Bedel...ve Dodo Kuşu..
İnsanın ve toplumların sahip olduğu şeylerin ‘değer’ini belirleyen, onlara sunulanın miktarı, kapsamı değil, onlar için ödediği ‘bedel’dir. Siyasal/kültürel kimlik/özne olmanın, varoluşun sınırları ve niteliğini belirleyecek, onları sahici ve kalıcı kılac
Hakkı Yücel
Öncesini ayrı tutarsak, içinde bulunduğumuz ayda (21 Aralık) bir yıldönümü daha idrak edileceğinden (ayı ve yılıyla tam tarih 21 Aralık 1963), zaman cetveline bir çentik daha atılacak ve 53 yıl tamamlanacak demektir. Bu ülkede yarım asrı aşkındır devam edegelen ve bir türlü çözüme kavuşturulamayan bir sorunu yaşıyoruz, konuşuyoruz, tartışıyoruz. Şimdilerde düğümlendiğimiz nokta yine orası; öyle ya da böyle mahut ‘Kıbrıs Sorunu’nda çözüm adına artık sona gelindiği, bu sefer de gerçekleşmezse mevcut durumun kalıcılaşacağı konusundaki yaygın kanaat ise, maliyeti ağır bir hükmün infaz öncesi tedirginliğini yaratıyor. Etkilenen ne çok hayatlar/kuşaklar sığıyor bu ‘sorun’ parantezinin içine.. Öncesinde doğup içinde büyüyerek yaşlanıp ölenlerden tutun da, içinde doğup beraberinde büyüyerek yaşlananlara; sonrasında doğup içinde büyümekte olanlardan, doğacak olup da kim bilir daha ne kadar burada ömür geçirecek olanlara varana kadar tam tekmil ada insanları, deyim yerindeyse, bu sorunun kurbanları.. Bir ucundan bağırsan öbür ucunda duyulacak kadar küçük bir adada, alt alta üstü üste toplasan bir avuç insan, bir nimet olarak birlikte paylaşabilecekleri bu toprak parçasını ortak vatan yapmayı beceremediler, ne yazık. Dışardan çomak sokanların, bölgede çıkar ve tahakküm hesapları yapanların varlığı ve bu yöndeki doğrudan/dolaylı etkileri bir yana, içerde milliyetçilik fikir ve siyaset olarak egemen oldu. Buradan tarih üreten -yani onu amacına uygun kesip biçen, kurgulayan- endoktrine eden, siyaseti ve toplumsal ilişkileri bu zeminde kuran seçkinlerin peşinden gidildi. 20.yüzyıl itibarıyla bir bakıma ‘zamanın ruhun’na denk düşen bu süreçte, ne Sömürge yönetimine karşı bağımsızlık mücadelesi birlikte kotarılabildi, ne de bağımsızlık sonrası kurulan ve bir arada yaşamanın siyasal/hukuki sınırları çizilen Kıbrıs Cumhuriyeti yaşatılabildi. ‘Enosis’ ve ‘Taksim’ tarafların değişmeyen açık/gizli siyasi hedefleri olmaya devam etti. Bu durum içten içe gerilimi artırdı ve çok geçmedi 21Aralık 1963’te toplumlar arası sıcak çatışmalar başladı. Cumhuriyet, onu koruma gayreti içinde olanların da ekarte edilmeleriyle dağıldı ve o günden bu bugüne adım adım bölünmüş bir ada yaratıldı. Hikâye bu kadar değil.
Madalyonun bir yüzünde müzminleşen bu sorun yer alırken, diğer yüzünde ise neredeyse aynı oranda müzminleşen bu soruna çözüm arayışları -elan devam eden- yer aldı. (Birleşmiş Milletler gözetiminde ilk kez 1968’de yapıldığına göre, o tarihten bu yana fasılalarla gerçekleşen bu sürecin de neredeyse yarım asırlık bir mazisi oldu). “İki bölgeli, iki toplumlu, siyasal eşitliğe dayalı federasyon” tarafların üzerinde uzlaştığı ve onayladığı çözüm modeli olarak kayıtlara geçti. Ne var ki kağıt üzerinde kayıtlara geçen ve geçerli olan, şu an itibarıyla da üzerinde hâlâ müzakereler yapılan bu model, bir türlü hayata geçirilemedi. Dönem koşullarıyla da ilintili olarak az ya da çok sağlanan -sağlanır gibi olan belki- ilerlemeler, her seferinde bir engele takıldı.
Neden böyle oldu sorusuna yanıt aramak adına, inişler çıkışlarla devam eden görüşmeler/müzakereler sürecinin, bugüne gelene kadar izlediği seyir ve geçirdiği evreler, içinde bulunduğu koşullar itibarıyla değerlendirildiğinde, iki dönem ayırımı yapmak mümkün. Birinci dönem, görüşmelerin başladığı tarihten 20.yüzyılın sonuna kadar geçen süreyi ve o süreye içkin koşulların belirleyiciliğini taşıyor. Uluslararası sistemde İki Kütuplu Dünya’nın/ Soğuk Savaş mantığının hâkim olduğu, siyasetin bu zeminde, güç ve çıkar ilişkileri (reel politik) üzerinden anlam ve işlevsellik kazandığı bir dönemdir bu. Dışarda durum bu iken içerde, her iki kesimde de bu anlayışın temsilcileri iş başındadır. Daha açık bir ifadeyle, Rum kesiminde siyasi ömürleri ‘Enosis’ mücadelesiyle geçen, zaman içinde aşınma gösterse ve isimler değişse de, son kertede az ya da çok, bu iklimin aktörleri olan liderlik ve siyasal anlayışların belirleyiciliği söz konusu iken; bu tablonun karşı muadili olarak Türk kesiminde ‘Taksim’ tezinin savunucusu, ömrünü bu mücadeleye adayan değişmez lider Denktaş ve onun temsil ettiği anlayış egemen konumdadır. Nihayetinde buradaki siyasi mantık, onun kapsama alanı ve gösterebileceği esneklik, uluslararası mevcut düzenin devamı ve onun ‘güç/çıkar’ anlayışıyla sınırlıdır; oyun bu alanda cereyan etmektedir. Kıbrıs’ta siyaseten bu sınırları zorlayacak, buradan potansiyel olarak bir ‘kopuş’u gerçekleştirecek muhalif ya da ‘çözüm ve barış’ yanlılarının gücü bir yere kadardır; iktidar ise henüz onlardan uzaktır. Hal böyle olunca bu dönemde görüşme/müzakerelerin belirli bir çerçevede kalması, ‘ilerleme’ adına yapılanların hep bu sınıra dâhil olması ama bu sınırların ötesine geç(e)memesi anlaşılabilirdir.
Asıl üzerinde durulması gereken bu süreçteki ‘ikinci dönem’dir. Yani, 20.yüzyıl sonu itibarıyla evrensel ölçekte İki Kutuplu Dünya’nın/ Soğuk Savaş’ın sona erdiği ve dünya tarihinde ‘değişim’ endeksli yeni bir dönemin başlamakta olduğu; buna denk olarak içerde her iki kesimde de ‘çözüm ve barış’ güçlerinin iktidara geldiği, sınır kapılarının açıldığı, siyasal-toplumsal alanlarda temasların yoğunlaştığı, sivil toplumun ayağa kalktığı bir dönem. Uluslararası sistemde olduğu kadar, içerde de siyaseten yeni imkânları ima etmektedir bu dönem ve nitekim bu yönde atılan somut adımlar da gözlenmektedir. Bunun Kıbrıs Sorunu bağlamındaki en önemli göstergesi ise, ilk kez soruna dâhil ‘dış ve iç dinamikler’in aynı vektörel doğrultuda, ‘çözüm perspektifi’nde, buluşmalarıdır. Avrupa Birliği bu aşamada katalizör rolü oynayacak ve kadim sorununu çözmüş Kıbrıs son kertede bir bütün olarak birliğe katılacaktır. İçerde her iki kesimde diyaloga açık, değişimden yana, aynı dili kullanan ve aynı siyasal/ideolojik dünyanın aktörlerinin iktidarda olması ‘çözüm umudu’nun ‘çözüm gerçeği’ne dönüşmesi bakımından beklenen fırsattır. Şimdi artık yapılacak olan bu siyasi cesaretin birlikte gösterilmesi, ‘müzakereleri’tek taraflı kazanç getirecek teknik bir mesele, güç gösterisi olmaktan çıkararak, ortak kazanımların aracı kılacak, bunun gereklerini yerine getirecek bir zemine dönüştürmektir. Aşikârdır ki hamasetin, popülizmin değil, birbirini anlamanın, ikna etmenin ve asıl ‘siyasal-toplumsal’ ölçekte bu yönde karşılıklı ‘bedel’ ödemeye hazır olmanın zeminidir bu. Evet, müzakerelerde ‘ilerleme’ kaydetmek önemlidir, gereklidir ama nihai sonuca ulaşmak için yeterli değildir. Nitekim olmamıştır, umudun ayağa kalktığı, ‘çözüm ve barış’ beklentisinin arttığı bu ‘ikinci dönem’in aktörlerinin süreç boyunca kismî ilerlemeler sağladıkları doğrudur. Doğrudur doğru olmasına da, çarpıcı gerçek son adımı atma cesareti gösteremedikleri, ‘çözüm’ün olmazsa olmazı, siyasal-toplumsal kesimlerin karşılıklı olarak ödemeye hazır olması gereken ‘bedel’i es geçtikleri, bu gerekliliği açık yüreklilikle ortaya koymadıkları, bunu toplumsal kesimlere anlatmadıklarıdır. Bu bir yana, şunu da ifade etmek gerekir ki özü itibarıyla feragati, fedakârlığı, sırasında vaz geçebilmeyi, zorluklara göğüs germeyi gerektiren ‘bedel‘ ödeme konusunda, ‘çözüm ve barış’ talebinde bulunan toplumsal kesimlerin ne kadar istekli, samimi ve sahici oldukları ise bir başka soru işaretidir. Sözün özeti, gerekçeleri üzerine çok konuşulup yazılan, ‘çözüm’ sürecinde beklentileri yüksek bu ‘ikinci dönem’ de başarısızlıkla tamamlanmıştır. Bunun dramatik sonuçları ise, geniş toplumsal kesimlerde ‘iktidara kim gelirse gelsin fark etmiyor’ kanısının yerleşmesine ve de ‘mevcut durumun kabullenmesine’ yol açması; haliyle ‘çözüm ve barış’a olan inancı zayıflatmasıdır.
İşte ‘federasyon’ hedefli çözüm sürecinde, artık ‘son’ olduğu konusunda hemen herkesin hemfikir olduğu, üçüncüsü olarak nitelendirilebilecek ‘Akıncı-Anastasiadis’ dönemi içerde bu koşullar altında, dışarda ise yüzyıl sonu itibarıyla oluşan olumlu havanın giderek dağılarak, daha çok kaotik mahiyet kazandığı bir ortamda başlamıştır. Görece olumsuz tabloya rağmen, her iki liderin ‘çözüm’ yönünde irade sergileyecekleri konusundaki açıklamaları ve bu yolda adımlar atmaları ise, moda deyimle ‘temkinli iyimser’ bir tablo yaratmış, müzakerelerde somut ‘ilerlemeler’ sağlanması, geçmiş acı tecrübelere rağmen, bu iyimserliği daha da artırmıştır. Ne var ki bir takvime bağlanan, bu bağlamda sona yaklaşılan süreçte, en azından şu an itibarıyla tarih yeniden tekerrür ediyor gibidir. Bir kez daha ‘umut’ pompalanıp ‘ilerlemeler’ sağlandı denilirken, nihayete erdirilmediği takdirde, yani öngörülen çözüm tamamlanmadığı sürece, kaydedilen ‘ilerlemeler’in hiçbir hükmü olmadığı, bir aldatmacadan/yanılsamadan öteye geçemediği gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Görünen şudur: ‘Kıbrıs Sorunu’nu yaratan geleneksel siyasal/ideolojik zihniyetin sınırları içinde kalındığı, o sınırları aşacak yaratıcı/yapıcı siyaseti sergileyecek cesaret gösterilmediği ve bunun ‘bedel’i ödenmeye hazır olunmadığı sürece, bu alan içinde ne kadar ‘ilerleme’ sağlanırsa sağlansın, burada rol alanlar beyhude bir oyunun oyuncuları ve çözümsüzlüğün aktörleri olmaktan kurtulamayacaklardır. Sadece siyaset ve siyasi aktörler de değil; bu ülkenin insanları da, eğer ‘çözüm ve barış’ talebinde samimiyseler, bunu gerçekleştirmenin yolunun ‘ortak bedel’ ödemekten geçeceğini, bunun da feragati, fedakârlığı, sırasında vazgeçebilme erdemi ve zorluklara karşı çıkma cesareti göstermekle mümkün olabileceğini bilmeleri ve kabul etmeleri gerekmektedir. Bu olmadan gerçekleştirilecek ‘iki toplumlu etkinlikler’, ‘sosyal yemekler’ ‘dayanışma gösterileri’ vb. etkinlikler ise birer aldatmaca olmaktan öteye geçemeyeceklerdir.
Dodo kuşunun hikâyesine gelince..Bülent Diken’in “İsyan, Devrim, Eleştiri” (Metis Yayınları) kitabında Huxley’den yaptığı bir alıntıda okumuştum. Şunu yazıyordu Huxley:
“Kuş gibi özgür deriz, bu kanatlı yaratıkların üç boyutta da kısıtsız hareket edebilme gücünü kıskanırız. Ama Dodo kuşunu unuturuz. Kanatlarını kullanmak zorunda kalmaksızın karnını doyurmayı öğrenen her kuş çok geçmeden uçma ayrıcalığından vazgeçerek sonsuza dek yerde kalmayı seçecektir.”
Kıbrıslılar uçmayı, bu ayrıcalığı unutmuş, kanatlarını kullanmak zahmeti yerine, bulundukları yerde beslenme rehavetine düşmüş Dodo kuşları gibi..Yeniden uçmayı öğrenebilirler mi; “kuş gibi özgür” olmanın ayrıcalığını elde edebilirler mi; bu çabayı gösterebilirler, bunun gereklerini yerine getirebilirler mi; yoksa Dodo kuşu olarak kalmayı mı tercih ederler..? Bilinmez..
Eğer Kıbrıslıların bu kararının ne olacağı, çözüm sürecinde sona geldiğimiz bu kritik aşamada belli olacaksa, şunu hatırlamak gerekecektir:
İnsanın ve toplumların sahip olduğu şeylerin ‘değer’ini belirleyen, onlara sunulanın miktarı, kapsamı değil, onlar için ödediği ‘bedel’dir. Siyasal/kültürel kimlik/özne olmanın, varoluşun sınırları ve niteliğini belirleyecek, onları sahici ve kalıcı kılacak olan da budur..