
Benliğin Kaybı / Depresyon Çağında Mutlu Olmak Mümkün mü?
Tıpkı zayıf kökleri olan bir ağacın suyu, güneşi ve toprağı emip kendini oluşturamaması gibi biz de çevremizden aldığımız izlenimleri, bilgileri, değerleri kendi bünyemize katıp kişiliğimizi oluşturamayız.
Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com
“Karanlıktım.” Kendisini böyle açıklamak istediği zamanlar olmuştu. O karanlıktı. Karanlık bir yerde o vardı. Son zamanlarda tecrübe ettiği, renklerin var olmadığı o siyah-beyaz dünyası, muhteşem, sessiz ve huzurluydu ama artık geri dönemeyeceği bir yerdi. Ona o dingin barışı hissettiren mutluluk geri dönüşe kapanmıştı. Ancak onun kayıp duygusunu hissetmesi imkansızdı. Şu anın dünyasının yaşattığı kaygı ve acıya dayanmak için bile enerjisi yoktu. Vejeteryan - Han Kang
Çağımızın yükselen değeri depresyon. Her üç kişiden birinin antidepresan ya da benzeri sakinleştiriciler kullandığı, kullanmayanların ise ya mutsuzluklarını kabullenmedikleri ya da bir çözüm aramadıkları bir dünyada yaşıyoruz. Mutsuzluk ve depresyon en yaygın ruhsal sorunlar olduğu halde günlük yaşamımızda bu soruna ciddi bir şekilde eğilmekten çok unutmayı ve TV, sosyal medya ve eğlence yoluyla ondan kaçmayı tercih ediyoruz.
Mutluluğu nerede bulacağımızı kaybetmiş gibiyiz. Yalnızlık, kaygı ve depresyondan kaçmak için yaptığımız şeyleri mutluluk sanıyoruz. Eğlence dediğimiz şeylere yönelmek gerçekten bizi mutlu ediyor mu? Bir süre kurtlarımızı döksek de gerçeğe (yaşamımıza) geri döndüğümüzde her şeyin eskisi gibi berbat olduğunu görüyoruz. Mutluluğa açız, ama onu nerde ve nasıl bulacağız?
Oysa kaybettiğimiz mutluluk birçok durumda işlerin yolunda gidip gitmediğini anlamanın en göze çarpan ölçütü değil midir? Herhangi bir kuruma, diyelim ki bir okula dışardan bakıyorsunuz, öğrencileri görüyorsunuz, yüzleri gülüyor, canlı ve neşeli görünüyorlar, o zaman o okulda iyi bir eğitim olduğunu düşünebilirsiniz. Ya da aksi bir durumda insanların mutsuz olduğu yerlerde işlerin doğru yürümediğini hemen anlayabiliriz. Kısaca mutlu diyoruz ama bu kelimenin ardında elbette çok anlamalar saklı. Mutluluk neşe, üretkenlik, kendini iyi hissetme, umut, yaşamdan zevk alma, dayanışma içinde sevgi dolu ilişkiler yaşama gibi unsurların bir birleşimi olarak ortaya çıkan bir ruhsal istikrar hali olarak tanımlanabilir. Çok yönlü, derin ve geniş deneyimlerle çağrışım yapan mutluluk kavramı elbette aynı zamanda oldukça yanılgılara açık bir kavramdır. Mutluluk hazla, başarı hissi ve yaşam üzerinde kontrole sahip olma gibi anlamlarda da kullanılabilmektedir. İçinde bulunduğumuz kültür mutluluk anlayışımızı da biçimlendirmektedir. Mutluluk aynı zamanda hüzün, zorluklar, kaygı gibi olağan yaşam duygularını da kapsamalıdır. Mutsuzluğu kapsamayan bir mutluluk her zaman eksik kalmış olacak ve elimizden kolayca kayıp gidecektir. Goethe’nin Genç Werther’in Acıları romanının baş kahramanın aşık olduğu kadından ayrılırken sarf ettiği şu sözler bu çarpıcı çelişkiyi özetler: “O kadar sevdiğim, o kadar bağlı olduğum senden uzaklaşıyorum ve bundan mutluluk duyuyorum.”
Ancak çağımızda modern şehirlerin olduğu yerlerde insanların çok mutlu göründüğü söylenemez. Bu genel bir gözlem ve elbette istisnalar olabilir. Gezdiğim birçok ülkede yerleşim yerlerinin kalabalıklığı ölçüsünde insanların daha mutsuz, gergin ve kaygılı göründüğünü gözlemlemişimdir. Sanırım bu gözlemimi birçok okur da paylaşır. Elbette çok kötü koşullar altında yaşayan insanlar köyde ya da şehirde yaşamalarına bakılmaksızın mutsuz olabilirler. Ama büyük metropollerde insanların mutsuz olmak için çok daha geçerli nedenleri vardır: trafik, aşırı rekabet, gürültü, çevre kirliliği, kötü giden ilişkiler vs. saymakla bitmez.
Son elli yıl içinde şehirlerde yaşamanın yol açtığı mutsuzluklar öylesine çoğaldı ki, daha önce kelime dağarcığımızda olmayan yeni kavramlar bile icat ettik. Bunlar stres, depresyon ve kaygı gibi dilimize iyice yerleşmiş kavramlardır. Bu kavramlar bir bakıma mutsuzluğun yoğun, yaygın ve baş edilmesi güç hale geldiğini de ima etmektedir. Hepimiz için sağduyuya dayanan ortak bir gerçek de şudur ki, mutsuzsak hiçbir şeyin bir anlamı olmaz. Yani bir insan en lüks ve güzel yerde en iyi insanlarla olsa, zengin olsa ve arkadaşları da yanında olsa dahi eğer mutsuzsa tüm diğer şeylerin bir önemi yoktur. Ve biz bu mutsuzluğu dışardan göremeyiz. Gene hepimiz biliriz ki mutsuzluğumuzu başkalarından saklayabilir ve işler yolundaymış gibi görünebiliriz çoğu zaman. Ve hatta bizden mutsuzluğumuzu dışarı vurmamamız beklenir, kimi yerde bu bir görgü kuralıdır ama bundan da öte mutsuz insan başarısız bir insan olarak görülür.
Ben bu yazıda her birimizin kendi kişisel mutsuzluk renklerini bir kenara bırakıp hepimizi insanlar olarak etkileyen ortak noktaları tartışmak istiyorum. Çünkü belki bazı farklılıklarımız olsa da çoğumuzun benzer şeylerden dolayı mutlu ya da mutsuz olduğumuza inanıyorum. Bu şekilde yaparak aynı zamanda kendimizi başkalarını mutsuzluklarına daha açık hala getirecek ve ortak mutsuzluklarımıza çözüm ararken bile mutluluğumuzu daha sağlam temeller üzerine inşa edebileceğiz.
Bizler her ne kadar olumlu (bizi destekleyen) koşullarda daha mutlu olduğumuza inansak da aslında çoğu zaman tam da bu koşullar yüzünden mutsuz oluruz. Örneğin maddi imkanları gelişmiş ve herkesin kendi isteklerini gerçekleştirebileceği bir toplum yaratırken bu da beraberinde stres dolu ve bizi yalnızlığa mahkum eden bir kopuşa sebep olur, sonuç olarak mutsuzluğa zemin hazırlar.
Çevremizde mutlulukla ilgili düşüncelerin çoğu mutluluğun koşullarla ilgili olduğu algısını yaratmıştır. Fakirsek, işsizsek ya da hastaysak mutsuzuz demektir. Elbette koşullar bizi derinden etkiler. Ancak koşulların iyileşmesinin sonu var mıdır? İnsan en rahat koşullarda dahi sıkılabilir, anlamsızlık hissedebilir ve mutsuz olabilir. Bazı koşullar kimi insanlara çok zor gelirken bazıları bu koşulları normal ve istenir bulabilir. Bütün gün ağır yük kaldırmak bir hamal için eziyetken vücut geliştirme salonunda aynı ağırlığı kaldıran kişi bunu spor olarak görüp keyif alabilir. Sınava hazırlanırken zorunlu olduğu için okumak mutsuzluk verirken, hobi olarak kitap okumak en büyük keyif olabilir.
Belki de önce bu koşulların tersi yaratılarak ortaya çıkan acıdan kurtulmak bize mutluluk gibi gösterilmiştir. Örneğin çoğumuz eğitim hayatı boyunca bir odada oturup öğretmeni dinleyip bir şeyler öğrenmeye zorlanmışızdır. Bu yüzden dışarda olmak, uzun süre çalışmadan boş zaman geçirmek çoğumuz için rahatlığın ve mutluluğun göstergeleri olmuştur.
Ancak işin en kötü tarafı, mutlu olup olmadığımızı ölçmek gibi bir alışkanlık geliştirmişizdir. Bu da başlı başına mutsuzluğumuzun bir nedeni haline gelmiştir. Bu yüzden sık sık kendimizi gözlemler ve mutsuz olduğumuz ortam ve eylemleri belirler ve bunlardan kaçmaya çalışırız. Bu yüzden ya saplantılı bir şekilde çok çalışır ya da her bulduğumuz fırsatta çalışmak ve üretken olmaktan kaçıp uyuşmayı, tembelliği seçeriz. Mutlu olup olmadığımızı ölçme alışkanlığımız bizi sonunda mutluluğu daha sağlam yakalayacağımız uzun ve yorucu süreçlerden kaçmaya itmiştir, çünkü mutluluk tasarımımıza göre eğer mutluysak o an hemen gerçekleşmelidir bu. Viktor Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı adlı muhteşem eserinde yazdığı gibi, “Başarıyı amaçlamayın; bunu ne kadar amaçlayıp hedef haline getirirseniz, elinizden o kadar kolay kaçırırsınız. Mutluluk gibi başarı da kovalanmaz: Kendisi ortaya çıkmalı ve bu sadece insanın kendisinden daha büyük bir davaya bağlanmasıyla veya insanın kendisi dışında bir insana tesliminin yan etkisi olarak gerçekleşebilir.”
Mutluluğu ertelersek ya da onunla ilgilenmeden sadece yaşamın zorluklarına yoğunlaşırsak mutlu olamayız diye düşünürüz. Aslında bu ‘süreci sevmek’, acısı ve zorluklarıyla ‘yolda olmayı sevmek’ yerine sonuçlara odaklanan zihnimiz yüzündendir. Bir yazıyı okurken bile bu zihni gözlemleyebiliriz. Biz bir yazıyı, düşünceyi okurken kesin, sağlam önerilerden, somut ve net ifadelerden mi hoşlanıyoruz, yazarın konun etrafında dönmesini ve bir şeyleri açımlarken kesin yargılara ulaşmamasını sıkıcı mı buluyoruz? Bir filmi izlerken konunun ne olduğunun hemen ortaya çıkmasını, iyi ve kötü adamların net bir şekilde ortaya serilmesini mi istiyoruz? Kısa, kulağa hoş gelen, hemen keyif veren ritimleri olan müzikleri dinlemeyi mi seviyoruz? Ağızda sindirmesi kolay, yoğun tatları olan, çabuk yenen ve hemen doyuran (kısaca fast food) yiyecekleri mi seviyoruz?
Kendi mutluluğumuzu ya da mutsuzluğumuzu nasıl ölçeriz? Bir insanın kendi kendine ben mutluyum ya da mutsuzum demesinden daha geçerli bir ölçüt olamaz elbette. Ancak insan ya kendini mutsuz olarak tanımlarken aslında mutlu, mutsuzken de mutluysa? Kendimize karşı ne kadar yansız ve dürüst olabiliriz? Peki belli bir anda kendisine bakıp gerçekten mutsuz olduğunu kabul etme cesareti gösterip bu durum karşısında bir şeyler yapma umudu olan ve azimle bu işe koyulan bir insan kendinde neler gözlemler?
Elbette her insanın hayatı kendine özgü olduğuna ve hayatımızın her anı da bir başka ana benzemeyeceğine göre mutluluğumuzu ölçerken bile kendimizi kaygan bir zeminde bulabiliriz. Belki de bütün hayatımız boyunca çoğunlukla mutsuz olduğumuzu hissetmişizdir. Ya da bazen mutlu bazen mutsuz olmuşuzdur. Mutlu olmak için didinip durmuş ama başaramamışızdır.
Gerçek mutluluk nerede olabilir?
Oysa gerçek tatlar, mutluluklar emek gerektiren zorlu çalışmaların ardında saklanıyor olabilir. Ve bu mutluluklara ulaşmak için bu çalışmaları sevmek, bu çalışmaların kendisinden zevk almak gerekiyor olabilir. Hep görünüşte yaşayan, hazzı hemen almak isteyen zihinlerimiz bize kısa vadede mutluluk ama uzun vadede mutsuzluk getiriyor. Çünkü asıl mutluluk hali bambaşka bir oluşum gerektiriyor: Kişiliğin, benliğin oluşumu. Gerçek, güçlü, sağlam temellere dayanan bir ağaç gibi olan bir benliğimiz yoksa mutlu olacak olan kimdir? Sağlam bir benlik hissine sahip olmak sağlam değerlere sahip olmak ve bunları geliştirmek demektir. Sevgi, alçak gönüllülük, üretkenlik gibi değerlerin ta kendileri zaten mutluluk üreten değerlerdir. Eğer benlik duygumuz gerçek doğamızda temel atıp oradan büyüyüp gelişmemişse, tıpkı zayıf kökleri olan bir ağacın suyu, güneşi ve toprağı emip kendini oluşturamaması gibi biz de çevremizden aldığımız izlenimleri, bilgileri, değerleri kendi bünyemize katıp kişiliğimizi oluşturamayız. Bu yüzden bu değerleri algılayıp onlardan beslenebileceğimiz çaba gerektiren etkinliklere ihtiyacımız vardır. Bunlar zorlu emek isteyen okumalar, uzun dağ yollarında yürüyüşler, günlük hayatın emek isteyen çalışmaları, bencilliği aşarak başkalarına fedakarlıkla zaman ayırıp onların iyiliği için yapılacak birçok işleri kapsar.
Johann Hari’nin Kaybolan Bağlar adlı kitabını okurken bir kez daha mutluluk ve depresyon üzerine düşündüm. Bir kitabı eleştirmeden okumanın tembelliğine kapılmamak istedim. Hari çok haklı olarak depresyonun temel olarak beynimizdeki kimyasal bir dengesizlikten dolayı ortaya çıktığı ve anti-depresanlarla kolayca iyileştirilebileceği varsayımına karşı çıkıyor ve kitap boyunca mutsuzluğumuzu oluşturan koşulları bilimsel bir yaklaşımla inceliyor. Koşulları anlamak çok değerli ve hem kendi koşullarımızı belirlememizde hem de toplumsal çalışmalarda bunları göz önüne alarak insanların iyiliğini desteklemek zorundayız. Ancak depresyonu sadece dışsal koşullara bağlamak onu beyin kimyasına bağlamak kadar indirgemeci olabilir. Örneğin çalışma koşullarını incelediği kısımda Hari yaptığı iş üzerinde kontrolu olan insanların olmayanlara göre daha az depresyona girdiğini belirtiyor araştırmalara dayanarak. Ya da monoton bir işi olan insanların olmayanlara göre daha mutsuz olduğu ortaya çıkıyor. Peki bu verilerden nasıl bir sonuca ulaşacağız. Öncelikle şunun altını çizmek gerekir ki, çevremizdeki olayları kontrol etme konusundaki arzumuz bizi belli bir ölçüde rahatlatsa da bu uzun vadede daha uyumsuz bir kişilik geliştirmemize neden olabilir. Hayattaki her şeyi kontrol edemeyeceğimize göre, kontrol alışkanlığına kapılmak yaşamın daha büyük ve temel olayları söz konusu olduğunda bizi çok büyük bir çıkmaza sürükleyebilir. Örneğin, yaşlılık, hastalıklar ve ölüm gibi ileriki yaşlarda daha çok karşılaşacağımız durumlarda ne tepki vereceğiz? Kötü koşullara alışan ve hayatı kontrol edemeyeceğini öğrenen bir insan bu tür zorlu koşullara daha esnek tepkiler verebilir. Monotonluk iş hayatında elbette istenen bir şey değildir, ancak monotonluğu nasıl algıladığımız da önemlidir. Her gün sadece bulaşık yıkayan bir insan eğer bulaşık yıkamayı sevebilirse bu durumda bulaşık yıkamak onun için son derece zevkli olabilir. Çoğumuz başkalarına çok zevkli gelebilen rutin etkinliklerden son derece sıkılabiliriz. Mesela televizyonda maç izlemeyi hiç sevmeyen birisi başkalarının nasıl her gün saatlerce bir topun peşinde koşan yirmi iki adamı izlediğine şaşırabilir. Bir başkası da son derece boş bulduğu ve izlemek zorunda kalsa sıkıntıdan patlayacağı pembe dizilerden nefret edebilir. Ya da bize çok zevk veren bir şey eğer işimiz haline gelirse her gün aynı işi yapmaktan dolayı mutsuz olacağımızı düşünebiliriz. Bunun yüzlerce örneği verilebilir, kısacası eğlenceli ve monoton etkinlik ve işler kişiden kişiye göre değişebilir. Ancak burada temelde söz konusu olan bir şeyin nasıl algılandığıdır.
Doğal mutluluk hali
Elbette ki mevcut ekonomik sistem bireyleri makinanın dişlileri haline getirerek ve sadece belli bir işi bütün gün yapmamızı talep ederek üretim sürecinin bütününden keyif almaktan bizi yoksun bırakmıştır. Bu sistemin değişmesi için çabalamamız gerekir. Ancak öte yandan bir işi yaparken sadece o işe kendimizi vererek onun monotonluğunu azaltmamız da mümkündür. Bazen görevimiz oturup bin tane patates soymak olabilir. Bir insan tam anlamıyla bulunduğu anda kalmayı başarırsa soyulan her patates ilk patates gibi olabilir ve her anı da keyif verebilir. Sorun sistemin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanır. Sistem bize önce sürekli değişen uyarıcılardan oluşan bir dünya vaat eder. Mutluluk bin bir çeşit ve renkteki tüketim dünyasına dalmak ve bunun tadını çıkarmak olarak sunulur. Çeşitlilik, parlaklık, renklilik kapitalist düzenin insanların dikkatini çekmek için kullandığı hilelerdir. Buna karşın bireylerden iş dünyalarından son derece monoton işleri saatlerce yapmaları beklenir. Mutluluğu çeşitlikte aramaya alışan zihin iş hayatına döndüğünde bunun tam tersiyle karşılaşır. Eski toplumlarda böyle bir sorun yoktu. Bireyin iş dünyası ve eğlence dünyası birbirinden bu ölçüde birbirinde ayrılmamıştı. İnsanlar bize şu an sıkıcı ve yorucu gelen işleri her gün yaparak buna alışmış ve doğal bir şey olarak görür hale gelmişlerdi. Her gün süt sağmak ya da tarlada yabani otları temizlemek sorgulanan eylemlerden değildi. Bir durumla aramıza mesafe koydukça o durumun gerektirdiği etkinliği göstermemiz de o ölçüde zorlaşır. Mutluluk bulunduğumuz anı yargılamadan, iyi kötü, zor kolay gibi ölçütlere vurmadan her şeyle uyumlu bir akış içinde yaşadığımız bir “an içinde kayboluş” durumudur.
Kimse kendisini mutsuz algılamadıkça mutsuz değildir. Zorluklar yaşayabiliriz, zorluk ve kolaylık birbirini doğal olarak takip eder algılarımızda. Ancak şu da var ki, kendimizi mutsuz olarak algılarken gerçekte kötü bir durumda olmamızı gerektiren hiçbir şey olmayabilir. Öte yandan kendimizi mutlu olarak algılarken de mutlu olmamızı gerektiren bir durum olmayabilir. İyi olma hali bizim kontrol etmememiz gereken bir şeydir zaten. Sadece sakince yaşayıp anları içinden bize gelenleri yaşamayı öğrenmeliyiz. Bütün bu dışardan ya da içerden gelen uyarıcılarla beraber akarken yaşadıklarımızdır mutluluk. Acıyı aşmadan mutlu olabilir miyiz? Hayat İmkansız’da Matt Haig şöyle der: “Dünyada ne mutluluk vardır ne de acı; yalnızca bir ruh halinin diğeriyle kıyaslanması vardır, hepsi bu. Mutluluğun zirvesine ancak en derin acıyı yaşamış olanlar ulaşabilir.”
Sosyal medya bombardımanı altındayken sürekli olarak kendimizi sağlık, mutluluk, başarı vs. ile ilgili sayısız düşünceye maruz kalmış buluruz. Bütün bu düşünce, yorum ve bilgiler daha iyi bir duruma gelmemizi sağlamakla ilgilidir. Ancak bu da bizi sürekli daha iyi bir durumda olmadığımıza inandırır. Hep başarmamız gereken bir hedef, sağlıklı olmamız için tüketmemiz gereken bir ürün vardır. Sürekli olarak mutluluk, aşk, ilişkiler ve sevgi hakkında bir şeyler okuruz ya da duyarız. Peki biz ne zaman mutlu olacağız? Ne zaman sevgiyi, doğayı, benliği yaşayacağız? Bütün bunlara sahip olup olmadığımızı ölçüp biçerken mutlu olmamız mümkün mü?
