1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Beyefendi’yle münakaşa - “Kış Uykusu” ve kibir üzerine
Beyefendi’yle münakaşa - “Kış Uykusu” ve kibir üzerine

Beyefendi’yle münakaşa - “Kış Uykusu” ve kibir üzerine

Çünkü insan, kibri “kendinden ulu” bir kavram olarak ele almıştır, bu nedenle onun kazanmasına bir yerde müsaade eder, denilebilir.

A+A-

Burak Karataş
[email protected]


EFENDİM, nedir benim şu sizden çektiğim... Biz geçen defa konuşmadık mı sizinle kuzum, bu naçiz kulunuz size ne demişti, lütfen hatırlayınız... Yok hayır, anımsamayacaksınız, hatırlayacaksınız... Neyse neyse, belli ki sizde hafıza yok, oysa bendeki deve dişi misali, hala dipdiri! Hem ne demişler, “hafıza-i beşer, nisyan ile malüldür”... Vallahi onu diyecektim! Nereden bildiniz diye sormayacağım, daha mühim bir gündemimiz var. Ne demek “nedir o” efendim? Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz, af buyurun?
Hani ben size durumu izah etmiştim, bundan böyle şahsi sohbetlerimizde dikkatli bir üslup kullanmalıydık, delinin biri bunları zapt-u rapt altına alabilirdi hani... Hatta bendeniz size bir teklifle gelmiş, “bundan böyle içi dolu bir şeyler tartışalım” demiştim! Siz de “hay hay” diye ünlemiştiniz. İlk olarak da, Nuri Bilge Ceylan nam dünyaca ünlü yönetmenimizin 2014 yapımlı “Kış Uykusu” (The Winter Sleep) isimli filmini konuşacaktık.

Tabii ki siz izleseydiniz... “Neden izlemediniz” diye soruyorum, miskin miskin bakıp gülümsüyor, sonra da dışarıdan gelip geçenleri seyre dalıyorsunuz... Beni ne kadar ciddiye aldığınız da, sözlerimi ne ölçüde tuttuğunuz da tam bir muamma, orası öyle, ama... Hiç olmazsa paşa dedenizden tevarüs ettiğiniz “dediğim dedik, çaldığım düdük” tavrınıza halel getirmeseydiniz.

O halde ben, tutarlı bir vatandaş olaraktan, izlediğim bu filmle ilgili birkaç detayı sizinle paylaşayım da, bana “memurun trene baktığı gibi” bakmayın.

Film vizyona girdiğinde, (siz olsaydınız şimdi “gösterime çıktığında” derdiniz) “zevat-ı mutade”, bildik laflar ederek benim gibi pek çok kişiyi bu güzelim filmden uzaklaştırmıştı... Filmi öyle alelacele, dostlar alışverişte görsün gibilerinden, derinlikten ve sinemaya saygıdan uzak, üstünkörü tavırlarla övmüşlerdi ki “bunların övdüğü filme olsa olsa ‘yazık’ denir” diyerekten sinemadan ossaat kaçmıştım!

Yanılmışım, önyargı, hani şu Flaubert’in “idee reçue” dediklerinden bir şey (yoksa sizde “lisan” da mı yok mirim?) beni koca bir yanılgıya sürüklemiş; kendimden bir şeyler bulduğum ve beni fevkalade etkileyen bu filmden uzaklaşmamı sağlamıştı. Maalesef... Siz benim gibi yapmayın, ne olursa olsun, kendiniz izleyin ve kararınızı kendiniz verin. (Oyunuzu da!)

Kamu spotunu geçtikten sonra, film kadrosunun (sadece “oyuncu kadrosu”nun değil, ayrıyeten “teknik kadro”nun da...) evlere şenlik olduğunu söylememe müsaade edin. Resmen tiyatro sahnesi gibi kokan bir dizi isim ve bunların birbirleri ile oynadıkları sahnelerden kesitler geliyor da aklıma, “amma da döktürmüşler” demekten kendimi alamıyorum! Şunlara da bakın: Haluk Bilginer, Demet Akbağ, Melisa Sözen, Ayberk Pekcan, Nejat İşler, Serhat Kılıç, Nadir Sarıbacak, Tamer Levent...

Bir de şunu “gurur vesilesi” kılmak lazım ki bu en nihayetinde bir Türk filmidir. “Yerli” bir filmdir, buralıdır... Her ne kadar üç ülke tarafından finanse edilse de (biri Türkiye) onun yazgısı “buralı” olmaktır. Bu, tüm NBC filmleri için geçerlidir, onların neredeyse hepsi, buralı gibi olmayan buralı filmlerdir... Müsaade ederseniz, yönetmenin bir başka filminin adı gibi, buraya uzak filmlerdir bunlar, demek isterim. O nedenle film (Kış Uykusu), Cannes’da Palme d’Or alınca, herkesin aklına “Yol” filmi geliyor... Çünkü o da sapına kadar buralıydı. Her ne kadar mübalağalı da olsa, bu toprakların bir gerçeğini kendine temel kılmıştı. Siz sevmeyebilirsiniz Beyefendi, bu hakikati değersiz kılmaz...

Kış Uykusu, bu toprakların geldiği son hakikatlerden birini kendine temel dayanak saymasaydı, bu kadar başarılı olabilir miydi?

KOCA BİR ALKIŞ!

Kime mi? Tabii ki yönetmene ve senaristlere...
Evvela yönetmene değinmek lazım geliyor... Evet, fotoğrafçı kimliğini ustaca kullanıyor Nuri Bey. Bunu hemen her filminde görüyoruz. (Ayrıca ona “Nuri Bey” demek de bana garip geldi şimdi, nedense hiç böyle seslenmemişim ona...) Üstelik bu, zoraki bir havadan ziyade, doğal bir atmosfer oluşturuyor filmde. Sapına kadar İstanbullu bir adam olan NBC’nin taşraya bakışı, belki biraz üstünkörü idi ilk başta ama zaman geçtikçe derinleşti, yerine oturdu; bu da kamera hakimiyetini daha üst düzeyde sağladı elbette... (Çünkü adam, “ilahi bakış açısı” seviyor!) Bence bunu en iyi, “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde başarmıştı, bu filmde de oradan aşağı kalır bir noktada değil kesinlikle, ama bir fark var...
O da senaryoda cereyan ediyor. Senaryo, öylesine ustalıklı ama başkaca bir tarzda kaleme alınmış ki film hemen ayrıkotu misali gün yüzüne çıkıyor. Bu, filmi –yeni tabirlerle- “pozitif ayrıştıran” bir unsur.

BİRTAKIM SAHNELER: NECATİGİL’E SAYGI

Aklımda bazı sahneler var, oyunculuğun da çekimin de üst düzey olduğu sahneler... Buralardaki ruh halini dikkatli okumak gerekli.
Mesela, Aydın’ın (Haluk Bilginer) yalnızlığı filmde derin derin işleniyor. Anlaşılmak istenen bir adam Aydın. Üstelik zeki de... Başarıyı yakalamış, sonra da kaybetmiş. Eşi (Melisa Sözen) ona ne diyordu? Anlatayım Beyefendi, şöyle diyordu: “Eskiden hepimiz sana imrenirdik”... Şimdi ne haldesin, demeye getiriyor lafı. Kapadokya’da ne idüğü belirsiz bir otelde bir şeyler yapmaya, kendi sınıfımızın bize dayattığı imtiyazlarla boğuşa boğuşa, yine sınıfımızın bize dayattığı yaşam tarzlarından uzaklaşamadan, onlara uymanın getirdiği sıkıntılarla boğuşarak yaşamaya çalışıyoruz. Hepimiz yalnızız; sen de, ben de, kız kardeşin de... Hatta diğerleri de! Ayakçın da, o gariban imam da, alkolik kardeşi de, onun yazık ki ne yazık konumunda olan oğlu da... Hatta onların derdi daha çok.
Gerçekten öyle mi? Bence hayır. Filmde en çok sancıyı çeken, en fazla aşağılanan yine Aydın’dır.
Evet, adı gibi “aydın”, entelektüel biri ama... Alt tarafı yerel gazetede yazıyor.
Üstelik, yazılarını kimse okumuyor. Onun “görüş almak” adı altında övülmek için yazılarını okuduğu kız kardeşi bile onu kıyasıya eleştiriyor.
O kız kardeş ki, bunalımdan ne yapacağını bilemez haldedir ve de “taşra bunalımındansa şehirli bunalımı seçerim” kıvamında yaşayıp gitmede, otelden kaçmanın hallerini aramaktadır. Buna karşın, otele gündelikçi olarak “takılmaya” gelen bir genç harici kimse kaçamaz otelden. Ona bile, onu benimseme dahi, ne kadar imrenerek seyreder Aydın... Gitmek isteyip gidememesi de bundandır, kendi gibi tutsak kalmasın için atı salıvermesi de...
Öfkesi de, siniri de, kibri de, coşkusu da, sevgisi de... Hatta, nefreti de bundandır.
Aklıma pek çok sahne geliyor ama bir ikisini anlatabilirim size Beyefendi, çünkü yenim değilse de yerim dar.
Birinci sahne, Aydın’ın Öğretmen (Nadir Sarıbacak) ve Arkadaşı ile (Tamer Levent) içip tartıştığı sahnedir. İçeride bunlar vardır, dışarıda da Aydın’ın ayakçısı. “Ev ahalisine” haber uçuran da muhtemelen bu adamdır. Soğukta bir iç uğruna bekler, bol bol sigara içer... Ama en azından yeri temizdir. İçerde Aydın, kavga etmiş, kusmuş, maraza çıkarmıştır... Kim bilir hangisi daha kötü bir durumdadır? Ben bilirim: Aydın.
İkinci sahne, Aydın’ın arkadaşı ve eşi ile evde konuştuğu bir sahnedir. Burada Aydın, ona gelen bir yardım mailini okur. Söz konusu olan bir kadın derneğidir, bunlar kaymakamlıktan dernekleri için yer tayini istemişler, kaymakamlık bununla uğraşmamış ya da onları reddetmiştir. Bunun üzerine Aydın’a mail atmışlar, yardım talep etmektedirler. Çünkü Aydın, yörenin en mühim gazetesinin yazarıdır ve para toplayabilir, çünkü hem kendisi paralıdır hem dostları. (Algı budur, hakikat de bundan çok ayrı değildir.) Aydın bu mesajı ıkına sıkına okur, eşi dalga geçer, arkadaşı da ciddiye almaz, geçiştirir.
Üzerine eğilmek istediğim son sahne, Aydın’ın eve geri döndüğü sahnedir. Burada bir “epilog” vardır, Aydın’ın sesinden Nihal’e, yani eşine okunan bir epilog. Burada Aydın, pişmanlığından, hatalarından, sevgisinden ve kibrinden dem vurur. Etkileyici bir sahnedir. Üstelik çaresizdir de Aydın, “hiç olmazsa yanında kalmama müsaade et” gibilerinden söylenir. Anladınız mı Beyefendi?
Ayrıca, aklıma gelen bir şey... Otelin adı “Othello”. Merhum Behçet Hoca’nın (Necatigil) buna benzer bir şiiri olacaktı, tesadüf bu ya...
Ne de olsa merhumun şiirleri de fena halde kesişiyorlar bu filmle, tadına varabilene selam olsun!

KİBİR ÜZERİNE

Filmin genel teması bana göre kibirdir. Aydın da bunu temsil eder. “Kibir”, ileri-geri gidişlerin ve dönüşlerin kavramıdır. Zannedilenin aksine sabit değildir, değişir, dönüşür ve gizlenir.
İnsanın kibirle mücadelesi genelde kibrin zaferi ile sonuçlanır. Çünkü insan, kibri “kendinden ulu” bir kavram olarak ele almıştır, bu nedenle onun kazanmasına bir yerde müsaade eder, denilebilir. Zaten kadim dinlerin “kibri en büyük günah” kabul etmesinin ardında da bu hakikat yatar: En büyük Tanrı ise, kibre gerek yoktur!
Aydın karakteri, modern bir Musa okuması olarak ele alınabilir. Eşinin de belirttiği gibi, “herkesin Aydın’dan bir beklentisi vardır”. Bu illa maddi bir şey olmak zorunda değil tabii ki. Kimisi onda elde edemediği “istikbali”, kimisi “imajı”, kimisi gücü, kimisi başarıyı arzular. Aydın, artık herkes için bir gölge olmadığı zamanlarda yaşamaktadır ama, o ilk günlerin kibrinden de kopamamıştır. Evet, maddi şartları onun imkanları sağlar, mutlaka ki o da bundan kibir gütmektedir ve güdebilir ama, o eski Aydın değildir. Beyefendi’nin de eskisi gibi olmadığı da bir hakikattir...
İnsanlar, “o eski Aydın”ı ararlar. Eşi, kardeşi, dostları... Herkes... “Kolektif bilinç altı”, olmayan bir “eski Aydın” resmeder. Bu noktada yeni Aydın’ın görünmemesini, gitmesini, o duvarla mücadeleyi başkalarına devretmesini, kibrine yenildiğini kabul etmesini isterler.
Oysa esas statükocu olanın ilk başta bu duvarı inşa eden usta olduğunu unuturlar: Tüm bunlara Aydın sebebiyet vermiştir, öyleyse son karar onundur. O da tren istasyonundan bir bahane ile kaçar, evine, tutkusuna, karısı Nihal’e döner.

EZCÜMLE YERİNE...

Şunu açıkça belirtmek gerekir ki Beyefendi, sizi bu filmden bir şeyler kapmış halde bırakmıyorum. Bunun bilincindeyim. Yine de, hoş bir sohbet olduğu hususunu atlayamayacağım.
Üstelik, boşuna da değildi: Herhalde okuyan bunu tespit edecektir.
Biz de zaten okuyucu için ve okuyucu adına konuşmuştuk.

Bu haber toplam 735 defa okunmuştur
Gaile 512. Sayısı

Gaile 512. Sayısı