1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Beyköy Camisi ve Hüda Dede…
Beyköy Camisi ve Hüda Dede…

Beyköy Camisi ve Hüda Dede…

Beyköy Camisi ve Hüda Dede…

A+A-

 

Tuncer Bağışkan

Bugünkü yazımda 1974 - 2013 yılları arasında kaderine terk edilen Beyköy’ün camisi ile bu camiye kesintisiz 46 yıl süreyle imamet ve hitabet hizmeti veren Hüda Dede üzerinde duracağım. Bunun da nedeni, 39 yıllık bir terk edilmişlikten sonra caminin TC Yarım Heyeti ile Evkaf İdaresi’nin işbirliğiyle restore edilip ilk kez 15. Ekim. 2013 tarihinde kılınan Kurban Bayramı namazıyla ibadete açılmış olduğunu yenile öğrenmiş olmamdır.

Caminin saptanması ve tarihi araştırmasının yapılması

Beyköy’de eski bir caminin bulunduğu ilk kez UNDP-PFF’de ‘Kültürel Miras Yerel Danışmanı’ olarak çalıştığım Haziran.2010 tarihinde bilgime gelmişti. O sıralarda orada çalışan Beyköylü Halil Bozkaya bana, köyündeki eski caminin 2005 ile 2009 yıllarında yayınlanan ‘Kıbrıs’ta Osmanlı-Türk Eserleri’ kitabıma girmemiş olmasının bir eksiklik olduğunu söylemişti. Bunun üzerine hemen Beyköy’ün yolunu tutmuştum. Beyköy dendiğinde her nedense Lefkoşa Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen Roma imparatoru Septimius Severus’un tunçtan yapılmış çıplak heykeli hatırıma gelmektedir. Dünyaca ünlü olan bu heykelin bulunuş serüvenini ise yazımın sonunda anlatacağım.

“Kıbrıs’ta Osmanlı-Türk Eserleri” kitabımın ilk yayınlandığı 2005 yılından önce köyün camisini incelemek için en az iki kez Beyköy’e gitmiş olmama karşın her seferinde bana: “bu köyde cami yoktur” denmişti. Yine de tamamı Türk olan bir köyde cami olmaması aklıma pek yatmamıştı. Ancak köylüler haklıydı, çünkü harabe haline geldiğinden yıllarca kullanılmayan eski camilerinin dışında ibadet edebilecekleri herhangi bir camileri yoktu. Üstelik eski caminin varlığı bilinmediğinden, Evkaf İdaresi ile Eski Eserler ve Müzeler Dairesi’nin envanter listelerinde de yer almıyordu. Nihayet Halil Bozkaya’nın yönlendirmesiyle köyün eski camisini bulmuştum. 20.Temmuz 1974 tarihinden sonra tamamen terk edildiğinden harabe durumundaydı. Önünde yabani bir incir ağacı bittiğinden içine girmekte adeta zorlanmıştım. Duvarları yer yer yarılmış, damı büyük oranda çökmüş, içiyse mezbelelikti. Ancak yine de eski Kıbrıs camilerinin özelliklerini koruyor olması itibarıyla ender yapılardan biri olduğu anlaşılıyordu. Böylece UNDP-PFF adına hazırlamakta olduğum eski eser listesine onu da kaydederken, caminin tarihi geçmişi hakkında hem köyde, hem de Girne Milli Arşivde bir araştırma yapmıştım. Araştırma sonuçlarını sadece çalıştığım kuruluşa teslim etmekle kalmamış, onu Halkbilimi Dergisi’nin 2010 yılındaki 27’inci sayısında da yayınlamıştım.

Cami ile okulun tarihi geçmişi ve gelişim süreci

Cami ile okulun yapılış tarihi ile ilgili olarak şimdilik herhangi bir arşiv belgesine rastlayamadığımdan, hakkındaki bilgiler Girne Milli arşiv belgeleri, eski haritalar ve güngörmüş köylülerin aktardıklarıyla sınırlı kalmaktadır. Anlatıldığına göre, adanın 1571 yılında Osmanlılar tarafından alınmasından sonra Karaman’dan gelen üç kardeş köyü kurmuş. Üç kardeşten biri olan Küçük İbrahim Kıbrıs’a geldiğinde bu köyün olduğu yerde sadece yaşlı bir Rum kadının oturduğu tek bir ev varmış. Oradan geçerken yaşlı kadına evin kime ait olduğunu sorunca, kadın da kendisine “Benimdir” yanıtını vermiş. O da kadına: “Bugüne kadar senindi, şu andan itibaren benim oluyor” demiş. Kadın ağlayarak eski Kytrea (Değirmenlik) köyüne giderken yolda karşılaştığı bir adam niye ağladığını sorunca, o da “Bir bey geldi evimi elimden aldı. Gönenmesinler, 100 kişiyi de geçmesinler” diyerek beddua etmiş. Yaşlı kadının bedduası tutmuş olacak ki, köyün nüfusu hiçbir zaman yüzü geçmemiş. Köye gelen üç kardeşten ‘Küçük İbrahim’ bu köyde kalıp köye “Beyköy” adı verilirken, bir süre sonra kardeşlerinden biri Arapköy’e, diğeri ise Mora köyüne göç etmiş. Zamanla köyde oturanların bazıları da Kytrea (Chytroi) olarak bilinen Değirmenlik köyüne taşınmış.

Köyün camisi Osmanlı döneminin sonları ile İngiliz Sömürge döneminin başlarında imece yöntemiyle inşa edilmiş. 1890 doğumlu olan Beyköylü Çoban İbrahim Mehmet’in oğlu olan Arif İbrahim Hakgüden’in anlattığına göre, caminin arazisi dedesi Mehmet İbrahim tarafından bağış olarak verilmiş. Caminin yapımı sırasında köydeki her aile reisinin inşaata 100 eşek yükü malzeme, özellikle de taş taşıması zorunlu hale getirilmiş. Taşlar köyün yaklaşık 2 kilometre kuzeydoğusundaki Beşparmak sıra dağlarının güney eteklerinde bulunan Haci Gostanti Tepesi ile yakın çevresinden toplanmış. Eşeklerin sırtlarında ‘yağır’ olarak bilinen yaraların oluşmaması için sırtlarına yassı tahtalar konmakta, onların üzerlerine de araziden toplanan taşlar yüklenmekteydi. Taşların bazıları “kara taş”, bazıları “kepir taşı”, bazıları ise “say taşı” adlarıyla bilinmekteydi. Caminin kuzeybatı cephesindeki avlu, üzerinde sivri uçlu demirler bulunan bir duvarla çevrilmiş durumdaydı. Kuzey cephesinde, üzeri oluk kiremitlerle örtülü olan bir veranda (‘son cemaat yeri’) vardı. Camide ahşap bir minber bulunduğundan burada Cuma namazları da kılınmaktaydı. Zamanla yol seviyesinin yükselmesiyle caminin çukurda kaldığı, bu nedenle de kışın sel baskınına uğradığı halen anımsanmaktadır.

1922 yılına ait köy içi tapu haritasındaki 180 numaralı parselde görülen ay ile nokta işareti, burada bir cami bulunduğuna işaret etmektedir. Dolayısıyla haritada görülen cami, okul ve önlerindeki verandanın 1922 yılından önce yapılmış olduğu anlaşılmaktadır. Caminin inşa edilmesinden sonrasına ilişkin bilgilerimiz Girne Milli Arşiv belgelerine dayanmaktadır. 15.8.1930 tarihinde Evkaf Murahhaslığına bir yazı gönderen Beyköy muhtarı Hasan Mehmet, caminin cephesinde veranda bulunmadığını belirterek buraya bir veranda yapılmasını talep etmiştir. Köy muhtarının Evkaf Murahhaslığına yazdığı 1.Kasım.1930 tarihli yazıdan, başlatılan veranda inşaatının tamamlandığı öğrenilmektedir. 1932 yılına gelindiğinde caminin bazı kısımlarının tamir edilmesi gerekmekteydi. Bunun üzerine usta Dimitro’nun yanında çalışan Nikoli’nin camiyi tamir ettiği Evkaf Murahhaslığına yazılan 15.4.1932 tarihli yazıdan öğrenilmektedir.  Köy muhtarı Hasan Mehmet ve muhtar azalarından Mehmet Salih Hasan ile Hacı Mehmet’in Evkaf murahhaslığına yazdıkları 3.Eylül.1933 tarihli yazıda, faal durumdaki okul duvarının yarıldığı ve okulun eğitim amacıyla kullanılıyor olması nedeniyle hemen tamir edilmesi gerektiği bilgileri yer almaktadır. Konuyla ilgili olarak zamanın Evkaf murahhası Sör Münür ile Evkaf memuru İbrahim Hakkı’nın 5.Eylül.1933 tarihindeki görüşleri ise, daha önceki yıllarda caminin tamir edilmesine ortaklaşa karar verdikleri, gelinen aşamada okul ile caminin birlikte tamir edilmesinin zamanının geldiği ve bu amaçla bir ustaya keşif metrajı yaptırılması doğrultusundaydı. Böylece cami ile okul 9.Kasım.1933 tarihinde tamir edilir. Camiyi ilk ziyaret ettiğimde okulun kuzeybatı duvarı içinde yatay olarak gördüğüm gergi demirinin, 1933 yılında yarılan duvarı sağlamlaştırmak ve duvarın kaymasını önlemek amacıyla buraya konduğu anlaşılmaktadır.

Köy muhtarı Hasan Mehmet, muhtar azalarından Cemal Mehmet ve Halil İbrahim Hasan’ın imzalarını taşıyan 16.6.1935 tarihli yazıda, caminin verandasının Vounili Hanasi(?) Hacı Nikola isimli yapıcı ustası tarafından tamir edildiği ve kendisine 12 şilin ödendiği bilgileri yer almaktadır. Köylülerin anlattıklarına göre verandanın yıkılma tehlikesi geçirdiği sırada caminin önünde 12 yaşlarında bir çocuk oynamaktaymış. Aniden yıkılması üzerine caminin dış duvarında dikili olan sivri demirlerden biri çocuğun testis torbasının bir tarafından girip diğer tarafından çıkmış. O sırada köyün diğer muhtar azalarının Ahmet İbrahim ile Mehmet Salih Hasan olduğu, daha sonraki yıllarda ise Ahmet İbrahim’in camide müezzin olarak görev yaptığı bilgileri edinilmektedir.

Caminin tanımı

Bitişik nizamda yapılmış olan cami ile okul, güneydoğu – kuzeybatı yönüne uzanan enine dikdörtgen planlı bir yapıdır. Cephesi kuzeybatıya bakmaktadır. Caminin çatısı, mertek, örgü hasır ve oluk kiremit örtülüdür. Güneydoğudaki okul binası yaklaşık kare planlı küçük bir odadan ibarettir. Giriş kapısındaki kilit taşında kabartma olarak yapılmış ters ay ile yıldız motifi, odanın kuzeybatı duvarında ise bir duvar dolabı bulunmaktadır. Cami ve okulun pencere ile kapı sövelerinde kesme taş kullanılmış olması, İngiliz Sömürge döneminde tamirat geçirdiğine işaret etmektedir. Cami harimine giriş kapısının kilit taşında da kabartma olarak yapılmış ters ay ile yıldız motifi bulunmaktadır. Camiyi restorasyon öncesi ziyaret ettiğimizde mihrabı yeşile boyanmış olması nedeniyle, ileriki günlerde mihrabın yeniden yeşile boyanması gerekecektir. 

Caminin 46 yıllık imamı Hüdaverdi Mehmet

Karşılıklı görüşme yöntemiyle köyde yaptığım söyleşilerde caminin bilinen en uzun süreli imamet ve hitabet görevlisinin “Hüda Dede” olarak bilinen Beyköylü Hüdaverdi Mehmet olduğu bilgime getirilmişti. Nitekim Girne Milli Arşivinde bulunan  “Beyköy’ün cami şerif vakfı” dosyadaki belgelerde, ilkin 1928 yılında beş şilin aylık maaşla camide imamet ve hitabet görevine başladığı ve aldığı maaşla beş çocuğunu geçindirmekte zorlandığı bilgileri yer almaktadır. Kayıtlarda sözü edilen beş çocuğunun büyükten küçüğe olmak üzere adlarının, İsmet, Kemal, Letife, Osman ve Nezihe olduğu, İkinci Dünya Savaşı sırasında ise Mehmet Tünay (Tünay Komutan) adında bir çocuğunun daha dünyaya geldiği köydeki aile bireyleri tarafından bilgime getirilmiştir. 1933 yılında Hüda dedenin, caminin imamet ve hitabet görevinin yanı sıra, aylık 2 lira maaşla köyün destebanlık görevini üstlendiği de Girne Milli Arşiv belgelerinde kayıtlıdır.

Hüda Dede ile ilgili olarak köylülerin bilgime getirdikleri diğer bir konu ise, camideki görevini ölüm tarihi olan 26.7.1974 tarihinden bir süre öncesine kadar kesintisiz olarak 46 yıl süreyle sürdürdüğüydü. Geniş bilgi birikiminin yanı sıra, eski Türkçe ile Rumcaya mükemmel derecede vakıf olması ve nüktedan kişiliği itibarıyla çevre köylüler ile Değirmenlikli Rumlar tarafından da çok sevilip sayılan bir kişiydi. 1974 yılı askeri harekât sırasında vefat edince hizmet verdiği caminin kuzey bitişiğindeki araziye defnedilmiş ve daha sonraki yıllarda ise cami ile mezarının bulunduğu sokağa isabetli bir kararla ‘Şehit Hüdaverdi Sokak’ adı verilmiştir. Mezar taşında“Merhum Hoca Hüdaverdi Mehmet. 1892 – 26.7.1974’de şehit edildi. Ruhuna fatiha” kaydı bulunmaktadır. Bu araştırmayı yaptıktan sonra konuşma imkanı bulduğum bazı kaynak kişilerin aktardıkları bilgiler ile Havadis Gazetesinin 16.11.2013 tarihli yayınından, 20 Temmuz,1974 harekatı sonrasında yatalak olması nedeniyle köyden kaçamayıp evinde yalnız kaldığı, köyde kalan bazı kişilerin o günlerin şartlarına uygun olarak kendisine baktıkları, hastalığından dolayı beslenemediğinden vefat ettiği ve evinin yanındaki ağacın altına defnedildiği öğrenilmektedir.

Hüda Dede’nin İmparator Septimius Severus’un tunç heykelini bulması

Hüdaverdi Mehmet Hoca (Hüda Dede) ile ilgili olarak anlatılan en önemli olaylardan biri de, Roma İmparatoru Septimius Severus’un tunçtan yapılmış büyük boy çıplak heykelini bulmasıdır. Anlatıldığına göre 1928 yılında, Efe lakabıyla bilinen Beyköylü Halil İbrahim, köyün kuzeydoğusunda Değirmenlik arazisine bağlı Aymidrion (Ayios Demetrianos) mevkiinde kara sabanıyla çift sürerken saban bir cisme takılıyor. Bu cismin ilkin ballura (çaltı) kökü olduğu sanılıyorsa da, daha sonra bunun tunçtan yapılmış bir heykelin ayağı olduğu anlaşılıyor. Bunun üzerine orası Zumbak Ali ile arkeolojik mezar kazısı konusunda hayli deneyim sahibi olan Hüdaverdi Mehmet tarafından kazılınca Roma İmparatoru Septimius Severus’un 2.08 metre boyundaki tunçtan yapılmış çıplak heykeli açığa çıkıyor. Heykelin ortası boş olduğundan içinde altın olabileceği düşüncesiyle ayağı kırılıyor, ancak içinde hiçbir şeyin olmadığı görülüyor. Hüda Dede heykeli parçalar halinde evine götürüyor ve bir çarşafa sardıktan sonra evdeki sandığa koyup saklıyor. Ancak bir süre sonra heykelin tesadüfen bulunduğunu Antikalar Dairesi’ne bildirince, heykel müzeye taşınıyor. Ayni yıl Hüda Dede, belki de İngiliz İdaresi’nin bir ödülü olarak, köyünün camisinde imamet ve hitabet görevine başlıyor. Bacaklar ile göğüs kısımları parçalanmış, başı gövdesinden ayrılmış ve ayakları ise noksan bir şekilde müzeye intikal eden heykelin tamir edilmesine 1929 yılında karar veriliyor. Ayni yıl Mısır’daki Harvard-Boston Arkeoloji Heyeti’nin konservatörü olan W.A. Stewart Kıbrıs’a davet ediliyor. Ancak sınırlı zamanı nedeniyle heykelin sadece baş ile gövdesini restore edilebildiğinden ilkin bu şekliyle müze sergilemesine konuyor. 1940 yılında ise müze personeli tarafından noksan olan ayakları da tümlendikten sonra müzede oluşturulan Septimius Severus odasında sergilemeye konuyor. Son konservasyonu ise 1976 yılında gerçekleştiriliyor.

M.S 193-211 yılları arasında yaşamış olan Septimius Severus’un bu heykeli, imparatorun bugüne kadar ele geçen en güzel portresi ve Kıbrıs’ta bulunan tunçtan yapılmış en büyük heykeldir. M.Ö V’inci yüzyıl Yunan heykellerinden esinlenerek yapılan heykel, bir İmparatordan ziyade, bir tanrıyı, ya da bir atleti yansıtmaktadır. Kıbrıs M.Ö 58 yılından itibaren Roma İmparatorluğunun idaresine girmiş ve M.S 193-235 yılları arasında Romalılar tarafından pek çok yapı inşa edilmiştir. Bunların en önemlilerinden bir de Salamis kentine su götürmek amacıyla Kytrea (Değirmenlik) ile Salamis arasına Septimius Severus döneminde inşa edilen su kemerleridir. Belki de inşa ettirdiği bu su kemerleri nedeniyle İmparatorun heykelinin su kaynağının civarına dikilmiş olabileceği tahmininde bulunulmuştur. O sıralarda bu civarda çok büyük bir yerleşim birimi olduğu ve burada yarışların yapıldığı bir stadyumun, ya da bir Gymnasium’un bulunma olasılığı olduğu üzerinde durulmaktadır. Bunun da nedeni, Septimius Severus’un heykelinin bulunduğu Ayios Demetrianos mevkiinde bulunan siyah renkli granit bir taş üzerine yazılmış olan bir yazıta dayanmaktadır. Bu yazıtın ise, meşale yarışmalarında meşaleci olan kişinin oğlu tarafından kral Potolemy’e, Cleopatra Philometors’a, meşale yarışmalarının koruyucusu Hermes ile Herakles’e ve Kytrea (Chytroi) kenti Tyche’sine adanmış olduğu kaydı bulunmaktadır.

Hüdaverdi Mehmet Hoca’nın arkeoloji dünyasına kazandırdığı ünlü Septimius Severus heykelinin yanı sıra, 46 yıl boyunca köyün imamet ve hitabet hizmetlerini kesintisiz olarak sürdürmesi itibarıyla, görev yaptığı camiye adının verilmesinin bir kadirşinaslık örneği sayılacağının altını çizerek bugünkü yazımı da sonlandırmış olayım.

Bu haber toplam 3432 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 134. Sayısı

Adres Kıbrıs 134. Sayısı