‘Biblioterapi’
Neden okuyoruz? Çok uzaklara gitmeye de gerek yok, kendi kendimize soralım bu soruyu: Sahi ben niye okuyorum? Sıradanlaşan ve sıkıcı hale gelen hayatın yörüngesinden çıkmak arzusu mu? Eğlenmek mi, zevk almak mı, vakit geçirmek mi, macera tutkusu mu?
Hakkı Yücel
hkyucel52@gmail.com
Irvin Yalom, Türkçe okurlarının da kitaplarından yakından tanıdığı çok yönlü birisi. Ünlü bir psikiyatrist/psikanalist (varoluşçu psikoterapinin önde gelen isimlerinden biri) olduğu kadar, çalışmalarının arka planında felsefenin yer aldığı, dahası bu birikimini edebî eserlerine de taşıyan bir romancı aynı zamanda. Okuyanlar onun üç ayrı filozoftan hareketle yazdığı “Nietzsche Ağladığında” (Ayrıntı Yayınları), “Schopenhauer Tedavisi: Bugünü Yaşama Arzusu” (Kabalcı Yayınları), “Nazi Subayının Paradoksu: Spinoza Problemi” (Kabalcı Yayınları) romanlarını hatırlayacaklardır. İşte o romanlarından “Schopenhauer Tedavisi: Bugünü Yaşama Arzusu” için yazdığı teşekkür yazısında Yalom, Byron Magee’nin ‘Confession of a Philosopher’ kitabından ilhamla kullandığı ‘Biblioterapi’den söz ederek bu kavramı “Bütün felsefe külliyatını okuyarak kendini tedavi etme” olarak açıklar. Ciddi bir Schopenhauer külliyatı taraması sonucu yazıldığı belli olan ve filozoftan yapılan ısrarlı alıntılarla adeta biyografik bir roman özelliği de kazanan bu eserde, Yalom’un felsefe/filozoflara olan ilgisi bir kez daha açığa çıkarken bir okuru olarak benim en çok dikkatimi çeken ‘Biblioterapi’ kavramı oldu.
Romanı hatırlayarak devam edecek olursak, usta bir psikoterapist olan ve ömrü grup terapileri içinde geçen Julius Hertzfeld, günün birinde ölümcül hastalığı ile yüzleşip artık sayılı günlerinin kaldığını öğrenince hayatını sorgulamaya başlar ve özellikle mesleki çalışmalarını yeniden gözden geçirerek ahir ömründe hastalarına ne denli yardımcı olabildiğini düşünür. Bu amaçla eski hasta dosyalarını karıştırırken karşısına çıkan, yirmi yıl önce üç yıl süreyle terapi uyguladığı, ancak başarılı olamadığı ilginç hastası Philip Slate’nin peşine düşmeye karar verir ve onun aradan geçen onca zamandan sonra bugün ne halde olduğunu öğrenmeye koyulur. Terapiye başladığı zaman 26 yaşında yakışıklı ve başarılı bir kimyager olan Philip, aşırı cinsel dürtülerden muzdariptir ve “Cinsel dürtülerim tarafından isteğim dışında yönlendiriliyorum” şikâyeti ile psikoterapist Hertzfeld’e başvurmuştur. Uzun süreli ilişkiler kuramayan ve içindeki dehşetli cinsel arzuyu giderdikten sonra ancak kısa sürelerle huzur bulabilen Philip, sayıları sürekli artan ve sadece yatmakla yetindiği farklı kadınlardan oluşan bir listeye sahiptir ve iflah olmaz bir kadın avcısıdır. Üç yıl süreyle devam eden terapi seanslarından yarar görmediğine kanaat getirerek sonunda vazgeçen -içindeki doymak bilmez cinsel arzuyu bir türlü bastıramayan- ve Hertzfeld’in aklında mesleki bir başarısızlık örneği olarak yer eden kimyager Philip acaba yirmi yıl sonra ne haldedir? Ölüme doğru geri dönüşsüz yolculuğuna başlayan Hertzfeld merak içindedir; eski hastasını arar ve ne halde olduğunu öğrenmek için onun verdiği adreste buluşmak üzere anlaşır.
Dr.Hertzfeld, Philip Slate’le yeniden görüşmek üzere gittiği dairesinin kapısındaki levhayı okuduğu zaman ilk sürprizle karşılaşır: ‘Dr.Philip Slate, Felsefi Danışmanlık’. Yirmi yıl öncesinin kimyageri şimdi unvan ve meslek değiştirmiştir. Acaba bu nasıl olmuştur? Olan şudur: Görmüş olduğu terapilerden olumlu yanıt alamayan kimyager Philip Slate, günün birinde kendi kendisinin doktoru olmaya karar verir, en başarılı olduğu anda kimyagerliği bırakır ve “yaşamış bütün bilgelerin sözlerini özümlediği bir biblioterapi (kitap terapisi) süreci’ne girer. Sokrates öncesi Yunan felsefesinden başlayıp Popper, Rawls ve Quine’e doğru yükselerek bütün felsefe külliyatını sistematik bir şekilde okumaya başlar.” (s.42) Bununla da kalmaz Columbia Üniversitesi’nde felsefe doktorası programına kaydolur ve başarılı olarak felsefe doktoru unvanını alır. Philip’in hayatındaki büyük mucize ise Colombia’da gerçekleşir ve “bana başka kimsenin vermediği bir şeyi verdi” dediği ‘mükemmel terapisti’ ile karşılaşır: Arthur Schopenhauer...
Bu buluşmadan ve konuşmadan sonra filozof Schopenhauer romana damgasını vurur ve sonuna kadar da çalkantılı hayatından izdüşümler ve de yazılarından çeşitli alıntılar sayfalarda yer alır. Ünlü filozof ‘bugünü yaşama arzusu’nu sağlıklı bir biçimde yerine getirmede gerçekten bir anahtar mıdır? Dr.Hertzfeld bu konuda tereddütler taşısa da en azından Philip State böyle olduğuna inanmaktadır. Sonuçta hayatını kuşatan ve onu büyük çıkmazlara sürükleyen saplantısını ‘biblioterapi’ ile bir biçimde aşma becerisi göstermiştir (o kadar ki bu başarasını başka hastalara da aktarmak için bir ‘Felsefi Danışmanlık’ bürosu açacak ve terapiye soyunacak kadar da iddialıdır) ve bu yolda temel dayanağı da Schopenhauer olmuştur. İyi de bu ne menem bir düzelmedir? Philip’in bu konuda Schopenhauer’den yaptığı kimi aktarımlar dikkat çekicidir: “Hayattaki amacım olabildiğince az şey istemek ve olabildiğince fazla şey bilmek..”(s.207); “Ne zaman insanların arasına çıksam daha az insan olarak geri dönüyorum..” (s.218); “Hayatın içinde yaşamaya çalıştığımda huzursuz oluyorum..Hayatın dışında kalmak, hiçbir şey istememek ve hiçbir şey beklememek, kendimi yüksek düşünceyle meşgul etmek –huzura giden tek yol, benim yolum bu..” (s.228-229) Philip Slate, Schopenhauer’i gerçekten iyi anlamış ve filozofun kitaplarıyla yaşadığı ‘biblioterapi’ süreci -cinsel obsesyonlarından kurtulduğuna göre- amacına ulaşmış gibi görünmektedir. Öyle olmasına öyledir de acaba şimdi geldiği yer çok mu sağlıklıdır?
‘Biblioterapi’ kavramına ısrarla takılıp kalmam galiba biraz da bu soru yüzünden. Burada hemen aklımıza gelen şu malûm yeterince okuyor muyuz, okumuyor muyuz soruları, kitapların hayatımızdaki yerleri, okumanın önemi ve gerekliliği ya da erdemi vs. gibi beylik söylemleri ve bu konuda ulu orta kestiğimiz raconları bir kenara bırakarak acaba şu soruyu sorabilir miyiz: Neden okuyoruz? Çok uzaklara gitmeye de gerek yok, kendi kendimize soralım bu soruyu: Sahi ben niye okuyorum? Sıradanlaşan ve sıkıcı hale gelen hayatın yörüngesinden çıkmak arzusu mu? Eğlenmek mi, zevk almak mı, vakit geçirmek mi, macera tutkusu mu? Bir kaçış mı? Bilmek mi, öğrenmek mi, anlamaya çalışmak mı..? Daha geniş düşünebilmek mi, kültürlü olmak kaygısı mı, entelektüel talep mi, dünyayı değiştirmek için mi..? Soruları daha da çoğaltmak mümkün. Eğer bu tespitlerin hepsinde bir doğruluk payı varsa, o halde kitapların ve kitap okumanın, eksikliğini hissettiğimiz şeyleri az ya da çok gidermek gibi tedavi edici (biblioterapi) bir özelliği olduğu herhalde söylenebilir. Görünen o ki ‘okumak’ ya da ‘kitaplar’ eksikliğini hissettiğimiz şeyleri olabildiğince tamamlamaya yönelik önemli işleve sahipler. Ancak öyle olsa da bu şekilde eksikliklerimizin ne kadar giderilip giderilmediği sorusu da hep akıllarda kalacaktır. Öyle ya, daha çok ‘okumak’ ve daha çok ‘kitap’ eksikliklerimizi tamamlamak kadar, aynı anda eksikliklerimizin daha çok farkına varmamızı da sağlıyor sanki. Nasıl mı? Örneğin ‘bilmek’ için okuyoruz ama ne çok şeyi bilmediğimizin farkına varıyoruz. ‘Anlamak’ için okudukça anlama noksanlığımızı fark etmek canımızı sıkıyor. Kültürümüzü artırmak için okudukça kültürsüzlüğümüz ortaya çıkıyor. Düşünce ufkumuzu genişletmeye çalıştıkça düşünce fukaralığımız tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Serüven romanları okuyoruz, hayatımızın ne kadar sıkıcı olduğunu görüyoruz. Aşk romanları okuyoruz aşklarımızın pespayeliğine yanıyoruz. Usta işi kitapları okurken ‘dilin büyüsü’ ile karşılaşıyor ne kadar ‘dil fukarası’ olduğumuz gerçeği ile yüz yüze kalıyoruz. Kısacası kitaplar ve okumak bir yandan eksikliklerimizi tamamlarken aynı anda o eksikliklerimizi daha da artırıyor. Tam burada bir başka soru daha geliyor akla. Kitap okumak huzurumuzu mu artırıyor yoksa huzursuzluğumuzu mu? Ya da şöyle soralım: ‘Biblioterapi’ (kitap tedavisi, kitapla tedavi) mi yoksa ‘Bibliopathos’ (kitap hastalığı, kitabın yol açtığı hastalık) mı? Veya şu: Kitap okudukça tedavi mi oluyoruz yoksa hastalığımız iflah olmaz bir hâl mi alıyor?
Sorular sorula, yanıtlar arana dursun, bilenler bilir:
‘Kitaplar’ ve ‘okumak’ varoluşsal bir talep; vazgeçilmez ve doyumsuz bir tutkudur. Hâlâ ‘huzur’ mu yoksa ‘huzursuzluk’ mu diye soracak olan olursa, kendi adıma okumayı ‘huzursuzluğun huzuru’ olarak tarif ederim.