BEN YAZAR DEĞİLİM
Eski yazılarıma göz gezdirmek bazen hüzün veriyor bana. Bir zamanlar beni heyecanlandıran o cümleler, hatta hafif bir gururla dolduran bazı keşifler, sıradanlaşmış, banalleşmiş artık. Oysa onları yazarken kanatlanıp uçmuş; okurla buluşacakları anı kalbim tetikte beklemiştim. Bütün yazılar için geçerli değil tabii bu… Eski heyecanı yaratmasalar bile hala buluştuğum bazı cümleler var. Onların bazıları da artık uzaklardaki bir “ben”in, bir başkasının sayıklamaları gibi… Yazarları olarak onları okurken herhangi bir okur değilim kuşkusuz. İçimde sonsuz çağrışımlar yaratıp yazıldıkları dönemlere ait bellek kapılarını aralıyorlar. Bir anlamda evrak-ı metrukem gibiler. Yine de bir başkasıyım artık onlara bakarken. Bazen burun kıvırıyorum; çoktan geçtiğim bazı aşamalarda durdukları için küçümsüyorum onları… Bazen de şefkatle saçlarını okşamak, şimdilerde bulunduğum daha olgun bir yerden akıl vermek, üstlerini çizip düzeltmek istiyorum.
Geçmişte hayatın merkezinde duran, kalbi hızla çarptıran eski sevgililerle yıllar sonra karşılaşmayı anımsatıyor bana bu… Hep iç acıtan bir şey vardır bu sahnelerde… Sayfalar dolusu söz durur arada ama sadece bir el sıkışıp, yanağa öpücük kondurup yürüyüp gidersin çoğu zaman… Bir anda uzun bir film geçer gözlerinin önünden, bir ruh hali, bir tat, içinde kaybolduğun bir dehliz getirir bu karşılaşma. Ayrılık kırgınlıklarla gelmiştir çoğu zaman ve kırıldığı yerden yeniden sızlar kalbin.
Geçmişe bakarken ayırdına vardığımız eskime, yıpranma, yaşlanma halinin getirdiği hüzün belki de hissettiğimiz… Bu durumun olgunlaşma, antika eşyalarda olduğu gibi zamanın dokunuşlarıyla değer kazanma gibi bir ödülü de var bir yandan da… Yine de tam yaşanamamış, veda edilememiş bir dönem olabilir çocukluk ve gençlik. Potansiyelini tam gerçekleştiremediği için acı duyar insan. Suçluluk duygularına, öz öfkelere, günah keçileri eşlik eder. Geriye dönüp düzeltilemeyecektir artık olan biten. Bizim hayatımızdır söz konusu olan. Bütün detaylarını, bütün inceliklerini bildiğimiz hayatlarımız… Başkalarına rol yapsak bile kendimize yapamayız. Tut ki rol yaptık; kulise dönüp aynaya baktığımızda karşımıza çıkar gerçek yüzümüz.
Maskesiz bir hayat yaşamaya gayret etmişimdir hep. Çaresizlikten maske taktığım bazı anlar da olmuştur tabii… Bazen bir maske başkalarının tiyatrosunda var olabilmek için tek seçenektir çünkü. Maske, ardına gizlenerek gerçeği haykırmanın imkânını verebilir insana. Bazen insanın kendi yüzü toplumun yalan tiyatrosunda öylesine yabancılaşmıştır ki bir maske gibi durur zaten. Hayat çıplaklığa tahammülsüzdür. Çıplak bir içtenlikten ötürü hemen ipe götürülmektense kendini gizlediğin yerden karmaşık boyutlarıyla gerçeğin sesini işittirmek mümkün olabilir.
Bu maskeli balo içinde görünür olmanın bir yolu da maskesiz dolaşmaktır bir yandan da… Birden bütün bakışlar sana yönelebilir, bu azınlık halinle bir tehdit oluşturursun o zaman da… Seni yok etmek için her an harekete geçilebilirler. Bunu yaşamışımdır. Çok iyi biliyorum.
Bir zamanlar bazı konularda neden bu kadar saçma davrandığımı araştırırken geçmişte kayboluyorum. Bugünden bakınca o gün yapılabilecek olanı daha net görebildiğimi sanıyorum çünkü. Gerçek yine de görülenin ötesinde bir yerde ve oldukça karmaşık ama.
Bugün farkında olmadığımız, bir türlü göremediğimiz, bütün dengeleri altüst edebilecek faktörler vardır çoğu zaman geçmişte. Küçük bir ayrıntıdır belki ama büyük sonuçlar getirmiştir. Bunları keşfediyorum bazen ve bir aydınlanma yaşıyorum. Adını koyunca rahatlıyorum. Genelde, unutmaya çalıştığım, bastırdığım bir anının canlanması yaratıyor bu aydınlanmayı… O anımsama, travmayı tetikleyip yeniden hastalandırabiliyor tabii beni… Yine de aynı şiddette olmuyor bu… İçinde yaşarken seni yere seren o anı, bir artçı sarsıntı olarak var oluyor yalnızca.
Yazar, ruhun karanlık alanlarında dolanırken insanlık hallerine dair bazı durumların çilingiri olabiliyor. Kendisine dair bir gizli gerçekle karşılaşmak, bilmeceyi çözmeye yanaşmak heyecanlandırıyor okuru.
Günümüzde ortaya çıkan bir yazar türünün yazıyla kurduğu ilişki ürpertiyor beni… Bir algı yönetimi, okurun bir biçimde maniple edilmesi üzerine kurgulanıyor “edebiyat” adına sunulan kimi kitaplar. Yazar’a getirilecek ünün, çok satışın önünü aşacak formüller üzerine yoğunlaşılıyor. Yazarlık maskesi özenle hazırlanıyor. Sonra gelsin şöhretin yarattığı “dolce vita”lar.
Oysa edebiyat derin bir yalnızlık içinde yaratılan ve insanlığa maskeleri çıkarma çağrısı yapan bir vicdan alanı değil mi biraz da… Yazarlık bugün yükselişte olan tarz bir şeyse içimden “Ben yazar değilim” demek geliyor doğrusu.