olan bazı genç Kıbrıslıtürkler’in gömülü olduğunu da öğrenmiş arkadaşım… Birisini bulmuş, bu şahıs konuşabilirmiş diye mesaj gönderiyor sana…
Çok teşekkürler…”
Bu Kıbrıslırum okurumuza, bize göndermiş olduğu bilgiler için çok teşekkür ediyoruz… Barikatlar açılırsa eğer, açıldıktan sonra, bize sağlamış olduğu bilgiler için Baf bölgesinde ve Yeroşibu’da gerekli araştırmaları yapacağız…
Baf’ın Piskobu köyüne (Baf Piskobusu) 11 Şubat 2013 tarihinde Kayıplar Komitesi yetkilileriyle birlikte gitmiştik – aynı gün, çeşitli olası gömü yerlerine bakmaya gitmiştik. Baf Piskobusu’nda Kayıplar Komitesi bir dere yatağında, uzun süre kazı yürütmüş ancak herhangi bir ize rastlamamıştı…
Okurumuz, dere yatağını değil, mağaracıkları işaret ediyor… Bu bilginin de araştırılması gerekiyor.
EN İLGİNÇ OLUŞUM, KAYALIKLAR…
Baf Piskobusu’nun en ilginç oluşumlarından birisi, köydeki dev kayalıklar… Baf Kasabası’nın 11 kilometre kuzeydoğusunda bulunan Baf Piskobusu, Hallepya (Kallepia), Çada (Tsada) ve Mintis Tepeleri yakınında, Ezusa nehrinin batısında kuruludur…
Baf’ın en ilginç köylerinden biri olan Baf Piskobusu’nu, Leymosun Piskobusu’yla karıştırmamak gerek – Kıbrıs’ta aynı ismi taşıyan Piskobu gibi, Peristerona gibi, Prastyo gibi, Kalohoryo gibi pek çok köy bulunuyor… Bizim sözünü ettiğimiz ve ziyaret etmiş bulunduğumuz, Baf Piskobusu’ndan söz ediyoruz…
Köy, şarap üretimi için üzüm yetiştiriciliğiyle tanınıyor ancak aynı zamanda badem, sebze, narenciye ve hayvancılıkla da uğraşıyor.
Frenkler zamanından beridir aynı isim altında varlığını sürdüren bu küçük köy, bundan önce de “Komi” adıyla tanınıyordu. 1460-1473 yılları arasında Kral İkinci Yakov döneminde Baf’ın Ortodoks Piskobusu Poli Hirsofu’dan ayrılarak buraya yerleşmiş – Rumca’da “Episkopos”, “Piskobos” demek… Köy, Minthi Tepeleri turizm projesi, Çada ve Hallebya köyleriyle birlikte işbirliği yaparak, kırsal turizm girişimlerinin parçası olarak da faaliyetlerde bulunuyor. Nüfusu çok az olmasına karşın (160 civarında) buraya çok sayıda turist geliyor çünkü bölgenin bitkileri, doğal güzelliği muhteşem ve buradan ciplerle safariler düzenleniyor, vadide turistler için yürüyüş yolları var…
Köyün dikey kayalıkları da, kuş gözlemcilerini çekiyor ve buradan yüzlerce, binlerce fotoğraf çekiliyor. Köydeki bu kayanın yüksekliği 70 metre, eni ise 250 metre ve bu Kıbrıs’taki en büyük yekpare kaya parçası…
Bu, daha önce daha büyük, daha geniş ve daha yüksek bir kayanın parçasıymış ancak 1953 yılında Baf’taki deprem, bu kayalığı da vurmuş… Halen Natura 2000 bölgesinde koruma altında ve çok büyük bir çevre değeri olarak adı geçiyor… Kayalıklarda çeşitli nadir bitkiler de bulunuyor. Dünyada sadece üç yerde, Kıbrıs’ta, Kanarya Adaları’nda ve Himalayalar’da bulunan “Zulatsia (bosea cypria) endemik çalılıkları” da, bu kayalığın altında mevcut.
Baf Piskobusu’yla ilgili bu bilgileri Wikipedia’dan ve https://cyprus.terrabook.com/cyprus/page/episkopi-paphou/ adresinden derledik…
“Biliyor musun? Benim Yurdum İkiye Bölündü Ortasından!”
Hilmi Arıca
Yurdunu sevmeliymiş insan
öyle diyor hep babam
benim yurdum
ikiye bölünmüş ortasından
hangi yarısını sevmeli insan?
Neşe YAŞIN
Kıbrıs çok güzel ada be kardeşim… Her mevsimi ayrı renkli, her mevsimi ayrı güzel. “Bana mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin?” sorusuna en güzel cevap Kıbrıs. Kışlar çok soğuk değildir buralarda. Bazen yağmuru arar gözler, bazen sellerden “Aman eksik olsun böyle yağmur!” dedirtir insana, Kıbrıslıya. Ben en fazla ilkbahar aylarını severim ama… Hele de baharda Lefke sokaklarında dolaşmayı akşamüstü. Hani yeni çiğleşmiştir hava ve çiğler yeni ıslatmıştır portakal ve limon çiçeklerini ağaçların dallarında ve çok güzel bir koku sinmiştir yollara, sokaklara… Benim ilkbahara aşkım burada başlar Kıbrıs’ta… Yazları ayrı güzel Kıbrıs! Sıcaktır, kabul ederim… Bazen insana “Geçen sene bu kadar sıcak etmediydi!” dedirtir ama yine akşamüstü o Lefkoşa Surlariçi bir başka güzel… Hele gölge bir yerde oturup sohbet etmek, bir şeyler içmek ve içerken tatlı bir meltemin yüzüne vurması… Ne kadar anlatmaya çalışsam da anlatılmaz kardeşim, yaşaman gerek, görmen gerek ve hissetmen gerek o anı! Bir de gece tüten yasemin kokularını içine çekmelisin derin bir nefesle. Sonbahar… Sarıdır her yer, sarının her tonunu yakalayabilirsin Kıbrıs’ta… Zeytin mevsimidir bizler için, tüm Akdeniz insanı için sonbahar… Toplaması ayrı eziyet (!) ama ovada “renga” çevirmek (tabii dikkatli bir şekilde, yangın çıkmasın diye) ve yemek börülce ile apayrı bir lezzet! Çoğu şehirli çocuklar anlamaz beni, beklemem bilsinler bu lezzeti…
Kıbrıs çok acı dolu bir ada be kardeşim… Göz yaşları ile, kan ile, kayıp ve öldürülmüş insanları ile anılarını bir köyde bırakıp hiç bilmedikleri bir yere göç ettirilen insanları ile ama en fazla da bölünmüşlüğü ile çok acı dolu bir ada, bir hikâye Kıbrıs… Çileli insanların, hayatlarından olma korkusu ile yaşayan insanların adası… Çılgınlıklarla dolu tarihi ile bir ada burası… Güzel günleri unutup, her şeyin daha çoğunu arzulayan ve böylece kasabalarından, hayatlarından olan insanların yurdu bu küçük ada…
Bu bölünmüşlüğün siyaseti yapılır her iki tarafta da… İki toplum her zaman kendini haklı göstermek ister, dünyaya “biz haklıydık” düşüncesini empoze etmek ister… Bu yüzden yazılarımda bu bölünmüşlüğün siyasetini yapmak istemem, sevmem de zaten… Bölünmüşlüğün acılarını yazmayı yeğlerim hep, nereden başlayıp nere geldiğimizi, tüm bu olanlara dönüp geri baktığımızda “Değdi mi tüm bu olanlara?” sorusuna cevapları bulmayı severim hep. Bana göre haklı veya haksız cevaplar olur bazen, yine de dinlerim, düşünürüm, çünkü yaşadığımız ana baktığımızda hepimiz aynı gemide giden insanlar değil miyiz? İster Kıbrıs’ın güneyinde yaşayalım isterse de kuzeyinde, gerçeğe baktığımızda henüz sonu gelmemiş bir hikâyenin kahramanları değil miyiz?
Bu yazımda, yazımın hemen üstünde bulunan şiiri yazacağım… Kıbrıs’ın kuzeyinde barışsever insanların ağızlarına dolanmış şiiri daha doğrusu müziği yazacağım… Her mitingde, her iki toplumlu etkinlikte söylenen bir acı şarkı bu… Güneyde ise her millî günde söyleniyor, beyinleri şovenizm ve Helenizmin kurbanı olmuş ve “Türkçe konuşanlara karşı nefret duy, senden olmayanı benimseme” mantığı ile büyütülmüş bazı gençler dahi söylüyor bu şarkıyı, biz Kıbrıslıtürklere öfke duyarak… Tek bir şeyi bilmiyorlar aslında, bu söyledikleri şarkının sözlerinin bir şiirden geldiğini ve bu şiiri yazan şairin o öfke duydukları toplum olan Kıbrıslıtürk toplumuna mensup bir Kıbrıslı yurtsever olduğunu… Bir Kıbrıslırum arkadaşım ile konuşuyordum bu konuyu… O da bu durumun farkındaydı ve şu beyni yıkanmış ve Helenizmin kurbanı olmuş bir grup Kıbrıslırum gençlere dair tek şu yorumda bulundu: “Tarih hakkında çok şey bildiklerini sanıyorlar, fakat tarih bilgileri ilkokul seviyesinde kaldı hepsinin…”
Güldük biraz bu yoruma, ama haklıydı aynı zamanda.
Bu şiir ya da bu şarkı diyeyim birbirinden habersiz kişilerin hiç ummadık bir anda Kıbrıs’a ve bölünmüşlüğün acısını iliklerinde hisseden Kıbrıslılara armağan edilmiş belkide ilk iki toplumlu projesi benim görüşümde. Çünkü bu şiirin şairi Peristeronalı Kıbrıslıtürk Neşe Yaşın ve bestekârı ise Leymosunlu Kıbrıslırum Marios Tokas. Köylerinden ayrılığın acısını ve memleketinin bölünmüşlüğünün mutsuzluğunu hisseden Kıbrıslıtürk Neşe Yaşın’ın tüm duyguları kalbinden kalemine ve kaleminden ise beyaz yapraklara döküldü… Kıbrıs’tan bihaber yaşayanlar için basit bir şiir, kısa bir şiir ama bizler için çok derin manalar taşır her bir mısrasında… Faize Özdemirciler Rumca Küstüm Türkçe Kırıldım şiir kitabında, “hiçkimse affettiremez kendini bu şehre” şiirinin bir dizesinde şöyle diyor: “’bir dize okudum hayatım dağıldı’ dedirtecek şiirler lazımdır bu şehre!”
İşte bana bu dizeyi dedirten şiirlerden biridir Neşe Yaşın’ın bu şiiri.
Birbirlerinden habersiz Kıbrıslılar dedim bir önceki paragrafımda, çünkü dönem 2003 yılı öncesiydi. Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumlar arasında iletişimin neredeyse hiç olmadığı dönemdi. Sınırlar kapalıydı, telefonla konuşmak imkânsızdı, posta göndermek yine imkânsızdı. Kısacası Kıbrıs’ın bir yakası bir diğer yakası için gökte bulunan ve ulaşılması zor yıldızlar gibiydi.
Neşe Yaşın’ın bu şiiri Sanat Emeği’nde yayımlanmıştı. Derginin en son sayfasında ise İngilizce olarak derginin genelini Türkçe bilmeyen kişiler için özetleyen bir içerik mevcuttu. Neşe Yaşın’ın bu şiirinin bulunduğu dergiyi Türk şair Ataol Behramoğlu bir sanat festivalinde Kıbrıslırum şair Elli Peonidu’ya vermesi ile başlamıştı her şey. Elli Peonidu derginin en son sayfasındaki İngilizce bölümü okuması ile bir Kıbrıslıtürk şairin şiirlerinin bu dergide yer aldığını öğrenmişti ve Türkçe bilen bir kişiyi bulup bu şiiri Yunancaya tercüme ettirmişti. Böylece bu şiir Kıbrıs’ın güneyinde birçok dergide ve gazetede Yunanca olarak yayımlanmaya başlamıştı.
Marios Tokas 1980 yılında üniversite eğitimi için Atina’daydı. Bir gün Kıbrıs’ın güneyinde yayınlanan bir gazeteyi öğrencilik yıllarında Atina’da okurken gözüne Elli Peonidu’nun girişimleri ile Yunancaya çevirttiği ve gazetelerde yayımlattığı Neşe Yaşın’ın “Hangi Yarısı” şiiri gözüne ilişti ve okudu. Şiirin en sonunda bu şiirin bir Kıbrıslıtürk şaire ait olduğu yazıyordu, fakat şairin adı belirtilmemişti. Şiiri okurken içini daha önce hiç hissetmediği bir duygu kapladı Marios’u. Şiiri okuduğu odanın içinde bir de piyano vardı. O piyanonun hemen karşısına oturdu, parmaklarını kalbinde hissettiği o tarifi olunmaz duyguya esir etti ve 3-4 dakikanın içinde bu şiiri besteledi, kulaklarımıza her mitingde çalınan melodisini yarattı.[1] Bu anısını 10-11 yıl sonra dahi bir konuşmasında “Hâlâ daha nasıl oldu bu besteleme, anlamış değilim!” diye de yineledi. 10-11 yıl boyunca bu bestelediği şiirin hangi Kıbrıslıtürk şaire ait olduğunu merak ede ede yaşadı. 1991 yılında, Londra’da bir sanat festivali vardı… Bu festivalde hem Marios Tokas hem de Neşe Yaşın bulunmaktaydı, birbirlerinden habersiz. Marios Tokas, bestelediği şiirin müziğini Yunanca söylemek için katılmıştı bu festivale ve sahne almasına sadece 3 saat kala Neşe Yaşın ile tanışmıştı yine şans eseri ve Neşe Yaşın ona “Bu bestelediğin şiirin şairi benim.” demişti. Şimdi, bu yazının bu kısmını yazarken bile gözlerim sulu, tüylerim diken diken oluyor… O gün sahne aldığı sırada Marios Tokas sahneye Neşe Yaşın’ı davet etti. İlk defa adanın iki farklı yakasında yaşayan iki Kıbrıslı insan, bu şiirin hem şairi hem bestekârı birlikte ve iki dilde şu meşhur şarkıyı söylediler…[2] İkisi de iki dilde “Hangi yarısını sevmeli insan?” dediler, sordular ve bu soruya cevap aradılar… Kısa sürede şarkı yalnız Kıbrıs’la sınırlı kalmadı, Yunanistan’a ve oradan Türkiye’ye yayılarak oradaki aydın kesimler tarafınca da söylenir oldu.
Maalesef, 2008 yılında Marios Tokas kanserden hayatını kaybetti ve gözlerini ebediyete doğru yumarken bile hep bu sorunun cevabını aradı tüm kalbi ile… Neşe Yaşın ise 2016 yılında kendi ile yapılan söyleşide kendisine şu soru soruldu: “Senin meşhur dizelerinle başlamak istiyorum: Hangi yarısını sevmeli insan? Hangi yarısını sevmeli Neşe?”
Yıllar geçmesine rağmen Neşe Yaşın’ın cevabı şu oldu: “Eğer bu soru, cevabı olan bir soru olsaydı zaten böyle sorulmazdı değil mi? Bu şiir insanın içini acıtan bir soruya dair… Bir yanıtı yok bu sorunun. Yanıtı yok çünkü seçememek üzerine, tercih edememek üzerine sorulmuş bir soru bu…”[3]
Çoğunuz yazımı buraya kadar okuyunca kendi kendinize ve aynı zamanda bana şu soruyu sormuşsunuzdur belki: “Hilmi, sen ne hisseden ve ne anımsan bu müziği her duyduğunda?”
Ben ne mi hissediyorum? Neden bilmem ama Kıbrıs’ın 2003 yılının 23 Nisan’ında Ledra Palas barikatında upuzun insan kuyruklarını anımsıyorum, hani 29 yıl sonra evlerini bu defa bir turist misali ziyaret eden insanlarını anımsatıyor… Bu müziği her dinlediğimde bir yaz akşamı Lefkoşa Surlariçi’nde Lokmacı’ya yakın bir yerde oturmuş, dumanı üstünde tüten bir orta kahve içtiğimi hissediyorum, duvarımıza karşı… Bölünmüşlük, ayrılık, acı ve çile hissediyorum… Ben hangi yarısını mı seviyorum? Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar her yerini… Buralarda güneş hep kuzeyden doğar… Hep de güneyden batar… Kıbrıs işte…
Unutmuşum yazmayı, şimdi yazımın sonuna gelirken hatırladım. Bir de en çok ne mi anımsarım bu şarkıyı dinleyince… Hani gidersin yabancı bir ülkeye, insanlarla sohbet edersin ve ilk soruları “Nerelisin sen?” olur. Ben hep şu cevabı veririm, “Kıbrıs”. Sonra döner eklerim “Kıbrıs’ın Kuzey’i” diye… Sonra soru gelir bana eğer soran kişi Kıbrıs’ın bölünmüşlüğü hakkında hiçbir bilgisi yoksa “Niye Kıbrıs’ın Kuzey’i dedin?” diye tekrar sorar ve cevabım tek şu olur: “Biliyor musun? Benim yurdum ikiye bölündü ortasından!”
Kaynakça:
[1]https://www.youtube.com/watch?v=DgVUnLy5GIs
[2]https://www.youtube.com/watch?v=AYO_Xy55Oo4
[3]http://reportare.com/kultur-sanat/yurdunu-sevmeliymis-insan/kibris-gibiyim-ben-de
https://www.youtube.com/watch?v=p3QFnDKi050
(TABELLA – Hilmi ARICA – 1.6.2020)
DEVAM EDECEK