1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Bellapais’in bekçisi...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Bellapais’in bekçisi...”

A+A-

KIBRIS’TAN HATIRALAR...

Bu fotoğrafı paylaşan CVAR/Severis Vakfı, sosyal medya sayfasında, fotoğrafın Bellapais’in 1974 öncesi bekçisi olan Kostas Kkolis’in fotoğrafı olduğunu anlatıyor...

Yazıda şöyle deniliyor:

“Araştırma Merkezimiz, bir kez daha “Lefkoşa’nın Geçmiş Yılları” adlı Facebook grubunun üyelerine verdikleri bilgiler nedeniyle müteşekkirdir. Bu fotoğraf da yine Edmond Tirkyan’ın kolleksiyonundan bir fotoğraf.

Fotoğraftaki adam, Kostas Kkolis – kendisi Bellapais’in bekçisi olarak yıllarca çalışmış. Bu fotoğraf, Bellapais Manastırı’nda Kostas Kkollis’in ofisinde 1967 yılında çekilmiş.

Bu fotoğrafla ilgili olarak insanların ifadelerine göre, Kkolis, Bellapais Manastırı’nın kalbiymiş, bazıları onun için “Manastırın Kralı” diyorlarmış, her zaman misafirleri incelikle ve sıcak bir gülüşle karşılıyormuş... Büyük bir sevecenlikle manastıra bakıyor, her zaman çiçeklerin ve ağaçların iyi durumda olmasına özen gösteriyormuş.

İşgalden bir sene kadar sonra, 23 Şubat 1975 tarihinde vefat eden Kostas Kkolis’in çok sevdiği köyüne gömülmesine Türk makamlar izin vermişler ve bir kişinin ifadesine göre, Bellapais’teki Panaya Asproforusa Kilisesi’nin çanının son bir kez, Kkolis’in cenaze töreni için çalınmasına da Türk yetkililer izin vermişler...

hhh-010.jpg

Foto: Edmond Torikyan...”


BİR ŞAİR VE ŞİİRLERİ...

Kıbrıslı Bir Aile Portresi 

Dört Kuşak.

Bizi affetmeyen şey
bozulmamış yatağın atlastan yorganı gibi
yattı bütün kış boyunca

Rum gelinin duvağı, ahşaptan yürek 
çerçevenin içinde,
çocukluğum boyunca, duvarda,
sahibini bekledi
Nenem mezarsız oğlunu bekledi
Babam babasından bir baba
Annem babamdan yıldönümü çiçekleri

Biz, annemiz bize sarılır diye bekledik –
bilerek veya bilmeyerek
Ve annelerimiz bize, 
biz annelerimize hâlâ dokunamıyorken
Hepimizin öpmeye doyamadığı,
tanrı çocuklar büyüttük.

Senem Gökel


Adadaki Kuyular
 
Vesveselerim yerde kalsın. Ben
korkularımı toplayıp doldurmak istiyorum çuvallara.
 
Çünkü sen alacağını açıkladın bilgece.
Yerin altına inip
 
sonunda onlarsız döneceğini.
Büyük bir sabırla beklememi seni.
 
Bademin kabuğu gibi, mermer taşla,
kıracağını bu görüntüleri.
 
Çünkü arkama bakmadan
geçebilmek istiyorum koridoru.
 
Bir bardak su için mutfağa varmak
ve huzur dolu yudumlamak onu
 
O kuyulardan,
kovalarla çıkmadıkları konusunda kuşku duymadan;
 
sahipsiz varsayılan bedenlerin
hikâyeleriyle atıldığı kuyulardan.

Senem Gökel


Venedik Surlarında Yürüyüş
 
Erguvan moru için kıyılan nice
murex trunculus’a adanmıştır.
 
Surların aşağısında
çocuklar köpekleri kovalıyor
köpekler köpekleri
Oraya buraya serpilmiş hurma ağaçları
yerinden kıpırdamıyorlar –
evimdeki halim gibi.
Dışarıda köpekler gibi kaçışım –
hurma ağaçları gibi dimdik
sohbet eden insanlardan.
Yazık, hep kilitli Mağusa Kapısı;
şimdi incir ağacı bitmiş her harabe evde
Kapı’da asılan asilerle katiller yaşıyor.
Ruhlara bile tutsak adanın laneti
Bin iğne bir aynaya seni çiziyor;
denizin demirden duvarları
yavaşça kıyıya çarparken
kulaklarıma kabuklar doluyor.

Senem Gökel


 

BASINDAN GÜNCEL...

“Dil yarası...”

Işıl Demirel

Yıllar önce tezimi yazmaya uğraştığım ve ana dil üzerine bir hayli kafa yorduğum günlerden birinde yaptığımız bir sohbette Avi, “Ladino’yla ilgili tüm hatıralarım küçüklüğüme ait. Bu dilde sadece sevgi sözcüklerini iyi bilirim. Başım okşandığında duyduklarım genelde Ladino’ydu” demiş ve sonraları bu anektodu sıklıkla kullanmıştı. Onun bu sözleri daha ilk duyduğum gün zihnime kazınmış beni bir hayli düşündürmüştü. Benim küçüklüğüme ait Judeo-Espanyol hatıralarım var mıydı? Benim anneannem de başımı okşarken ya da beni bağrına basarken Yahudice sözcükler fısıldıyor muydu kulağıma acaba? Bu soruların cevabını bilmiyorum. Belki de içinden fısıldıyordu ama ben duymuyordum. Çünkü duymamam gerekiyordu. Öyle ya kimliğini/kimliğimizi ele vermemesi için konuşmaması, anlatmaması gerekirdi. Böylece daha kolay bir hayatım olur, içinde yaşadığım toplumla barışık bir birey olurdum.

Öyle olmadı. Kanımda, köklerimde var olan kimlik bir sır olarak kalırsa daha kolay bir hayatım olacağını varsaymak benden çalmaktı aslında. Yaşım gelip de çocukken benim adıma verilmiş bu kararı bozmak istediğimde ise etrafımda bu dili bana öğretecek, benimle konuşacak tek bir aile bireyi dahi kalmadığını fark edip daha da eksik daha da yaralı oldum belki de kimbilir.

Şimdi bugünden geçmişe bakıyorum; benden kimliğimin bir parçasının sır gibi saklandığı o çocukluk günlerine. Aslında İsrail’den gelen ama bana Fransa’dan geldikleri söylenen yatılı misafirleri hatırlıyorum. Memleket özlemi ile yılda bir gelen yurtlarına geri dönen, etraflarındaki herşeyi özlemle bağırlarına basan, yedikleri balıktan, içtikleri rakıya, İbrahim Tatlıses’inden, Müzeyyen Senar’ına, Fenerbahçe maçından, vapur sefalarına, Kapalıçarşı’dan, Balat’a, Hasköy’e, Kuzguncuk’a, Moda’ya ve Beyoğlu’na olan açlıkları, hasretleri ile çılgına dönen neşeli misafirlerdi onlar. 500 yıldır burada kök salmışlardı kolay mı? Bu topraklarda misafir değillerdi elbet ama anneannemin evinde öylelerdi. Ve anneanneme uzun ama onlara belki de bir gün gibi gelen bu sayılı misafirlikte herşeye doymaya çalışırlardı.  Onlar için kurulan ziyafet sofralarında o hiç bilmediğim, anlamadığım, bana yabancı o dil konuşulurdu neşeyle ve coşkuyla. Bana Fransızca olduğu söylense de olmadığını içten içe bildiğim ama ne olduğunu da çocuk aklımla ayırt edemediğim o dil…

Zaman zaman pişen, eşine benzerine ne arkadaşlarımın evlerinde ne de başka yerlerde rastlamadığım o yemek ve tatlıları ve dilimin bir türlü dönmediği isimlerini hatırlıyorum da ne garip gelirdi çocukken. Farklıydı. Kelimenin tam anlamıyla farklıydı benim için. Anlamdıramadığım bir farklılık. Zorlanmayayım diye onlara uydurulan Türkçe isimleri ancak aklım erdiğinde terk ettim. Orjinaline döndüm inatla. Semola’ya irmik tatlısı da denir miymiş hiç dedim ve inatla gerçek isimlerini söylemeye çalıştım. Ama ne kadar denesem de bir türlü onlar gibi semola diyemedim. Ne ‘o’ yeterince yumuşak oldu ne de ‘a’ yeterince işveli, neşeli.

Sonra o birbirinden güzel, özenli, şık kadınlar var bir de hatırımda. Anneannemin evine çaya bazen de kahveye gelen. İsimleri her ne kadar Cemile, Suzan gibi takdim edilse de sohbet arasında, varlığımı unutturan ilk heyecanlı konuda, başka türlü seslenilen kadınlar. Her halleri ile bana takdim edildikleri gibi yaygın ve sıradan olmadıkları belli olan o kadınlar… Gerçek adları Suzi, Kamilla, Sofi olan, yalnızca kahve yanında keyif için içtikleri sigaralarını kocalarından asla saklamaya ihtiyaç duymayan, başka kadınların kocaları ile konuşurken utanıp sıkılmayan, elbiseleri ile uyumlu eşarplarını başlarına bağlamak yerine onunla elbiselerinin yakasını, boyunlarını süsleyen ve zarif topuklu ayakkabıları ya da terlikleri ve ipekli çorapları ile bacak bacak üstüne atıp otururken bile zerafetten ödün vermeyen ve  kendileri gibi neşeli, kıvrak elleriyle konuşmalarına renk ve jest katan kadınlar onlar. Sonradan okuduğumda, araştırdığımda karşıma çıkan ve Yahudilerle dalga geçmek için yazılan çizilen karikatürler ile alakası olmayan kadınlar.

Ve sonra, bir gün okulda dedenin adı ne diye sorduklarında zihnimde beliren o koca boşluk geliyor aklıma. Dedemin adı ne? Nasıl bilmem ben dedemin adını? Ya anneannemin adı? Onu da bilmiyorum. Hem utanıyor hem aptal buluyorum kendimi. Hiç duymadığımı farkediyorum adlarını. Bir telaş eve gider gitmez ilk iş bunu soruyorum anneme. Biri Murat biri de Emine diyor. Çocuk aklım bile inanmıyor ya yine de kabul ediyorum. Neden inanmıyor onu da bilmiyor, açıklayamıyorum. Ama içten içe biliyorum söylenenin doğru olmadığını. Hani isimler insanları anlatır ya. Ne Murat ismi dedemi, ne de Emine ismi Anneannemi anlatmıyor. Onları yansıtmıyor o isimler. Bu isimleri onlara yakıştıramasam da bunun da sebebini bilmiyor, açıklayamıyorum. Ve bilmedikçe hep eksik kalıyorum. Oysa adlarının Eliza ve Marko olduğunu öğrendiğim o gün, o isimleri ne kolay benimseyip yakıştırdığımı düşününce anlıyorum meseleyi. İsimler, adeta bir terzinin özenle üzerimize diktikleri elbiseler gibiydi. Ya tam oturuyor, bizi biz yapıyordu. Ya da üzerimize kimi zaman küçük kimi zaman da büyük gelen, komşudan ödünç alınmışçasına eğreti duruyordu.

Sonra bir de Cumartesiler var tabii. Neden Cumartesileri hep anneanneme gidildiğini de bilmiyor ama bu alışkanlığı kanıksıyordu çocuk zihnim. Hiç düşünmüyordum neden başka bir gün değil diye. Ve oraya giderken neden hep bir pasta, börek, hazır birşeyler alındığını, ve içilen çayı hep neden annem ya da teyzemin hazırladığını. Garipsiyor bu durumu çocukluğum ama artık bu kadarını da sormuyor sorun çıkarmamak, büyükleri kızdırmamak için. Sorsa sıralanacak bahaneleri duymak istemediği için belki de. Belki de bir vedre gibi büyütüldüğünden aklına bile gelmiyordu bu detayları düşünmek kim bilir.

Yıllar geçiyor, eksiklerle büyüyorum. Büyüdükçe daha da eksiliyorum. Bir bir göçüp gidiyor sevdiklerim bu dünyadan. Ben daha neden, niçin, nasıl diye soramadan gidiyorlar üstelik. Anlatamadan, öğretemeden gidiyorlar. Beni kendi dillerinde sevemeden, gerçek isimlerini söylemeden, İsrail’den gelen o akrabalar ile beni uslübunca tanıştırmadan, o ziyafet sofralarına koyulan yemeklerin, tatlıların nasıl yapıldığını, isimlerinin nasıl söylendiğini ve daha da önemlisi dillerini bana öğretmeden, eksik bırakıp gidiyorlar. Eksikliklerimi gidermek için daha fazla uğraşıyorum büyüdükçe. Sahip olamadığım geçmişi hayatıma dahil edebilmek oluyor tüm çabam. Bu sebeple asıyorum o siyah beyaz eski aile fotoğraflarını evimin duvarına. O fotoğraflarda adlarını çok sonra öğrendiğim büyükannelerin, büyükbabaların, dayıların, teyzelerin, ömrümde bir kısmını hiç görmediğim o aile bireylerinin yüzlerinde arıyorum geçmişi. Onlara her baktığımda fotoğraftaki o anı canlandırmaya çalışıyorum zihnimde.

Anneannem ile dedemin düğünü önümde duruyor mesela. Tamamı dantelden ince ince işlenmiş gelinliği, uzun duvağı, çiçekli tacı, elinde luludyaları ve boynunda 3 sıra inci kolyesi ile anneannem ve özenli taranmış saçları, dönemin modasına uygun incecik kesilmiş bıyıkları, jilet gibi takım elbisesi ve papyonu ile dedem bir grup insan arasında bana gülümsüyor. Ve ben hayal ediyorum: sinagogdan çıkışlarını düşlüyor, kapı önünde fotoğraf çekilmeden az evvel bir ağızdan haykırılan Mazaltov seslerini duyuyorum zihnimde. Bir sürü sözcük daha geliyor kulağıma ama duysamda anlayamıyorum. Ve sonra başlıyorum çalışmaya. Açıyorum sözlüğü önüme her bir kelimeyi aklıma yazmaya, zihnime kazımaya uğraşıyorum. O kadar uğraşıyorum ki artık anlıyorum. Ama anlasam da konuşamıyorum.

Alev Karaduman, “Anlıyorum Ama Konuşamıyorum” adlı kitabı için birlikte katıldığımız bir söyleşide kitabını anlatırken şöyle demişti; “Hayatım boyunca hep şöyle oldu; biri nerelisin diye sorar. Ben Doğubeyazıtlıyım derim. Aa Kürt müsün der gözleri parlayarak. Evet derim. Kürtçe biliyor musun der; işte o zaman büyü bozulur. Anlıyorum ama konuşamıyorum derim. Utanırım, sıkılırım, ezilirim o cevabın altında”. İşte bir dille büyümemek, büyüyememek böyle ezici bir şey o zaman da onu anlamıştım. Anlamak ama konuşamamak ne zor bilemezsiniz. O yüzden siz, siz olun bizlerden dilinizi esirgemeyin.  Bırakın aksanlı konuşalım sizler gibi ve bırakın bilelim o dilin tüm inceliklerini. Bilelim ki bizler de anlatabilelim, öğretebilelim bizden sonra gelenlere!

(AVLAREMOZ – Işıl DEMİREL – 21.2.2021)

 

Bu yazı toplam 1817 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar