Bilimin Eksiği Sanatın Katkısı…
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, insanın gizli dünyasının sırlarının çözümlenmesi ve açığa çıkması bağlamında edebiyattan/sanattan, onun öneminden ve vazgeçilmezliğinden söz etmek, bilimin önemini inkâr etmek demek değildir.
Hakkı Yücel
[email protected]
İddialı ve hatta provokatif bir başlık olduğunu kabul ediyorum; neyi murat ettiğimi bir örnek/olay üzerinden anlatmaya çalışayım.
Türkiye’de 14 ve 28 Mayıs 2023 tarihlerinde gerçekleşen milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanan Cumhur ittifakı ve Erdoğan oldu. Alınan oy oranları bakımından aradaki farkın çok fazla olmaması, muhalif kesimler ve gelecek adına her ne kadar hâlâ iyimser değerlendirmeler yapılmasını sağlıyor olsa da, bu sonuçların seçim öncesi beklentilerin ve bu beklentilerin gerçekleşeceğine dair verilerin/inancın çok yüksek olması nedeniyle aynı kesimlerde derin bir hayal kırıklığı yarattığı da çok açık. Ortaya çıkan tabloya yol açan etmenlerin neler olduğu üzerine o gün bugündür değerlendirmeler yapıldı ve yapılmaya devam ediyor. Bu arada eleştiri/saldırı oklarının en çok fırlatıldığı yerin bilimsel yöntemlerle çalışan -bu iddiada olan- kurumların olması ise, tahminlerindeki hata paylarının bu türden araştırmalarda artı-eksi kabul edilebilir orandan çok daha yüksek çıkmasından kaynaklanıyordu. Hal böyle olunca, yandaş/amigo kıvamında olanlar bir yana, bu alanda çalışmalar yürüten ciddi kurumların ‘bilim(sellik)/bilimsel yöntem’ iddiaları ve buradan elde ettikleri sonuçlar, kaçınılmaz olarak, sorgulanır hale geldi.
Yaşanan seçim pratiğinin en nihayetinde söylediği, seçmen/insan davranışlarının ne olacağı/olabileceği konusunda yürütülen bilimsel çalışmalar ve izlenen bilimsel yöntemlerde (bunu teknik bir mesele olarak görmede) bir eksiklik/yetersizlik olduğuydu. Üstelik bu durumun sadece Türkiye’ye özgü olmadığı iki hafta sonra Yunanistan’da yapılan seçimlerde de benzer sürprizlerin/şaşkınlıkların yaşanmasıyla net olarak açığa çıkmıştı. Buradan bakıldığında, bir olaya yönelik olarak insanların davranış biçimlerinin ne olacağının önceden tespitinde, özellikle buna soyunan ve bunun bilimsel çerçevesini ve de yöntemlerini belirleyen sosyal bilimler cephesinde, her şeye rağmen eksikler/yetersizlikler olabileceği açık seçik gözlenmiş oluyordu. Bu durumda ise akla şu soru geliyordu: Eğer böyleyseydi, bu eksikliğin/yetersizliğin aşılması yönünde başka ne(ler) yapılabilirdi?
Mesele insan davranışları olunca, ömrünü insanoğlunun görünmeyen karanlık dünyasına ışıklar düşürmekle, o dünyanın sırlarını çözmeye çalışmakla geçiren, bu bağlamda bilinçdışı olarak da nitelendirilen o sırlar dünyasının kapısını psikanaliz anahtarıyla açma uğraşı vererek, bir bakıma insana zihnen ve ruhen kendisini görmesi, tanıması ve gerçekleştirmesi imkânı sunan Freud; bu zorlu sürecin lâyıkıyla yerine getirilmesinde güçlü tutamak olarak insan bilimlerinin (sosyal bilimler) önemini vurgularken -bu yüzden psikanalizin bir bilim olarak kabul edilmesinde ısrarcıdır, ancak bu konuda çok zorlanacaktır-, aynı anda sanatın (özellikle edebiyatın) gerekliliğinin de ısrarla altını çizer. (Freud psikanalizi ayrı bir disiplin olarak tanımlarken, psikanalistlerin aynı zamanda edebiyat alanına, buna felsefeyi de ilave etmek suretiyle, vukufiyetlerinin, bu konudaki yetkinlerinin, son derece önemli olduğunu sıklıkla dile getirmiştir). Edebiyatın/sanatın gücü ve psikolojiyle olan ilişkisini ortaya koymak bakımından Freud’un en çarpıcı örneği ise, psikolojide hatta psikanalizde yerinin ve ufuk açıcı yönünün kendisinden önce geldiğini ve ondan çok yararlandığını itiraf ettiği Dostoyevski ve onun, yarattığı karakterler yoluyla, insana dair her biri ayrı ruh çözümlemesi zenginliği içeren romanlarıdır. Edebiyata/sanata bu konuda [insanın kendisini(n) tanınması/anla(şıl)ması/gerçekleştirmesi ve davranışlarının çözümlenmesi anlamında] ayrıcalık sağlayan şeyin ise, onun sınırları/kalıpları aşan (bu bir anlamda bilimin/bilincin çizdiği sınırlardan öteye, bilinçdışına taşan ve artık hayallerle/imgelerle de zenginleşerek çoğalan) bir yaratıcılığın ürünü olmasıdır. Buradan bakınca, örneğin birey olarak hepimizin gördüğümüz rüyalar, kurduğumuz hayaller tam da bu özellikleri nedeniyle insanın gizli dünyasının (bilinçdışının) sonuna kadar açığa çıktığı, bir bakıma insan zihninin özgürleştiği zaman dilimleridir ki bu özgürleşme hali potansiyel olarak yaratıcılığın zirve anları olmaları bakımından sanatçının-yazarın en fazla tutunmak istediği andır. Orada yaşadıklarını hatırladığı kadar hayata geçirmek istemeleri de işte tam da bu yüzdendir. Sanatın (özellikle) edebiyatın vazgeçilmezliği de burada açığa çıkmaktadır. Yaratıcılıkla buluşan bu özgürleşme halinin (bilinç baskılamasından kurtulan bilinçaltının, ya da daha iddialı ve provakatif bir söylemle bilimin sınırlarını aşan imgesel çağrışımlarla yüklü bu halin yazarın-şairin (özellikle şairin) dilinde anlam ve duygu yoğunluğu olarak karşılık bulacağı -öyle çünkü artık burada kelimeler ve dil kendilerinden çok fazlasıdırlar ve çok fazlasını anlatmaktadır- ve bunun da son kertede insanın kendinde ve ötekinde hem dikey -derinlemesine- hem de yatay -çokluk, çeşitlilik, farklık- karşılık bulacağı aşikârdır. Bu arada her insanın biraz sanatçı olduğu söylemi de her birimizin insan olarak rüya görme (hayal kurma) özelliğimizden kaynaklanmaktadır (orada artık sınırlar aşılmıştır, bilinçdışı açığa çıkmıştır) ve yine bu yüzden Freud’un kendisi de bu durumu ‘’her insan özünde bir şairdir ve son insan can vermeden son şair de yeryüzünden silinemeyecektir’’ biçiminde dile getirmiştir.
Bu konuda yine ilginç bir örnek Dostoyevski’dir. Malum Dostoyevski bir epilepsi (Sara) hastasıdır. Zaman içerisinde hastalığıyla arasında özel bir ilişki gelişecektir. Öyle ki ünlü yazar epilepsi (sara) nöbetinin ne zaman geleceğini önceden kestirebilmektedir. Nöbet ise bilinç dışının bilinç tarafından denetiminin ortadan kalktığı, bir başka ifadeyle bastırılmış olanların açığa çıktığı, sınırsız bir özgürleşmenin yaşandığı zaman dilimidir ve Dostoyevski’nin neredeyse dört gözle beklediği de bu anlardır. Şundan ki bilinç dışının özgürleştiği bu dönemde Dostoyevski adeta bir esrikleşme hali içinde gördüklerini (hallüsinasyonlarını) ve hissettiklerini (imgesel yoğunluğu fazla duygulanımlarını), sonradan hatırlayabildiği kadarıyla kaleme alma -hastalığının da tetiklediği tutkulu yazma arzusundan da kaynaklanmaktadır bu- becerisini geliştirmiştir ve bu anlarda yaratıcılığı zirveye çıkmakta, bu da yazdıklarına adeta insanın zihinsel/ruhsal sırlarının dibine kadar sergilendiği bir çeşitlilik/farklılık/zenginlik olarak yansımaktadır. Ünlü yazarın nöbetleriyle olan ilişkisi o denli derindir ki neredeyse tüm eserlerinde epileptik bir karakter mutlaka vardır ve -bilenler bilir- bunlar arasında en önemlisi de Budala romanındaki prens Mişkin’dir.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, insanın gizli dünyasının sırlarının çözümlenmesi ve açığa çıkması bağlamında edebiyattan/sanattan, onun öneminden ve vazgeçilmezliğinden söz etmek, bilimin önemini inkâr etmek demek değildir. Bunun böyle olmadığını, madem ki onunla başladık yine Freud’la devam ederek söyleyelim. Üstat, hayatının son dönemlerinde daha ağırlıklı olarak hissetmekle beraber, ömür boyu yaptığı çalışmalarının, bilimsel olmadığı yönünde yapılan suçlamalar karşısında, onca yazdıklarının/söylediklerinin bilim dünyasında tutunup tutunamayacaklarının ve de geleceğe kalıp kalmayacaklarının endişesini taşımış, sıkıntısını hep yaşamıştır. Karşıtlarının, özellikle psikanalizin gerek içeriği ve gerekse metodolojisi itibarıyla bilimsel bir disiplin ve yöntem olmadığı konusundaki ısrarları ve “psikanaliz, spekülâtif bir metafizikten öte bir şey değildir” biçimindeki açıklamaları/suçlamaları -o bunun tam aksini düşünüyor olsa da- onu dehşetli rahatsız etmiştir. Sonunda Freud bu karmaşık ve çatışmalı ruh halinden kurtulmak için çok ilginç bir çözüm bulmuştur: “Kendini bilgelik edebiyatı yaptığına inandırmak.” Buradaki iddia şudur: “Bilgelik Edebiyat’nın tezleri doğal olarak bilimin önermeleri gibi nitelendirilemez, yinelenemez ve çürütülemez.” Nitekim bu temel tezden hareketle Freud da kendini, Schopenhauer ve Nietzsche gibi “hem teorik hem de pratik yönü güçlü bir filozof” olarak görmeye başlamış ve nasıl ki hiç kimse onların bilim adamı olup olmadıklarına çok da fazla kafa yormadan -hatta bunu hiç önemsemeden- tezlerini önemsiyorlar ve değerlendiriyorlarsa, kendisinin de bilim adamı olup olmadığına ya da yazdıklarının bilimsel olup olmadıklarına çok fazla takılmadan, çalışmalarının gereğince değerlendirileceğine dair inancı artarak, bir bakıma bu konuda yaşadığı çatışmacı ruh karmaşasından kurtulmuştur. Freud’un edebiyata/sanata sığınarak vardığı sonuç ve yaptığı tanımlama, özellikle bugünün düşünce dünyasında yer alan birçok değerli ismin düşüncelerini bilim(sel) ölçekli olmak yanında, edebiyat-kültür üzerinden derinleştirdikleri gerçeği de göz önüne alındığına, daha da anlamlı hale gelmektedir.
İyi de, bir seçim pratiğinden yola çıkarak, üstelik genelde izlenen yolun aksine rotayı farklı bir yöne çevirerek, bu kadar lafı niye ettim. Galiba şundan: Seçim sonuçlarına yönelik bilim(sel) ölçekli tahminlerde ayan beyan ortaya çıkan yanılgının, hayatın gerçeklerinin bilimin gerçeklerinden daha fazla olduğunun ve de gerçekliğin kendini kolay teslim etmediğinin bir kez daha gözlemlenmiş ve de açığa çıkmış olmasından. Ve bir de insanın sırrını çözebilmenin çok boyutlu ve geniş ufuklu yaklaşımları gerekli kılmasından.
En azından kendimin bunun böyle olduğunu düşündüğümden ve buna inandığımdan…