1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bir “74 Kuşağı” Şiiri: Sığınaktan Çıkınca
Bir  “74 Kuşağı” Şiiri: Sığınaktan Çıkınca

Bir “74 Kuşağı” Şiiri: Sığınaktan Çıkınca

Bir “74 Kuşağı” Şiiri: Sığınaktan Çıkınca

A+A-

 

Cemay Onalt Müezzin
[email protected]


Sığınaktan çıkınca tanıyamadık ülkeyi
değişmişti  renklerle sesler
köylerin yolların adı birer ikişer.  

“Sınırları belirlenmiş alan” olarak tanımlanan ve sosyal, ruhsal, düşünsel eylemleri bir arada barındıran mekan, “74 Kuşağı” şairleri Neşe Yaşın, Mehmet Yaşın ve Hakkı Yücel için toplum belleğine imgeler, eğretilemelerle uzanan bir araç ve  değişime uğratılan çevre odağında kolektif ruhu yansıtıp çözümlemenin, kayıp geçmişin  derdine düşen şairin yaslanacak kaynağıdır.

Türkiye dendiğinde 1974’e dek oraya kopmaz bağlarla bağlı bulunulan, tenkiti tabu olan Anavatan; Kıbrıs dendiğindeyse uğruna kan döküldüğü düşünüldüğünden kutsal sayılan kara parçası, Yavruvatan söz konusuyken, “74 Kuşağı”nda, milliyetçi betimlemelerin yerini; yıkıma uğratılmanın acısıyla hissedilen, nostaljik,  isyankâr ve eleştirel bir biçemle harmanlanan mekansal unsurlar alır. Aidiyet duygusuyla, coğrafyasına ve üzerinde yaşayan halklara tümüyle sorumluluk duyan, “ben”i aşmış kuşak şairleri için ortak geçmiş, mekân üzerinden değerlenen bir sığınak hâlini alır.

Savaş sonrası Ada’nın ikiye bölünmüşlüğüyle sosyo-kültürel hayattaki değişimi olumsuz perspektiften ele alan Mehmet Yaşın; Sığınaktan Çıkınca şiirinde her bölümünde farklı konuyu ele alsa da,  ana eksen savaşla gelen metamorfoz ve huzursuzluktur.

Okuyucuya olumsuz bir durumdan kaçışı, var olabilmek adına sessizce içe dönüp seyirci durumuna giren bireyi hatırlatan metaforik sözcük “sığınak”la  yola koyulan şair, ilk bölümde olduğu kadar şiirin genelinde de tüm içeriği “çıkınca” zarf-eylemine, içerisiyle dışarının yer değiştirmesine bağlar. Savaş anında düşlenenle sonrasında yüzleşmek zorunda olunanda olduğu kadar, çıkmadan önce hayal edilenle, çıkınca karşılaşılan da bambaşkadır. Şairdeki huzursuzluğa sebep dışarısıdır; bunu gidermenin yolu da evi aramaya koyulup oraya sığınmaktır.

Herkesin kendini, yaşamın devamı için korumaya aldığı 74 Savaşı’nın hemen ardındaki  günlere, “sığınak” sözcüğüyle uzanan şair, savaş sonrasındaki yapıyı; Türkçede, kişinin söz konusu işi, başarabilme durumlarını kapsayan eylemleri ifade etmek için kullanılan özel birleşik fiil, “yeterlik fiiliyle”; fakat bunu olumsuzlayarak tanımlar: Tanıyamadık.

“Tanıyamadık” da bellek ve ruhun saldırıya uğramışlığının hâkimiyeti ve sahip olunan mekanın değişime uğratılmasıyla bir anda gelen yabancılaşmanın kuşatılmışlığı iç içe geçmiş; adı konulmayan huzursuzluk özneye hâkim kılınmıştır.  “Ülkeyi tanımaya gücümüz yetmedi, bunu başarmak mümkün değildi,” anlamındaki tanıyamamak fiilinde olduğu gibi kaygı ve eli kolu bağlı olma hallerine sıkışıp kalan özne, ilk dizeden şiire hakim olacak “biz” sesiyle,  yaşananları kolektif bir duruşla aktaracağını işaret eder; “ülkemiz” yerine “ülkeyi” sözcüğünü kullanıp oluşturulan yeni yapıyı kabullenemediğini iyelik ekini kullanmayarak duyurur.

Savaş sonrası değişimlerini,  Kıbrıs’ın çok kültürlü yapısının sona erdiğine, iki kesimliliğe ve değişen insan profiline vurgu yaparak “değişmişti renklerle sesler”le aktaran Yaşın’ın, Kıbrıs’ın sosyal yapısındaki farklılıkları ele aldığı görülür. Henri Lefebvre’ün değindiği üzere “sosyal mekân” özneden ayrı düşünülemeyecektir; sosyal mekânı içerdiği anlamla birlikte içselleştiren özne için mekan; nötr bir alan olmaktan öte, anlamlı hâle getirilerek algılanıp yaşanandır.

             Her şey öylece değişmiştir;  bu noktada Mehmet Yaşın’ın  Sığınaktan  Çıkınca’ sının,

“Şimdi nasıl bulacağız evimizi?”
Nereye sapsak bir çıkmaz sokak
Barikatların kestiği.

dizelerinde, kaygı ve şaşkınlıkla harmanlanan şairin iç sesi, devrededir. Asıl mesele evimiz sözcüğündeki -(i)miz iyelik ekinde gizlidir. Söz konusu ev, artık çatışmalı bir alandır; değerlerin anlamını yitirdiği bir çizgide yer aldığından artık hayatın ritminden uzaktadır ve özneye ait değildir. Öznenin önündeki barikatsa; variller, kum torbaları gibi somut nesnelerle kuşatılmış hâldedir.

Yabancılaşma duygusuna sık sık göndermede bulunan şiirde, “Şimdi nasıl bulacağız” söz grubu özneye hâkim olan yersizlik, yurtsuzluk duygusunu da telaş ve öfkeyle barındırmaktadır. Mekânsal bağın, aidiyeti aidiyetsizliğe çevirişi, şiirdeki kolektif özneyi, önceden yaşanmışlıklara uzandırırken, sessiz bir isyana yoğunlaştırır. Önce evi arayan şair, ülkenin çıkmaz sokaklarını anlamlandırmaya çalışır; çevresel imgeleri yerinde bulamadığı noktadaysa soruların yanıtlanamayacağını okuyucuya sezdirir. Ev ve barikat metaforları da Atlantis’i dayatacak,  gerçekle hayal arasındaki şairin duyarlılığında Kıbrıslılar, kısa süre önce yaşadıkları mekânlarla anıların yanılsama halini aldığını, var’la yok arası çizgide yer alan, yakın; ama artık çok uzakta kalan  kayıp geçmişin ağırlığını da Atlantis metaforuyla duyumsayacaktır:

Aramaya koyulduk işaretlerle:
“Köşedeydi okul… Atlantis Bar’ın yanı…
Geçince üç ulu çam ağacını…”
Ağaçlar yakılmış, kışla yapılmıştı köşeye
bir düş olmalıydı Atlantis
izi bulunamadığına göre.

Şair; sınırlarla çizilen, yapay bir mekânda yaşamak zorundadır. Düş kurarken, kâbuslarla boğuşmasına neden olan da bir anda yüzleştiği bu yeni mekândır. Görülenler ve görünenler, emin olunanlarla çoktan dünde kalmıştır; öznenin, arafta kalakaldığı noktada imgeler,  öfke ve isyan, yerini yabancılaşma duygusuna bırakır.
Yön tanımlarıyla, kendinden eminliğini vurgulayan ve o mekânlarla var olan birey, mekânına sahip değildir artık. Bu kayıp mekânla birey de, mekân da ani ve kesin bir başkalaşım hâline girmiş,  şaşkınlıkla yabancılaşma iç içe geçmiştir. İlk cümledeki “köşedeydi” sözcüğünde, geçmiş zamana ait ek eylem, öznenin kendinden eminliğine ve mekânların yaşanmışlığına  dair kanıtı oluşturur.

Şair, efsanevi batık kıta Atlantis’le eski günlerin gerçekliğini sorgular; böylece yaşanılan anla geçmiş iç içe girer.  Organik önemi olan ve kültürel belleği yansıtan mekanlar dahi yok oluştan nasibini alıp Ada militarize edilirken Atlantis, dizelerdeki kayıp belleğin  simgesi hâlinde, şairin kendinden eminliğine “Acaba?” dedirten soru işaretine dönüşür. Ruhunu kaybetmiş mekân, yeni yaşam biçimine yenilerek şair bağlamında toplumsal öznenin, eski-yeni arasında tanımlanamayan duygularının nedeni haline gelerek Atlantis özel ismiyle simgeselleşir.

Cesetleriyle verildi yeni evimiz.
kış uykusuna in bulan ayılar gibiydik,

            Evet, önceden başkalarına ait olan, “yeni ev”de yaşamak söz konusudur artık. Herkes, sadece sığınacak bir yer bulma telaşındadır ve bu mekânlar, bu andan sonra yeni sahiplerinin kullanımına geçerek sığınaklıktan çıkacak, önceden kaybedilenin yerine konulacaktır. Doğadaki bir canlının, farkındalıktan uzak, yaşamını sürdürecek yeni bir mekân buluşunu; Kıbrıslı Türklerin başkası ele geçirmeden yerleşecek mekân arayıp orayı sahiplenebilme telaşıyla denk tutan şair, coğrafyasında yaşanan genel durumla doğadakini özdeşleştirir.

“Ceset” sözcüğüne gizlenen metaforla, evin önceki sahiplerini kasteden şair; yeni evi, onların yaşanmışlıklarının gömüldüğü mekân olarak ele alır. Yeni mekânı “evimiz” olarak tanımlasa da,  bunu içselleştiremediğini ceset metaforuyla hissettiren,  ganimet düzenini onaylamadığını duyumsatan şair, ev sözcüğünün sıfatı “yeni”yle, okuyucuya bu mekanların  kendisi gibi birçoklarınca yadırgandığını aktarır. “Yeni”nin eve değil, kullanıcıya ait bir sıfat oluşu, böylece farklı bir değerlendirmeyi ortaya koyan unsur olarak karşımıza çıkar: Ev zaten önceden oradadır ve kullanılmış olduğundan yeni sayılamayacaktır, dönüşüm mekânsal değil, kullanıcı bağlamında bir karşılıktır.

Şiirin sonraki dizelerinde Ada’ya Türkiye’den nüfus aktarımıyla demografik yapıdaki değişim ele alınır:

Geziye çıkmışız gibi Doğu’da
fotoğraf-makineler’mizle limana koşuyorduk
Karşı’dan yerleşimciler gelirken çoluk çocuk.  

Ardıl dizelerde şair, biz-siz ayrımına uzanır ve Türkiye’den gelerek mekân değiştiren kişilerin yaşadığı durumdan Ada halklarının da farklı olmadığını, göçün mekân değiştirenleri eşit kıldığını, “kendimizi taslıyorduk kendimize” söz grubuyla aktarır.

Çalım satarak “Siz” diyorduk onlara
kendimizi taslıyorduk kendimize
Oysa çırçıplak kalmıştık asker şapkamız çıkınca

Şair, iki nesil arasına sıkışıp kalmış, “arada/ortada kalakalmak” durumuyla boğuşmakta, kuşak farkına atıfta bulunmaktadır. Şairden önceki kuşak, milliyetçilik noktasından hareketle var oluş kavgasına giriştiğinden, şairin hissettiği değişimleri dile getiriş tarzını kabullenemezken, daha genç kuşaksa, kendileri için çok uzak bir geçmişte, hiçbir şey yaşamadıkları o günlere dair duyguya sahip olmadığından, şairin dizelerine özel bir anlam yükle(ye)mez:  

Savaşta terk edilen  bir evin telefonu elimde
-açan yok- herkes öldü mü yoksa?-
Bir ben mi kaldım yaşayan yıkıntılar altında.                      
Yaşlılar yadırgıyor, gençliğe girenlerse
eski bir mezar-taşındaki unutulmuş yazı gibi
bakıyorlar dizelerime.

“Hatırlamak, unutmak, bilmemek”  fiilleri iç içe geçerken, kuşakların algı farklılıkları ortaya çıkarılır. Özne huzursuzdur, yıkıntılar arasında,  her şeyin alt üst edildiği o ince noktada, yüzü hem geçmişe hem de geleceğe dönük, yalnızlığını duyumsar; yabancılaşma  ve anlaşılamamaktan yakınır; fakat  optimist bir iç sese kulak kesilmekten vazgeçmez:

Bunca yıkım varken belki denizdir umut veren
İçimde hiç dinmeyen bir ses var:
“Daha silinmedi Kıbrıs, çocukluğum   
portakalların çiçeklendiği şu bahçeden…”

Özne; coğrafya artık huzur verici, tanıdık olmasa da, geçmişin yeniden, eskisi gibi kurulacağına inanır ve umudun rengi maviyle, denize uzanır. Çocukluğunu, geçmişi belleğinden silmeyen şair,  yıkıma inat, Kıbrıs’a özgü imgelem olan portakalları çiçeklenmiş haliyle vererek gelecek karşısında umut yüklenir ve iyimserliğini dillendirir. İçten duyumsadığı umudu yanında, şairde bellekten silinmeyen çocukluk, bambaşka bir Kıbrıs söz konusudur. Geleceğin çok daha farklı bir savaşla, kimlik kavgasıyla şekilleneceğini duyumsatan ve mekânsal dönüşüm ekseninde başlayan şiir, okuyucuyu son iki dizede, kimlik sorununa odaklayacaktır: 

Biz kendimizi yurdum pasaportunu arar
girebilmek için dünyanın kapısından.    

      
Mekân yaşanılan, oluşturulan, bireyin aidiyetini hissettiği alandır ve toplumu yansıtır. Toplumsal değişimin boyutları, mekândaki değişim üzerinden okunur. Birey, mekânı üzerinde birtakım çıkarımlarda bulunur; böylece değişim süreci mekânı da kendisini de bireyin dâhil olduğu yapıyı da kökten etkileyebilmektedir. Mekansal farklılaşmanın tanığı, kendini bulunduğu yere ait hissetmeyeceğinden, kopuş keskin bir yabancılaşmayı doğuracaktır. Yabancılaşma da aidiyetsizliği...

    

---------------------------------------------------------

    Kaynak: Lefebvre, Henri(1974) The Production of Space, Anthropos Editions
         Yaşın, Mehmet(1997) Sevgilim Ölü Asker, Adam Yayınları,  İstanbul

Bu haber toplam 4306 defa okunmuştur
Gaile 353. Sayısı

Gaile 353. Sayısı