1. YAZARLAR

  2. Eralp Adanır

  3. Bekir Kara hocamızın ardından
Eralp Adanır

Eralp Adanır

Bekir Kara hocamızın ardından

A+A-

12 Nisan 2022 tarihinde, eğitim, yazın ve tiyatro alanımızda önemli hizmetler vermiş, belleğimize nice değerli kitaplar bırakmış Bekir Kara hocamız, bedenen aramızdan ayrıldı.

Sözü uçup gitse de yazdıklarıyla yaşamaya devam edecektir. Kendisiyle yayınlamış olduğu “Aşklar, acılar, çocuklar ve torunlar” isimli kitabı üzerine 2006 yılnda söyleşmiştik. O yıllarda Bayrak Radyo Televizyonu’nda yapmakta olduğum programım KUM SAATİ idi. Programın yayınlanmasından sonra ise röportaj çözümünü yapıp gazetede yayınlamayı bir adet haline getirmiştim. İşte böylesi bir zaman diliminde ilginç bir tesadüfle karşılaştım. Bekir hocamızla yaptığımız program 4 Nisan 2006 tarihliydi. ve kendisi aynı ay içerisinde (Nisan) 2022 yılında hayata gözlerini yumdu.

Kendisiyle gerçekleştirdiğimiz söyleşiden bir alıntı yaparak kendisini yadetmek istedim. Işıklar içinde uyu sevgili hocamız.  

“.....

Bir roman bir öykü bir tiyatro’nun sınırı yok, her yere girebilir. Hapisane içerisine de yurt dışına da girer. Bir zamanlar Rum kesmine geçmiştik PEN yazarlar birliğinin bir semineri vardı. Almanya’dan bir Türk yazar gelmişti, tanıştık. O arada birkaç kitap götürmüştüm yanımda “Kavuni”yi ve “Bellekteki İzler”i verdim kendisine. Kadın aşağı yukarı on beş-yirmi gün sonra bana gece saat ikide telefon açtı. “kitaplarınızı çok beğendim, yahu Kıbrıs’ta neler çekmişsiniz, neler varmış da biz bilmeyiz” dedi. Yani gerçekten kitap her yere gider. Sınır tanımaz ambargo tanımaz. Kültür sanat da aynıdır. Bizim maalesef ihmâl ettiğimiz bu dalımız bireysel çalışmalarla, birçok arkadaşımızın, nüfusumuzun küçük olduğuna bakılmasın, gerçekten kültür sanatla yazıyla çizimle ilgilenen, sanata gönül vermiş bir toplumumuz vardır. Ve okuyanımız da var. Eğer ulaştırabilirsek, satış rakamlarında insanlarımızı fazla zorlamazsak okuyan insanımız da çok var. Örneğin çok ev kadını var okuyan. Evde işini yapıyor ve bugün öğretim görevlisinden, üniversite mezunlarından daha çok kitap okuyorlar. Ve öyle güzel de eleştiriyorlar ki, insan hakikaten gıpta eder...

... benim deneme türünde bir çalışmam vardı, 1976’da o denemeyi Türkiye’de bir yarışmaya göndermiştim, “Yemin” adında. Mansiyon kazanmıştı. O kitap yayınlanmadı ama mansiyon kazanması Türkiye’de, beni motive etti, çalışmalarıma hız vermemi sağladı. Mansiyon aldığı için yayınlanmamıştı biliyorsun, 1.2.3.lük kazananlar kitap olarak basılırdı yarışmalarda. Bu açıdan benim moralimi bozmuştu ve “bu kitabı yayınlamayacağım” dedim ve bıraktım orda. Yayınlamayı da düşünmüyorum. Ondan sonra Kıbrıs Türk halkının gerçekten yaşamış olduğu zor günleri büyük bir seri halinde düşündüm “Bellekteki İzler” olarak. Birincisini 1955’lerden aldım. Gerçekten olayların nasıl olduğunu, TMT’nin nasıl kurulduğunu nasıl bir mücadele verildiğini kişisel davranışların, yani TMT ile EOKA’nın dışında kişisel olayların TMT veya EOKA’ya aitmiş gibi davranılarak, iki toplumu daha fazla kötü duruma düşüren olaylar... tabii göçler, insanlarımızın bir gecede bütün malını mülkünü bırakıp bir köyden diğer bir köye kaçması, göçmenlik yaşamları, çadırlarda yaşam. Bütün bunları anlatmaya çalıştım ve genç nesilden okuyan bazı arkadaşlar, “Bellekteki İzler”i, hakikaten bilmiyorduk diyorlar. Hatta benim “Bellekteki İzler-2”nci cilt kitabım Güzelyurt’un iskâna açıldığı dönemleri yansıtıyor, birinci cildin devamı olarak. Ve gençler okuduğunda, “hakikaten böyle mi olduydu Güzelyurt’ta, böyle mi geldik, yerleştik” diye soruyorlardı. Yani bunları da öğrenmekte yarar var...

... “Aşklar, acılar, çocuklar ve torunlar”... Bu kitabım da sanırım iyi bir öykü, iyi bir kurgudur. Kıbrıs Türk toplumunda gerçekten, biraz önce de söyledim, insanların belleklerinde her zaman varolan bir olay. Bir zamanlar Kıbrıs Türkü, hata mıydı o zamanki zorluklardan mıydı, kızlarını Filistinli Araplara, din açısından uygun olması nedeniyle veriyor veya satıyordu... Bazı araştırmacı arkadaşların bana, işte 1920 veya ‘30’dan sonra başlamıştı, ‘40’a kadar gelmişti dediler. Ama ben 1920’lerden başladığını sanıyorum. Çünkü o dönemlerde Filistin’den Arap tüccarlar gelir, gezip alış-veriş yaparlar, bu arada buradan da kız almayı, bekâr olanları veyahut da çekebilecek ekonomik düzeyi varsa bir karı daha alıp götürüyordu. Çünkü biliyorsun İslâmda karı sayısı tek değildir.

Bu olaylar gazete ilânlarına kadar yansıyordu... Resmileşmemişti ama bezirganlar, kadın aracılar, bohçacılar vardı. Bu bohçacılar köylere gider, satmak için evlere girer, kızları görür ve güzel kızlara Araplar daha fazla komisyonluk verirlerdi. Onları belirler, önce belki de kızla konuşur. Ne yapacaksın bu köyde, ezilin, tarlada, koyun güden git saraylarda otur şeklinde, onu bir güzel işlerdi. Ondan sonra alıcısını bulur getirir görüştürürdü. Ailesiyle oturulur pazarlık ederdi... ama benim öyküm öyle değil... benim öyküm, o dönemlerdeki Kıbrıs Türk kültürünün, yaşam tarzının çok acımasız olduğunu yansıtmaktadır. O zamanlar gerçekten, bugün gibi kız erkek arkadaşlığının olması mümkün değildi. Sevmek de sevilmek de yasaktı fakat insanlar sevmez miydi, severdi tabi. Ama kaçamak yaparak severdi.

Köydeki insanlar daha fazla, tarlada, bahçede, veya pencerede kızı veya oğlanı görürdü. Oğlanların altında at, şimdiki mercedes gibi taka tak geçiyor sokaklardan. Çeşmede buluşuyorlar ve tabii ki birbirlerini kafalarına takıyorlar. İşte benim kahramanlarım Ahmet ile Ayşe de, böyle bir buluşma gerçekleştirdiler ve birbirlerine gönüllerini kaptırdılar. Ondan sonra kaçamak yaptılar, babasının iş’te olduğu bir zamanda oğlan fırsat buldu, aman buluşalım görüşelim derken birlikte oldular. O birlikte olmanın da kültürümüzde kesinlikle yeri yok. Hatta Türk toplumunda bu bazı yerlerde devam etmektedir, illâ ki kız anasından doğduğu gibi kocaya varma gereği vardı.

Oğlan iyi varlıklı, çalışkan kültürlü, okumayı seven biri olmasına rağmen, öyle bir hata yaptığı için kızın babası reddeder, vermez çünkü “beni rezil ettiniz” der. Ve bir gece ansızın bir karar vererek, hamile olan kızını Filistin Arabına verir gider. Ondan sonra da olaylar olur...

Kitabın çok önemli bir noktası vardır. O kadın Kıbrıs’ı hiç unutamaz. Belki sevdiği adamı unutamadığındandır. Ama yalnız o değil, Kıbrıs’ın doğasını, havasını herşeyini kalbinde saklar ve mutlaka tekrar Kıbrıs’a ulaşmak ister. Kadının aldığı öyle bir kültür vardır ki, hep gittiği gibi yaşar. Ve kendi kızından doğan torunu var, kızını erken kaybeder ve torununu okutur, hatta burslu Almanya’ya gider kız, ama her vesileyle her sohbetlerinde mutlaka Kıbrıs’a gelip ailesini, Kıbrıs yaşamını öğrenmesini ister torunundan. O kültürle yaşayan kız da büyük bir bocalama geçirir. Sanki birçok kültürün arasında kalmış gibi hisseder kendini. Birçok erkek arkadaşı olur fakat kültürleri farklı olduğundan “ben onlarla yaşayamam” diyor. Ninesi onu o kadar aşılamıştır ki, illâ ki Türk yaşamı, illâ ki Kıbrıs... ve bir bakıma kültürünü aramak için, kimliğini bulmak için Kıbrıs’a, biraz da ninesinin vasiyeti sayarak, doktora eğitimini bırakır ve Kıbrıs’a gelir. Kıbrıs’ta kimliğini arar, dedesini arar, akrabalarını arar... sonunda da neler olur, okuyucuya kalsın...

Kitap içerisinde şiirler, maniler de var. Türkü hariç hepsi de benim yazdıklarımdır... Özelikle ninenin söylediği bir şiir vardı, bu adayı çok güzel betimliyordu... Bu sadece ninenin değil aslında. Tarih araştırmacıları bile yazmıştır, Kıbrıs’a gelen bir daha dönmek istemez diye. Kıbrıs’a gelip yerleşen ve Kıbrıs’ta yaşamını şöyle veya böyle sürdüren insanları vursan, kovsan yine kaçmak istemez. Kıbrıs’ın insanları, yaşamı gerçekten Kıbrıs’ı çok güzel yapmıştır. Onun için bu ifadeler bütün Kıbrıslı Türkler için veya Kıbrıs’a gelip yerleşen diğer ulusların insanları için de geçerlidir...

Romanımda ilk kez mekânlar kullanıyorum. Dilara’nın Kıbrıs’a geldikten sonra bazı mekânlarda olması gerekirdi. Bazı yerlerde yaşaması gerekirdi. Verdiğim mekânlar da bizim ulusal, kültürel mekânlarımızdır. Gerçekten yaşatmak zorunda olduğumuz mekânlardır... Meselâ Saray Hotel... Saray Hotel bizim, toplumun en sıkışık anında yaptığı en büyük eserdir. Ne kadar hotel yaparsak yapalım, Saray Hotel’in verdiği anlamı hiçbiri veremez. Orda toplumsal bir varoluşun simgesi vardır. Ve bu oteli Kıbrıs’a gelen herkes biliyor...”

 

bb-076.jpg

Bu yazı toplam 1764 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar