1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Beraber yas tutamayan toplumun çöküşü ve Barış Portreleri…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Beraber yas tutamayan toplumun çöküşü ve Barış Portreleri…”

A+A-

 

A. ESRA YALAZAN

Sonu görünmeyen karanlık tünelde korkunç bir zihin yorgunluğuyla ilerlerken kayıplarının yasını beraber tutamayan toplumun içerden çürüyüşünü ve bu sürece eşlik eden değerlerin çöküşünü düşünüyorum.

Ne zaman başladı bu çözülme gibi bir sorunun net bir cevabı yok sanırım. Bugün bu ülkede bizi hâlâ şaşırtabilen pek çok travmanın tarihi bir kökü ve sebebi var kuşkusuz. Peki ortak kültürel, toplumsal, geleneksel değerleri altüst eden bu ‘çirkinlik' neden daha çok görünür oldu. Belki daha doğru soru bu olmalı.

Toplumu dini ve milli hassasiyetleri kullanarak sömüren siyasilerin kutuplaştırma politikası artık bütün tarafların malumu.

Dilin bozulması, kültürel hayata egemen olan sığlık, hukukun katliyle adalet bilincinin yara alması, hayat kalitesinin düşüşü, bugüne kadar bir biçimde perdelenen ‘lümpenliğin' de maskesini kaldırdı sanki.  Faşizmin yükseldiği dönemlerde en önce kültürel değerler zarar görür çünkü.

Toplumu bir arada tutan bu değerler arasında birlikte yas tutabilmek de vardır ve fevkalade önemlidir. Dünyanın ve Türkiye'nin dehşet verici gündeminde tanık olduğumuz tepkiler nereye doğru savrulduğumuzu iyi gösterdi. Suruç ve Ankara katliamlarının ardından kalabalıkların maçlardaki bir dakikalık saygı duruşuna tahammülsüzlüğü önemli bir çürümenin işaretidir.

Tam da bu sırada Fransa'daki katliamın ardından izlediğim bir anma töreni beni ziyadesiyle düşündürdü doğrusu.  Ölülerinin yasını tutmak için tarihi bir binanın geniş avlusunda bir araya gelmiş binlerce insan, sahnede siyah kostümleriyle usulca şarkı söyleyen kadınları sessizce izliyordu.

Bir öksürük bile duyulmuyordu. O hüzünlü şarkıyla beraber insanlar birbirlerinin yaralarına müthiş bir zarafetle tutunmuştu sanki.

Onları birleştiren, acılarına rağmen güçlü kılan o estetik dayanışma duygusuydu.  Farklı kültürlerin ve inançların ölülerini, ağıtlarla, şarkılarla, türkülerle, dualarla anması onları yas tutarak hayatı değerli kılmanın soyluluğuna yakıştırır. Burada kaybetmek üzere olduğumuz erdem bu maalesef.

KAMUSAL YAS, ULUSAL KİMLİĞİ İNŞA EDER

Yas nedir? İnsanın sevdiklerini kaybetmesinin üzüntüsüyle, onu bir daha göremeyecek olmanın verdiği acı ve kaygıya eşlik eden ritüeller ve tepkilerdir. Tarih boyunca toplumları şekillendiren yas törenleri ve adetleri aynı zamanda onun kültürel kimliğini oluşturur.

Düşünür, yazar Judith Butler, “Kırılgan Hayat, Yasın ve Şiddetin Gücü' başlıklı kitabında 11 Eylül'den sonra kimi yaşamların yaşam sayılmadığı, kimi insanların insan sayılmadığı, hatta kimi ölümlerin yası tutulamaz sayıldığı bir dünyada teröre karşı kalıcı savaşa karşı çıkıyor, yas ve toplum arasındaki çelişkiyi sorguluyordu:

“Kim insan sayılır? Kimin yaşamı yaşam sayılır? Bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir? Yaşamları had safhada korunanlar makbul yurttaşlardır; bu yaşamların zarar görmesi savaş güçlerini harekete geçirmek için yeterlidir.

Dahası bu yaşamlar zarar gördüğünde, yasları kamusal olarak tutulmalıdır; kamusal yas ulusal kimliği inşa eden yastır. Peki diğerleri? Onların yası inkâr edilmek ya da yerinden edilmek suretiyle görünmez kılınmalıdır; imgelerinin, hikâyelerinin, anlatılarının, hatta isimlerinin bile kamusal olarak görünürlüğü engellenmelidir. Bunlar kırılgan gruplardır”. 

Butler'ın kırılgan gruplar diye tarif ettikleri bugün devletin ve milli hassasiyetlere her koşulda onun zulmüne sahip çıkanların ötekileştirdikleri.


Katliamlar, soykırımlar, savaşlar, göçler gibi doğal olmayan ölümler,  ‘ölümlü' olduğunu bildiği için halihazırda bir parça melankolik olan insanı daha da melankolik kılar. Yas, acıyı ortadan kaldırmaz belki ama acılara kavranabilir, dönüşebilir derinlikli bir boyut katabilir. Kayıplarımızla olan bağımızı yitirdiğimizde kimliğimizin de bir parçası silinir.

Sadece kendimizin değil ötekinin de acısını göremez oluruz. Bir sonraki adım başkasına kasten acı vermektir, bu da kendini kısmen öldürmeyi, benliğine karşı hissizleşmeyi gerektirir. Bu yüzden birlikte yas tutabilmek önemli.

Ölenlerin ardından hikayelerini anlatarak, yazarak anmak, doğal olmayan bir ölüme karşı hayatın kutsallığını savunmaktır bir yanıyla. Hikayeleri  okuyanların kendilerini o yaşamlara yerleştirerek onlar gibi sevebilme, mücadele etme, acı çekme, mutlu olma, hayallerine sızabilme ihtimalleri doğar. İnsan olmayı değerli kılan halka halka uzayan bu sonsuz buluşma değil mi?

Hep birlikte hatırlayarak iyileşebiliriz

Ankara katliamının ardından Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu, açık bir çağrı yaptı. Kayıpların ardından topluma seslendiler: “Kaybettiğimiz her insanı tek tek tanımak istiyoruz.

Çünkü çabalarıyla, özlemleriyle, keder ve sevinçleriyle ayrı bir hikayesi var her birinin ve biz o hikayeye ortak hafızamızda yer açmak istiyoruz. Çünkü barış için haykırırken bu hayattan koparılanlara bir borcumuz var.

Çünkü onların hatırasına sahip çıkmak, hayata sahip çıkmanın da bir yolu bizim için, katiller değil barış kazansın diye uğraşmanın bir parçası. Çünkü unutarak değil, ancak hatırladıkça yeni katliamları önleyebiliriz, ancak hep birlikte hatırlayarak iyileşebiliriz”.

Hatırlayarak iyileşmek, beraber yas tutabilmek, insanlığın ortak acılarına sahip çıkmanın yöntemlerinden biridir. Yazarlar ve gazeteciler olarak, Ankara ‘Barış Portreleri' kapsamında taziyeye gidiyor, konuşuyor ve yazıyoruz.

Yazdıkça kayıp yakınlarının yasına ve acılarına ortak olacağız. Hedef, bütün portreleri bir yıl içinde tamamlamak ve onları bir araya getiren kitabı, başta yakınlarını kaybedenler olmak üzere, unutamamayı, unutturmamayı görev bilenlerle paylaşmak.

Bu portreleri yazmak da okumak da kolay değil. Derinden sarsıyor ama hayatın bütün çelişkileri gibi insanı diri tutuyor. Yılmaz Murat Bilican Ankara'daki kayıplarımızdan Berna Koç'un portresini yakınlarıyla konuşarak, yazılarından alıntı yaparak onun diliyle yazmış: “Beni tanıyanlar pek konuşkan olmadığımı söylerler, doğrudur pek ses çıkmaz benden. Yazarım ama, kendimi bildim bileli yazarım, kağıtlara, defterlere, her yere yazarım. Şiir yazarım, yazı yazarım.

Yazdıklarım hayatım gibi, öyle böyle, orda, burada. Yazmak biraz yalnız olmayı gerektiriyor. ‘Ağaç yalnızlığı kök salan toprağıma', ‘Nicedir pervasızca yalnızlığımın içindeyim. Yalnızlığımla, yalnızlığıma uyumaktayım'. Burada uzun ve geniş koridorlarda, görünmez ve duyulmaz biri olarak yalnızım, bu iç konuşmalarım da yazmak gibi zaten. İyi taklit yaptığımı, tiyatro yeteneğim olduğunu söyleyenler de var, komiklikler yaparım. Gülmek iyi gelir her zaman değil mi insana? Hele ki zor bir hayat yaşanıyorsa”.  

Defterine “Boşluğumun krampları boğar sizi, ben ölürüm… Kısa ve öz ölürüm” yazan, doğduktan iki gün sonra bir bahçeye bırakılan kimsesiz Berna Koç, 36 yaşında, savaş bitsin, gençler, çocuklar ölmesin diye haykırmaya gittiği  Barış Mitingi'nde katledildi. Ben bu yazıyı yazarken insan hakları savunucusu, Diyarbakır

Baro Başkanı Tahir Elçi, “silahlar, operasyonlar, savaşlar bitsin” dedikten sonra başına aldığı tek kurşunla katledildi. Geriye sadece yasımıza, acıya ve hatıralarına sahip çıkmak kaldı.
 

(ZAMAN – A. Esra YALAZAN – 29.11.2015)

Bu yazı toplam 1846 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar