Bilerek Barış İstemek: Türkiye’de Akademik Özgürlük*
Bilerek Barış İstemek: Türkiye’de Akademik Özgürlük*
Simten Coşar
[email protected]
Ülkenin yangın yerine döndüğü, sadece ülkenin değil tüm dünyanın farklı biçimlerde şiddete bulandığı bir zamanda “akademide özgürlükler”den bahsetmek lüks müdür? Yazıya bu soruyla başlamak, bundan sonra yazacağım her şeyi baştan kadük kılar mı? Bu yazıya bu kaygıyla tanımlı sorularla başlamıyorum. Bu sorular bir süredir zaten yaşamın farklı alanlarına yayılmış durumdalar. Oysa insan aklına en fazla saldırının olduğu, dolayısıyla entelektüel iştigale tahammülsüzlüğün azami düzeyde seyrettiği bir dönemde yapmamız gereken bu ve benzeri soruları sormak yerine, bu soruların neden tedavülde oldukları ve nasıl olmaya devam ettiklerini sormaktır. Zira böyle bir dönemde entelektüel iştigal kadük ilan edilir; akademinin eleştirel ekseni lağvedilir ve dolayısıyla akademinin ortadan kaldırılması talep edilir; gerekli görülür. Bizler akademik özgürlüklerle ilgili dertlenmeyi, çabalamayı, mücadeleyi ertelemedikçe, raflamadıkça, aksine, inatla devam ettikçe böylesine baskı dönemlerini niteleyen pratikleri aşındırma ve aksatma olanağının zeminini korumuş oluruz; hiç değilse, zayıflamış da olsa umutla devam edebiliriz.
Türkiye’de, nereden bakıldığına bağlı olarak son 3 yıldır, ya da son 1 yıldır, ya da daha uzun vadeli ilerleyen otoriterleşme, tekilci yönetim seyrinin artık nihai noktaya eriştiği bir dönemde (olası ve fiilî) muhalif akademinin külliyen tasfiyesine girişildiği bir aşamada akademik özgürlükleri dert etmeyi “lüks” addetmek tam da faşizme masolan, faşizmi yeniden-üreten bir tavra işaret eder. Ya da, akademinin tam anlamıyla teslimiyetini, biçareliğin kabulünü ve nihayetinde umudun gömülmesini içerisinde barındırır. Dolayısıyla, bu konuyla iştigal etmek inadına gerekir; özgürlüklerin an be an kırpıldığı, süreğen tehdit altında bulunduğu, yaşamı devam ettirme kaygısının ‘an’a bağlı olarak dayatıldığı ve geri çekildiği, siyasal duruşun keyfîliğe zorlandığı bir evrede ve coğrafyada özgürlük umudunun devamı böyle bir inada dayanır.
Böyle bir inadın akademideki yansısı bireysel düzlemde inadına okumak ve yazmak üzerinden seyrederken, kolektif görüntüsü tam da akademiyi bireylerin mecrasına dönüştürücü uygulamalara bireysel ve birlikte yapıp etme ve üretim üzerinden karşı çıkmakta bulunabilir. Böylelikle, her şeyin apaçık olmasına rağmen apaçık olanı dile getirmemizi engelleyen böylesine örtük bir süreçte net görüneni, olası olanı, aklın kestirebildiğini anlatıya dökmek, “… aksi takdirde sadece olan bitenin katlanılamaz ardı sıralığı dışına çıkamayacak olaylar” dizgesini muktedirin tekelinden çıkartma çabasına eklenebilir. (i)
Akademide dönüşüm
Ocak 2016’da “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin—bundan böyle Barış Bildirisi’nin—yaygınlaştırılmasıyla başlayan ve akademide geniş çaplı cezalandırmaları içeren olaylar dizgesine referansla “cadı avı”ndan bahsetmek abartı olmaz. Burada, son dönemlerde sosyal bilimler literatüründe çekiciliği artan “şeytanlaştırma” terimini özellikle kullanmıyorum. Şeytanlaştırma hem eril bir konumu imlemesi hem de şeytanlığın imlediği tikellik hali itibarıyla bugün akademinin kıstırılmaya çalışıldığı sınırları anlamamızda yetersiz kalıyor. Nitekim, “şeytan” örgütlenmez ama örgütler. Şeytanla mücadelemiz süreğendir ve kişisel olarak kendimizle mücadelemiz vasıtasıyla mümkündür. Zira şeytan bu dünyadaki varoluşumuz boyunca yok edilemez. Cadıları tek başına yenmeye çalışmamız gerekmez; birlikte ve kurumsal olarak ortadan kaldırılabilirler. Tercihimde asıl belirleyici olan, akademisyenlerin çağrıldıkları/itildikleri “güven(ce)siz”, “esnek”, “akışkan” ve dolayısıyla “kırılgan” hallerin, tarihsel olarak çoğunlukla kadın olmaklıkla ilişkilendirilen cadılıkla paralel işlemesidir.
Ocak 2016’dan itibaren akademide olanlar, otoriter yöntemlerle piyasalaşma/ticarileşme olarak adlandırılabilecek ve uzun bir süredir tedrici olarak uygulamaya konulan, ağırlıklı olarak YÖK’ün güdümündeki önlemlerin son aşamasını niteliyorlar. Burada evrensel bir plân dâhilinde tektip bir politikalar bütününden değil, neoliberal zamanlara uygun bir şekilde yamalı bohça tarzında işletilen uygulamalardan ve paralel olarak değişen akademik üretimden bahsediyorum. Söz konusu değişimlerin on yıllara yayılan ortak noktaları akademisyenlerin itildiği, bilgiyle ilişkilenme mantığında bulunabilir. Buna göre akademisyenler, neoliberal serbest piyasanın talep ettiği üniversite kampüslerine—bilgi üretimi, dolaşımı, öğrenci profili, akademik-idari çalışan profiline—uygun bir şekilde, akademik iştigallerini, “ne ders olsa veririm” (ii) ifadesinde özetlenen esneklik üzerinden tasarlamaya, kurumsal kimliklerini, kendi imajlarını güçlendirmek üzerinden kurmaya, üniversiteyle bağlantılarında uzun vadelilikten ziyade yeni kurumlara kolaylıkla uyumu niteleyen akışkanlığı benimseye ve iş güvencesi(zliği)ni bir toplumsal hak meselesi olmaktan ziyade bireysel olarak üstlenilmesi gereken bir risk olarak görmeye itiliyorlar.
Dünyanın farklı bölgelerinde, farklı tarihsel evrelerde, farklı biçimlerde, söz konusu esnekliğe, akışkanlığa ve güven(ce)sizliğe çağrıyı görmek mümkün. Ortak payda olarak, kapitalizmin neoliberal krizine bağlı olarak sömürünün estetiğinin kalkması ve dolayısıyla emek piyasalarında hep beraber güven(ce)sizleşerek işçileşmeden bahsedilebilir. Burada, üniversite emekçilerinin güvencesizleştirilmelerinin, çalışma koşullarından, iş güvencesinden ve toplumsal haklarından kopukmuşçasına, ulusal güvenlik iddiaları temelinde gerçekleştirildiğinin altını çizmek gerekiyor. Nitekim, Türkiye’de akademinin ulusal güvenlikle ve dolayısıyla akademik özgürlüklerle imtihanı 1981’de YÖK’ün kurulmasıyla birlikte başlıyor.
YÖK, neoliberal önlemlerin otoriter siyasetle arasındaki yakın bağlantıyı görmek açısından işlevseldir. Türkiye’de neoliberalleşme süreçleri boyunca, gerek hükümet kompozisyonları, gerek politika tercihleri gerek bu tercihlerin sosyo-kültürel eksenlerde meşrulaştırılma araçları değişirken az sayıdaki sabitlerden biri—kurumsal olarak ve dayandığı ve süreğen bir şekilde yeniden ürettiği kurallar, normlar ve öncelikler açısından—YÖK olagelmiştir. Bu devamlılığın en açık göstergesinin 1980-1983 arası askerî rejim sırasında yeni kurulmakta olan düzene karşı (potansiyel) akademik muhalefetin önünü tamamen kesmekteki işlevselliğinin, 2016 yazında, “Yükseköğretim Kurumu, tüm üniversitelerimiz ve akademik camia olarak kamuoyuna beyan” edilen ve 15 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye siyasi tarihinin üçüncü başarısız askerî darbesi olarak kayıtlara geçen darbe karşıtlığının yanı sıra ve darbe karşıtlığıyla özdeş okunan, akademik bilginin öncelikli olarak devletçi ve milliyetçi olması gereğinin ve bunun “özgür düşünce”yle koşutluğunun altının çizildiği bir metinde devam etmesi olduğu söylenebilir. (iii) Devamlılığın diğer bir göstergesi, “yerleşik düzenin gözü”nün “özgür düşünce”nin çeperlerinin ihlâl edilmemesi için YÖK dolayımıyla hazırda bekletilmesi olagelmiştir.
Bu sınırlar ihlal edildiği anda neler olduğu Barış Bildirisini takip eden gelişmelerde görülebilir. Bir fikir vermesi açısından sadece özet istatistiksel bilgiyi aktarmak uygun olacaktır: 2 Temmuz 2016 itibarıyla, kamu ve vakıf üniversitelerinde toplam 37 işten çıkarma, 7 istifa, 1 zorla emeklilik, 516 disiplin soruşturması, 39 üniversitedeki görevinden uzaklaştırma, 7 idari görevden alınma vakasından bahsedilmektedir. İmzacı akademisyenlerden 588’i adli soruştuma sürecindedirler. Aynı zaman diliminde 4 gözaltı ve 4 tutukluluk gerçekleşmiştir. (iv) Burada hemen imzacı akademisyenlerin karşı karşıya kaldıkları baskı ve yıldırma politikalarının salt bir imzayla bağlantılı olduğu kadar neoliberal kapitalizmin dünya genelindeki krizine eşlik eden savaş/çatışma ortamıyla da bağlantılı olduğu söylenebilir. İmza metninin içeriği aslında bu bağlantının kanıtı olarak görülebilir; metne ve imzacılara yönelik baskı da…
Akademi yok olurken (mi?)
Temmuz 2016 itibarıyla akademideki tasfiye süreci artık geri döndürülemez bir boyut almıştır. YÖK 18 Temmuz 2016 tarihli toplantı sonrasında, devlet ve vakıf üniversitelerindeki dekanların istifasını istemiştir. Yanı sıra, bütün üniversitelerde akademik personelin yıllık izinleri iptal edilmiş; yurt dışı görevlendirmeler durdurulmuştur. Dahası, gri ve yeşil pasaport sahiplerinin yurt dışına çıkışı yasaklanmıştır. Bütün bu önlemlerin, muktedirin karşısında olası muhalif addedilebilecek akademisyenleri sadece tasfiyeyle sınırlı olmadığının ipuçlarını taşıdığını söylemekle yetinmek yerinde olacaktır. Ancak, Türkiye’de akademinin yok oluşundan değil neoliberal akademinin neoliberalizmin krizi kapsamında çöküşünden bahsedebiliriz. Barış Bildirisiyle bağlantılı olarak tasfiye edilen akademisyenleri ortaklaştıran tek unsurun “imzacı” olmaları ve akabinde maruz kaldıkları baskı karşısında dayanışabilmeleri olduğu aşikâr. Muktedirler açısından, tam da bu dayanışma, imzaların arkasında durmaya devam etmek kadar rahatsız edici. Dayanışma, alışılageldik örgütlülüklerle ve ana akım zihniyette etiketlendiği şekliyle siyaseten değil gündelik yaşamın gerekleriyle ve gitgide sınırları daraltılan eyleyebilme hallerinin korunması kaygısıyla işletilmesi ve böylelikle tanımlanmayı reddetmesi ölçüsünde özgürlükler açısından umut verici.
Öyleyse, akademi yok olmuyor. Akademi Türkiye’nin 1980 darbesiyle birlikte içerisine girdiği dönüşüm sürecinden kendi payını halihazırda alagelmekteydi. Nitekim akademide tasfiye her askerî darbenin ve darbe girişiminin öncelikli uygulamaları arasında yer alır. (v) Dolayısıyla, her şey aniden olmadı. Ya da, Ocak 2016 öncesi akademik üretim-dolaşım-paylaşım süreçlerinin sorunsuz akışı bu tarihten itibaren salt otoriter tahammülsüzlük nedeniyle kesintiye uğramadı. Ya da, 1980 öncesi dönem akademik özgürlükler açısından sorunsuz değildi. Aksine, Türkiye’de akademik özgürlükler hep sorunlu bir alanı tanımladılar. Bu açıdan 1980 sonrası dönemi ayrıştıran akademik özgürlüklerin doğrudan neoliberal serbest piyasa koşullarına endeksli bir şekilde tanımlanmasıydı. Bu durum akademisyenlerin, darbe sonrası siyaseten düzlenen bilgi üretim-dolaşım-paylaşım süreçlerinde bireyciliğe, tekil hareket etmeye, tekil yazmaya, tekil görünmeye itilmelerini beraberinde getirdi. Bu neoliberal serbest piyasa koşullarının talep ettiği esnek emek/istihdam, akışkan iş gücü ve güven(ce)siz işçi profilinin akademiye yansıtılmasını mümkün kıldı.
Bugün Türkiye siyaseti, neoliberalizmin otoriterlikle esnek ilişkisinin ve/ya da otoriterliğin neoliberalizme katı eşlikçiliğinin kriz dönemlerindeki yoğunlaşmasına örnek teşkil ediyor. Kriz dönemleri, eskinin çöktüğü yeninin henüz tam anlamıyla ortaya çıkmadıkları dönemler olmaları itibarıyla özgürlük arayışlarının da yoğunlaştıkları dönemlerdir. Muktedirler bilgiyle aranan özgürlükten bu nedenle daha da korkarlar. Tasfiye edilenlerin yerine gelecekler konusundaki endişe bu korkuya eklendiğinde otoriterliğin derecesi daha da artar. Nihayetinde, diyalektiğin işleyişi bugüne kadar tarihin özgürlüklerden yana olduğunu gösterir; bu, otoriterliğin gücü arttıkça takatinin azalmasını da açıklar. Türkiye’de akademinin neoliberal-otoriter tasfiyesi tam da böyle bir kriz evresinin tanıklığına durmuştur.
* Bu yazıyı 15 Temmuz 2016 tarihinde yazmaya başladım. Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) 18 Temmuz 2016 tarihli toplantısı sırasında yazmaya devam ettim—ya da devam etmeye çalıştım. Yazıya noktayı koyduğum 19 Temmuz 2016 ve bu dipnotu eklediğim 20 Temmuz 2016 itibarıyla genel olarak akademisyenlerle ve özelde Barış İçin Akademisyenlerle (BAK) ilgili YÖK kararları ve ilgili uygulamalar son hız devam etmekteler. Dolayısıyla, yazı yayınlandığında muhtemelen eskimiş olacak. Umudum, neoliberal zamanların çoğunlukla mantık-dışılaşan hız talebinin karşısında tedavülden kalkma riski yerine “eski” olmanın değerini taşıma ihtimalinde.
(i) Hannah Arendt, “Hermann Broch 1886-1951”, Richard Winston (çev.), Men in Dark Times (San Diego, New York ve Londra: Hartcurt & Brace Co., 1968), s. 104.
(ii) Aslı Vatansever ve Meral Gezici-Yalçın, Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız İşçiye Dönüşümü (İstanbul: İletişim, 2015).
(iii)http://yok.gov.tr/documents/10279/26598581/YOK_ve_Tum_Universiteler_Tarafindan_Darbe_Girisimine_Iliskin_Hazirlanan_Ortak_Aciklama.pdf
(iv) Tutuklu akademisyenlerden 3’ü 40 gün, 1’i 22 gün tutuklu kaldıktan sonra çıkarıldıkları mahkemede tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildiler. 2 Temmuz itibarıyla derlenen veriler Ankara’daki adli soruşturma sürecini kapsamamaktadır. Ankara üniversitelerinden imzacı akademisyenlere Temmuz ayında ifade vermeleri için tebligat gönderilmeye başlanmıştır. İlgili akademisyen sayısının 150 ilâ 160 civarında olduğu bilinmektedir.
(v) 1960 darbesinde 147’likler; 1980 darbesinde Sıkıyönetim Yasası’nın numarasıyla akıllara kazınan 1402’likler ilk akla gelen örneklerdir.