“Ben 28 yaşındaydım oysa babamı gömdüklerinde henüz 23 yaşındaydı…”
Babası 1974’te “kayıp” edilen Aliki Danezis-Knutsen, duygularını anlattı:
Aliki Danezis-Knutsen, bir “kayıp” çocuğu… ABD’de ve Avrupa’da önemli filmlere imza atmış bir yönetmen… O bir Kıbrıslı…
1974’te babası Panikos Sotirios Danezi, Balabayıs’ta “kayıp” edildiğinde henüz 23 yaşındaymış…
Panikos Sotirios Danezi’nin Mitsero köyünden olduğunu söylüyor arkadaşımız Aleksandra… Panikos, 22 Temmuz 1974’te “kayıp” edilmiş, ondan geride kalanlar başka “kayıplar”la birlikte bulunmuş ve defnedilmiş… Panikos Sotirios Danezi’nin film ve tiyatro yönetmeni olan kızı Aliki, “Babam her zaman gülümserdi” diye anlatıyor 24h.com.cy internet sitesinde yer alan röportajında… “Öksürüğüme iyi gelecek bir şeyler bulmak için sabahın 06.30’unda evden fırlardı…”
Aliki Fransa’nın Lyon kentinde doğmuş – hem annesi, hem babası orada eğitim görmekte olan Kıbrıslılar’mış… 1974’te Aliki henüz bir yaşındaymış, darbe olduğu zaman annesi Aliki’nin daha sonra dünyaya gelecek kızkardeşine hamileymiş… Kıbrıs’taki savaşa katılmaya gitmiş ve “kayıp” edilmiş…
Aliki, babasıyla ilgili sürekli kafasında senaryolar kurduğu için şimdi dönüşmüş olduğu şahsiyete dönüştüğünü anlatıyor. İlk filmi de “kayıplar”la ilgili olmuş… İki kardeşin “kayıp” babalarını arayıp aramama konusunda yaşadıkları çatışmayla ilgiliymiş bu film. “Bu film, benim kişisel konularımdan esinlenmiş tek filmdir. Sonra rahatladım, kafamın gerisinde her zaman geçmişimde yaşanmış olaylar olduğuna da inanıyorum…” diyor.
“Çocukluğumdan hatırladığım ailemizde her zaman bir tür hüzün olduğudur, babamla ilgili konuşmaktan kaçınırdık. Ne denebilirdi ki? 1974’ten sekiz yıl sonra annem, yaşamını yeniden kurma kararı almıştı. Ölü mü, sağ mı olduğunu somut biçimde bilmeksizin, sevdiği adamdan boşanmak durumundaydı. Norveçli Knutsen’le evlendi – o da benim için harika bir üvey baba oldu” diye anlatıyor. Ve şöyle devam ediyor:
“Kıbrıs’ın yeniden birleştirilmesi için bir çözüm arayışlarını anlıyorum. Ailemizin bir üyesini ve büyük bir serveti savaşta kaybetmiş bir aileden geliyorum. Uzun yıllar boyunca “Ne zaman geri döneceğiz” veya “Oğlum ne zaman geri gelecek” diyen ninemle dedemi dünleyerek büyüdüm. Ama yeter… Zaman geçtikçe ve ada bu şekilde bölünmüş biçimde kaldıkça, tüm tarafların kaybetmiş olduğunu anlıyorum. İki toplumu birleştirecek bir çözüm bulmak için çalışmamız gerekir. İdari sorunlar nasıl çözülecek bilemem ancak geçmiş, tüm gelecek nesillerin geleceğini baskı altına almamalıdır…
New York’taki eğitimimi tamamlayıp 1997’de adaya döndüğümde yeşil hat üzerinde bir ev kiralamıştım. Neredeyse yıkıntı bir evdi bu, yalnızca yaşlıların ve fahişelerin yaşadığı bir yerdeydi. Penceremden Beşparmaklar’ı görebiliyordum… Birkaç yıl sonra barikatlar açılınca ve öteki tarafa geçme olanağım olunca şoke olmuştum… Bu dağların üçüncü bir boyutu olduğunu anlamıştım – okulda elişi dersinde yaptığımız gibi bir şey değildi… Bunları aşıp da sonuçta denize vardığımda doğrusu başım dönmüştü. Dışarısını saplantı haline getirmiş, İngiltere’yle bağlantılı Kıbrıslılar’ı suçlayabilirsiniz… Adamızda özgürce dolaşamadığımız için DNA’mıza bir tür esaret işlenmiş sanki ve kaçma ihtiyacı duyuyoruz…
Babamdan geride kalanlar bulunduğunda, yaşadıklarımızı iki sözcükle açıklayabilirim: Pulp Fiction (“Ucuz Roman”). İnanılmaz bürokratik denetimler ve kimliklendirmeler arasında bir dizi sürrealist sahne yaşadık. Arkeologlar, genetikçiler, kaç tane bilim insanı vardı bilmiyorum. Geçmişte tüm kayıp yakınlarından kan örnekleri almışlardı – babam olduğunu bilerek ağlıyorduk – parmağında annemin adının yazılı olduğu evlilik yüzüğü de vardı zaten. 22 Temmuz’daki kitlesel öldürmeyle ilgili bir köylünün bir tanıklığı olması inanılmazdı – eğer bunu bilmiş olsaydık, onca yıl kuşkular içinde yaşamamış olacaktık. Ancak açık göstergeler olduğu halde tanıklıkların açıklanmaması siyasi bir karardı…
Toplu mezarı arayışımız da çok zordu… Üç gün boyunca elimizde bölgenin haritaları, işgal bölgesindeki tarlada o mezarı arıyorduk… Onun gömülü olduğu yeri bulmamız neden bilmem ama bizim için çok büyük anlam ifade ediyordu… Şimdi artık bu konuda gülümseyebilirim, mizahla karışık bunun bir tür “hazine avı” olduğunu söyleyebilirim ancak bu hiç de kolay değildi. Ben 28 yaşındaydım, oysa babamı gömdüklerinde yaşı 23 idi… Çok tuhaf bir durumdu bu… Tüm o gözyaşları ve üzüntü sonuçta hatıralar korosuna dönüştü… Ancak bugün dahi babamla ilgili düşünüyorum, onun nasıl olduğunu hatırlıyorum ve susuyorum…
17 yaşındayken Los Angeles’e gitmiştim, film okumaya ancak burasının acımasız bir yer olduğunu kavrayınca, New York’a gitmiştim. Orada beş yıl kaldım ve bunlar kesinlikle yaşamının en güzel beş yılıydı. Filmler, film çekimleri, ilginç insanlarla tanışma, sinema okuma…
Sırt çantamı alıp New York’tan Kıbrıs’a döndüm, ilk uzun metraj filmim için fon bulmuştum. Ancak New York’a sevgim bitmemişti ve felsefe okumak üzere bir bursla oraya geri döndüm. İkinci filmimi Kıbrıs ve Uruguay’da çekerken, John Stankoğlu ile tanıştım ve birlikte Atina’ya gitmeye karar verdik. Bir aile kurmak istiyorduk ve New York çok güzel ve yaratıcı bir şehir olsa dahi, çocuk yetiştirmeniz için çok zor bir yerdir.
Evripidu’da bir yerde yaşıyoruz birkaç yıldır ve bu dönem yaşanmış tüm zorlukları görüp geçirdik. “Belki de buradan ayrılmalısınız” diyenler oldu ve bir noktada bunu düşündük de ama kaldık, çocuklar yakınlardaki okullara gidiyor ve her şey tamamdır.
Sinema büyük aşkımdı ancak tiyatroyla da ilişkim vardı… Şimdilerde Pire Belediye Tiyatrosu’nda “Caligula” oyununu yönetiyorum…”
Aliki Danezis Knutsen’in resmi web sayfası:
https://alikidaneziknutsen.com/
(24h.com.cy’dan derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ).
Aliki Danezis Knutsen, Kıbrıs’ta da Tenessee Williams’ın ünlü oyunu “A Streetcar Named Desire”ı yönetmiş…
“Yollar ve portokallar” 1996’da Aliki Danezis Knutsen’in yazıp yönettiği bir başka uzun metrajlı film.
Filmin özetinde şöyle deniliyor:
“Dafne, Lefkoşa’ya gönder. Zamanı vardır ancak belirsizlik ortadadır. Şehir ve insanlar statiktir… Dafne’nin kızkardeşi Anna bir fotoğrafçıdır, kendine güveni tam olan ve güçlü biridir.
Türkiye’de iki “kayıp” Kıbrıslı’nın görülmüş olduğu yönünde bir radyo haberi, Dafne’yi kendi “kayıp” babasını düşünmeye iter… Anna’ya göre mesele kapanmıştır. Ancak Dafne’nin hissettiği güçlü melankoli, Anna’yı da Dafne’nin Türkiye’ye yapacağı belirsiz yolculuğa sürükler. Türkiye’de iki “kayıp” Kıbrıslı’yı arayacaklardır… Seyahatte pek çok sürpriz gizlidir: insanlar, yerler ve kendileri hakkında sürprizler… Lefkoşa’ya dönüşlerinde şehir “neredeyse” aynıdır…”
Aliki Danezi Knutsen’in 2003’te Uruguay ve Kıbrıs’ta çektiği bir diğer film de “Bar” adlı filmdir.
Filmin özetinde şöyle deniliyor:
“Aynı anda iki öykü iç içe geçiyor ve her ikisinin merkezinde de Lea vardır.
Öykülerden biri Uruguay’ın Montevideo kentinde geçer, diğeri ise Lefkoşa, Kıbrıs’ta. Lea’nın “kayıp” kardeşi iki öyküyü birleştiren şeydir.
Lefkoşa’da bir grup bilim insanı DNA yönetmiyle uzun süre önce ölmüş insanların kimliklendirmesini yaparken, Montevideo’da Lea “kayıp” erkek kardeşini bir tango şarkıcısıyla aynı fotoğrafta görür.
Bu film yoklukla ilgilidir… Gerçekliği düşlemden ayıran ince çizgiyle ilgilidir…”