1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bilgisiz Bilginin Yokluğu
Bilgisiz Bilginin Yokluğu

Bilgisiz Bilginin Yokluğu

Bilgisiz Bilginin Yokluğu

A+A-


Yılmaz Akgünlü
[email protected]

İnsan kendini bilmez, başkalarını bilir.

Kendini bilmek ne demektir? Ve kendini bilmeyen kişi nasıl bir durumdadır? Eğer bu sorulara cevap vermek kolay olsaydı herkes kendini bilirdi. Bu cevabı başkalarına aktarırdık ve herkesin kendini bilmesini sağlardık.

Peki, zaten çoğunluğa göre öyle değil mi? Bu soruyu duyan toplumsal bir insan kendini gayet iyi bildiğini, bu sorunun felsefe yapmanın saçma bir biçimi olduğunu söylerdi.

Kendini bilmeye geçmeden önce bilmenin anlamı üzerinde düşünmek istiyorum. Bilgiyi tanımlamak bile başlı başına bir sorun, öncelikle burada açıkça birbirinden farklı olan bilgileri ayırt etmek gerekiyor. En önemli ayırımın başkalarıyla ortak olarak bildiğimiz bilgilerle, sadece kendimizin bildiği bilgiler arasında olduğunu düşünüyorum.

Başkalarıyla ortak olarak bildiğimiz bilgiler aslında bilgi-olmayan bilgilerdir. Mesela elmanın bilgisiyle elma sözcüğünü anlıyoruz. Bu sözcükle nasıl bir meyvenin temsil edildiğini biliyoruz. Ancak elmayla ilgili gerçek bir bilgi değil bu, hiç elma görmemiş ya da yememiş biri de bu bilgiye sahip olabilir. Kendisi bilgiymiş gibi davranan bu temsili bilgiler birçok da sıkıntıyı beraberinde getiriyorlar. Öncelikle elmayı bilmek elmayı yemediğim sürece hiçbir işe yaramıyor, bu bilginin asıl yaptığı benim elmaya ulaşımımı kolaylaştırması. Onu hayal ediyor, istiyor, alışverişe giden arkadaşıma bana elma almasını söylüyorum. Ancak bu bilgi-olmayan bilginin işe yaraması için aslında benim elmayla ilgili gerçek deneyime sahip olmam, yani onu elime alıp yemem gerekli. Elma konusunda sorun yok gibi görünüyor. Elmayla ilgili deneyime dayanan bilgimde, onun adını bilmek de yaşamımda bir yere sahip, yeter ki ortada bir elma olsun ben de onu ısırabileyim. Ancak asıl sorun bu ikincil bilgiler bütün yaşamımı kaplayıp yönetmeye başlayınca başlıyor.

Diğer bilgi türü, gerçekten bildiğimiz şeyler; gördüklerim, duyduklarım, iç organlarımdan gelen duyumlar, karnımın acıkması, yorulmam gibi duyumsal özelliklere sahip, onlar bu dünyada bizzat varolmamı sağlayan şeyler. Ayrıca kendi varoluşumu da dolaysız bir güçle algılıyorum, yaşadıklarım içimde tamamen bana özel bir deneyim yaratıyor. Herkesle aynı yolda yürüsem de, onlardan farklı bir şekilde duyumsuyorum dünyayı, seviyorum, korkuyorum, mutlu oluyorum. Ne yaşarsam yaşayım bunu benden başka kimse bilmiyor, ben bizzat kendimi yaşıyorum.

Ancak tuhaftır ki insan son derece korkunç bir bilgisizlik içinde yaşıyor ve yazının başında değindiğim gibi insan kendini değil, başkalarını yaşıyor. Gerçekten bildiği şeyleri bilmemeye ya da çok daha az bilmeye başlıyor ve başkalarının bilgilerini ise kendi asli, öz, gerçek bilgisinin önüne koymaya başlıyor, sonunda bu süreç öyle bir hal alıyor ki, kişi kendi öz yaşantılarıyla bağlarını tamamen kaybedip, kendine bir yabancı olarak yaşamaya başlıyor, daha doğrusu "yaşamamaya" başlıyor.

Peki, bu nasıl oluyor? İkincil ve gölge bilgi nasıl birincilin önüne geçiyor? Nasıl oluyor da gölge gerçeğin üstünü örtüp onun güçlerini almaya başlıyor?

Bunu anlamak için ikincil, temsil edici bilgilerin nasıl üretildiğini, nasıl empoze edildiğini ve nasıl etki ettiğini incelemek lazım. İkincil bilgiler bize dil ve toplumsallaşma aracılığıyla kazandırılıyor. Kişinin, toplumun istenen şekilde davranan bir bireyi haline getirilmesi için yoğun bir bilgilendirilme, beyin yıkama sürecinden geçirilmesi gerekiyor. Varolabilmek için kendisini çevresine muhtaç hisseden birey de ister istemez bu bilgileri yüklenmeye başlıyor. Birey ne kadar iyi toplumsallaşmışsa, ne kadar uslu bir kişi olmuşsa bu yüklenmede o kadar başarılı oluyor. Ne yazık ki, bu etki ne kadar güçlenirse, kişinin bunu yıkması ve gerçek "oluşunu" yaşaması da o ölçüde zorlaşıyor. İnsanın gerçek varlığını yaşaması durumunda toplumun merkezini oluşturan başarı kalıplarından kurtulabilmesi ve Öz varlığını gerçekleştirmek olan bitmeyen süreci yaşaması mümkün.

Birçok deneyim ve kavram bu perspektiften incelenebilir. Örneğin başarından söz açmışken, gerçek başarıyla, sahte başarı arasındaki fark nedir? Sahte başarı ikincil kavramlarla güdülen bir bireyin yaşadıklarıdır. Ona göre başarı değiştirilebilen, satılabilen, kullanılabilen, kısaca "işe yarayan" başarıdır. Ün ve makam sahibi olmak, ya da bol para kazanmak bu türden bir başarıdır. Şu anda başarı diye tanımlanan bu değil midir? Eğer bu anlamda başarılıysanız, bunu sizin dışınızdaki insanlar öyle tanımladığı için başarılısınızdır. Oysa bunu tam olarak fark etmeseniz de çoğu zaman içten içe mutsuzsunuz, kendinizi kayıp ve anlamsız hissediyorsunuzdur. Gerçek başarı ise yaptığımız, yaşadığımız şeylerden keyif alabilmektedir, başarılı olup olmadığımızı ölçmeyiz, yaptığımız şeyleri bir sonuca ulaşma amacıyla yapmayız.

Bunun başka bir örneği sevgi ilişkilerinde görülebilir. Kavramlarla güdülen biri için sevgi, toplumun tanımladığı ideal eşe sahip olmaktır. Sevgi konusunda kendisine öğretilen ikincil bilgilerin tutsağıdır bu kişi. Onun istediği bilinebilir, kontrol edilebilir bir kişiyi eş edinmek ve "eş" olarak bildiği bu kişiyi aklıyla köle yapmaktır. İbni Arabi akıl kelimesinin Arapçadaki ‘ikal’ kelimesiyle aynı kökten geldiğini söylemektedir. ‘İkal’ ise köpekleri bağlamak için kullanılan iptir. Yani akıl dünyayı kontrol etmek için kullandığımız iptir. Akıl yoluyla dünyayı kendi kullanımımız için evcilleştirmeye çalışırız. Dünyayı aklımızın ipiyle köle yaparken biz de köle yaptığımız şeyin kölesi durumuna düşeriz.

Oysaki gerçekten seven birisi için sevmek bir birlikte oluş halidir. Kişi kendi en derin halini, kendi gerçeklerini olduğu gibi yaşarken, karşısındakinin de kendisini yaşamasına tanıklık eder. İçinde olup bitenleri, gerek sevinç olsun, gerek hüzün ve korkular olsun hiçbir şeyden aslen korkmadan yaşamak ister. Çünkü o bilir ki gerçek sevgi asla ölmeyen, sakin kıvanç dolu bir hiçlikten sürekli olarak kaynamaktadır.

Ancak insan dil tarafından kuşatılmış olduğundan ondan tam olarak özgür olması için dilin katı anlamlarını terk etmesi gerekir. Bu, dilin sonsuz anlam üretme zenginliğini kullanmayı da beraberinde getiren bir çabadır. Dil deneyimi belirler, ama dilin kendisi bile, sahip olduğu anlamlar bulunduğu bağlam ve karşıtlaştığı ögelerle belirlendiği için sürekli akış halinde olan canlı bir süreçtir. İnsan zihni dilin çok daha üst bir kullanımına geçebilir ki, bu düşünmeden düşünme denebilecek bir yetiyi doğurur ve üretir.  Düşünmeden düşünme zihnin en yaratıcı ve bütünsel etkinliğidir. Bu düşünmede algı ve duygular düşünceyle karışmış, söz kalıpsal özelliğinden çok tıpkı renklerin, tatların yeni kombinasyonlarıyla hissettirdikleri gibi, yeni deneyimleri sürekli açmaktadır.

İnsanın bilginin, dilin, toplumun hükümranlığından kurtulmasında anahtar akıl ve saçmalık zıtlığında gizlidir. Akıl hapishanesi bilinenlerden oluşan bir dünya yaratır. Bunu kırmanın tek yolu ise saçmalıktır. Saçma zihnin bütün imkânlarına dağılmasıdır. Saçma mantıksız olan değildir. Saçma mantıklı olanda dahil tüm gerçeklik biçimlerinin mümkün olmasıdır. Akla göre birbirine zıt şeyler bir arada olamaz, akla göre dünya belirlenebilir yasalarla yönetilir. Oysa Saçmanın Sonsuz Gerçekliğinde her şey mümkündür, hatta sadece mümkün değil her şey vardır. Biz şu anki gerçekliğin dışında kalan bir şeyi sadece onu algılayamadığımız için yok sayarız. Oysa bilim geliştikçe anlaşılıyor ki, algıladığımızı evren gerçek evrenin çok çok küçük bir bölümüdür ve hatta evrende algılarımızın dışında sınırsızca boyut olması olasıdır. Eğer böylesine sonsuz olasılıklarla çevriliysek bunları nasıl küçücük aklımıza sığdırabiliriz.

Evrenin sonsuzluğuyla aklını bir kenara koyarak karşılaşabilen kişi, bunu asla sınırlı aklın imkânlarıyla kavrayamaz ya da dile indirgeyemez. Bu evrenin çılgın olması, saçma olması hali ancak o kişiye sınırlı algısından çok daha geniş bir bilinçlilik düzeyi kazandırmıştır. Bu bilinçlilikte kişi yaşadığı her şeyle özdeştir, yaşamadığı şeylerle de özdeştir. Hiçbir yerde sınır, ya da onu tutan bir bağ yoktur. Kişi aynı anda başka bir kişide olabilirmişcesine başka insanlara gerçek bir empati yoluyla bütünleşebilir, tıpkı rüyalardaki gibi zihni bulunduğu ana sınırsız bir mutluluk katabilir. O denetlemeden her şeyin denetim altında olmasını sağlar. Bir şey istemeden bütün isteklerine ulaşır.

Yukarda tanımladığımız bilinç hali herkes tarafında bilinse de, bu farkındalığa getirilemez. Toplum buna izin vermez, küçük yaştan beri bu algıyı yok sayacak şekilde eğitiliriz. Geçenlerde üç yaşındaki küçük yeğenime büyüyünce ne olacağını sorduğumda "kelebek" olacağını söyledi. Ertesi gün aynı soruyu sorduğumda "ne olacağımı bilmiyorum ki" dedi. O gün ne hissederse öyle söylemekte ya da hissetmekte bir sakınca görmedi. Onun için gerçeklik her an değişebilen bir şeydir. Oysa bizler yarın ne olacağımızı, ne hissedeceğimiz, çok iyi bilecek şekilde eğitiliyoruz. İyi çocuk, avukat, memur, karı, koca, baba, anne olacak şekilde roller kazanıyoruz. Oysa bunlar bir bebeğin oynadığı oyunlardan farklı değil, bir çiçeğin açmasından ve solmasından daha üstün değil.

Yaşamın dolaysız bilgisi bizim saçmanın gerçek bilgisiz bilgisinde olmamızdır. Bu düşüncelerimizin, uyduruk ikincil bilgilerin bizi yönetmediği gerçek bir özgürlük duygusu verir bize.

Belli kalıplara göre yaşamaya öyle alışmışız ki. Ne yapacağımızı, ne söyleyeceğimiz hep ölçüp biçerek, hep “uygun” olan şeyi yaparak yaşamaya çalışıyoruz. Böyle olunca da varoluşun temelindeki özgürlüğü kaybediveriyoruz. Akışa göre yaşamak, zihnin akmasına, özgürce yaşamasına izin vermek zor oluyor. Zihnin özgürce akması diyoruz, ama zihin ne ki zaten? Özgürce akan biri ya da bir şey mi var? Zihin de bir kavram, kocaman bir boşluk var ve biz sürekli bu boşluğu doldurmaya çalışıyoruz. Dolduralım ne var bunda diyebilirsiniz. Ancak yaşam en üst noktasına bütün kavramlardan, imgelerden kurtulunca varıyor. Başlangıçta ne vardı? Başlangıçta tek bir sözcük bile yoktu, yine de her şey eksiksiz ve tamdı. Ama bir kez insan başlangıçta olmadığını düşünmeye başlasın, bir kez eksik olduğumuza inanalım, bütün yanılgılarda peş sıra geliyor.

Varacak bir yer yok, kavranılacak bir şey de yok. Sadece akıyoruz işte. Güzel güzel akan bir varoluş var. Akarken birey kendisini ve yaşamı (sanki ikisi faklıymış gibi değil elbette) bambaşka bir hafiflikte görüyor oysa. Gerçek anlamda yeni olana doğru gidebiliyor, çünkü bir şey bilmiyor. Bu nedenle çocuklar, bebekler en doğru anlamda yaşayabiliyorlar. Onlar için her şey bir oyun. Ciddiye alınacak bir şey yok. Tamamlanacak bir hedef yok, birine bir şey öğretme ya da verme çabası da yok. O zaman özgürlükte mi kazanılacak bir şey değil. Evet, o da değil. Çünkü özgür olduğunuzu ya da olmadığınızı düşünmeniz de bütün bütün bir yanılgı değil mi?

Olağanüstü diyebileceğimiz bir evrendeyiz. Bunun hakkını vermek güzel. Zihni bu olağanüstülüğü algılayacak şekilde eğitmek mümkün. Kişi dimdik durup bakmalı olan bitene ve düşünceleriyle eylemleriyle kesintisizce akmalı. Bu nedenle bir zen ustası acıkınca yiyorum, yorulunca uyuyorum demiş. İçinden geldiği gibi, en doğal ihtiyaçlarını en olağanüstü bir güzellik gibi yaşamak gerek. Bu zihinsel durum bir kez yakalanıp da güçlendirildi mi, evrende oluşumuzun hakkını veren bir esenlik ve mutlulukla dolu dolu yaşamak mümkün. İşin sırrı kendi benliğimizi sürekli düşünmek yerine yaşantı akışımızla bütünleşmekte saklı. Bizim sorunumuz; yorulmadan uyumakta ya da acıkmadan yemekte, ya da doysak bile yemeye devam etmekte. Sonra da bilmediğimiz şeyleri biliyormuşuz gibi yapmaya başlıyoruz. Bilinecek bir şeye gerek var mı? Şu olağanüstü dünya bize en doğru şekilde yaşamak için gereksindiğimiz her şeyi vermemiş gibi yaşıyoruz. Kişi kendi kendisinden başka şeyler hedeflemişti,

yaşam ona nasıl geldiyse öyle yaşamayı unuttuğu için hatalıdır o kişi. Yoksa tabii ki işimiz ya da paramız olabiliriz. Ancak bunlar kendi iç özgürlüğümüzü kaybettiğimizde ne anlam taşır ki?
Eğer bir kez yanılgıya düşmüşsek, bir kez kendimizi umutsuz ve çözümsüz hissettiysek hatırlamakla başlayabiliriz işe. Neyi hatırlamakla? Bu hale düşene kadar geçirdiğimiz süreci elbette. Gençken ya da daha da küçükken nasıl biriydik? Nasıl algılar ve düşünürdük? O günlerdeki ruh halimiz, neşemiz nereye gitti? Çocukluğunuzdan mutlu olduğunuz bir anı hatırlayın. Başarabilirseniz o anki zihinsel durumunuz yeniden yaratmaya çalışın. Durup o andaki her şeye bakan, her şeyi olduğu gibi bir yargıda bulunmadan izleyen bir zihinsel durumda mıydınız? Yeniden böyle olabilirsiniz? Kendi zihninizin olağan şekilde akmasına izin vererek kendinizi doğal akışkanlığınıza geri döndürebilirsiniz. Ancak buradaki amacınız zihinle bütünleşmek olmamalıdır. O akarken seyirci olabilmek zihninize bağlanmamayı doğurur. Zihin ve ben birizdir. Bu nedenle bir çatışma durumu olmaz. Çatışma olmayınca da sessizlik olur. İnsanlar sessizlik deyince zihinlerinde hiçbir düşünce olmamasını anlıyorlar. Ancak sessizlik bu değildir. Sorun zihin akarken kişinin zihniyle bütün olmasıdır. O zaman gürültü olmaz. O zaman düşünce de olmaz. Düşünenle düşünce ayrı olmadığı için sessizlik sağlanmıştır.

Bu haber toplam 3474 defa okunmuştur
Gaile 309. Sayısı

Gaile 309. Sayısı