BİR AÇIK HAVA MÜZESİ; KARAKIZ’IN İNLERİ
Girne Kalesi’nin yaklaşık 1 km doğusunda bulunan bu alanı ilk kez 1970’li yılların başlarında ziyaret ettiğimde kendimi arkeolojik eski eserlerle harmanlanmış bir doğa harikasının ortasında bulmuştum
Tuncer Bağışkan
Girne Kalesi’nin yaklaşık 1 km doğusunda bulunan bu alanı ilk kez 1970’li yılların başlarında ziyaret ettiğimde kendimi arkeolojik eski eserlerle harmanlanmış bir doğa harikasının ortasında bulmuştum. Az bulunur bir özelliğe sahip olması nedeniyle Kıbrıs Cumhuriyeti Antikalar Dairesi tarafından istimlâk edildiği söylenirken, daha sonraki yıllarda sahiplerinin Kasap Mehmet Karakız, Sabri Tahir ve Eminağalar olduğunu da duymuştum. Ancak 1990 yılında bu alanı gazeteci-yazar Hikmet Afif Mapolar, emekli polis onbaşısı Mehmet Derviş Mustafa ve Girneli Ahmet Fedai’nin yönlendirmeleriyle ziyaret ettiğimde, çok uzun yıllar mandıra, kümes, depo, hurdalık ve sera olarak kullanıldığından adeta bir mezbeleliği andırıyordu.
Nihayet kısa bir süre önce Turizm Bakanlığında görevli arkadaşlarla Girne’nin tanıtım broşürünü yayınlama çalışmalarını sürdürürken, bu alanın askeri yasak bölgede bulunduğu varsayımıyla Turizm tanıtım broşüründen çıkartılması beni hayli tedirgin etmişti. Ancak geçtiğimiz günlerde ‘facebook’ arkadaşımız Celal Dimililer, bu alanın Annan Planı tartışmalarının devam ettiği 2003-2005 yılları arasında askeri yasak bölge kapsamından çıkarıldığını bilgime getirmesi üzerine geçtiğimiz hafta orasını birlikte ziyaret ettik. Bu alanı gezerken gördüğüm kalıntılar arasındaki bir kilise, bir açık hava mabedi, bir şapel, bir zamanlar hastaların ziyaret edip adak adadıkları kuyu ile incir ağacı, kayaların cephesindeki freskler, bezemeli duvar nişleri, kayalara kazınan Hıristiyanlık sembolleri, antik mezarlar, çukur alanları birbirlerine bağlayan geçitler ve taş ocağındaki taş kesim izleri hayranlık uyandırırken, burada ayrıca Kıbrıs endemikleri arasında yer alan en az 7 cins orkidenin bulunduğunu da öğreniyorum. Bu bilgileri de o gün Girne Kalesinde görevli meslektaşlarımla paylaşıyorum. Karakız ile ilgili beklentim ise, yıllardır kaderine terk edilen böylesi özellikli bir alanın Turizm Bakanlığı, Girne Belediyesi ve Eski Eserler ve Müzeler Dairesi’nin işbirliğiyle turizme kazandırılmasının sağlanmasıdır diyelim.
KRYSO KAVA ARKEOLOJİK SİT ALANINA İLİŞKİN GENEL BİLGİLER
Girne Kalesi’nin yaklaşık bir kilometre doğusundaki Karakız Koyu’nun gerisinde bulunan bu alan yabancı kaynaklarda “Kryso Kava” adıyla geçerken, yakın geçmişimizde Girneliler tarafından ise “Garagız’ın inleri”, “İnler”, “Gava”(İn) ve “Kava” adlarıyla bilinmekteydi. Bir zamanlar buradaki antik mezarlarda altın bulunduğundan, bu alana “Altın mağra” anlamına gelen “Kryso Kava” adının verilmiş olduğu anlatılmaktadır. Nitekim Girneli Rina Catselli de, bir yazar olan Hieronymos Peristianis’in burada bazı Lüzinyan sikkeleri bulup onları müzeye teslim ettiğini yazmıştır. Ancak yine de bu alanın adını, burada kilisesi bulunan ve Ayia Mavra (Ayia Mavri) adıyla bilinen ‘Kara Azize’den alması daha olası görülmektedir. Bir yandan eski Girneliler tarafından bu alana “Garagız’ın inleri” denmesi, bir yandan batısındaki küçük barınağın “Garagız Koyu” adıyla bilinmesi ve Ayia Mavra’nın (Kara Azize’nin) bir yarıkta kaybolarak ölmesi söylencesinin “Karakız Efsanesi”nde de yaşaması, böylesi bir görüşü öne sürmemize neden olmaktadır.
Bir açık hava müzesi olarak bilinen bu alan ilkin bir mezarlık olarak kullanılırken, daha sonraki yıllarda, taş ocağı, yerleşim yeri ve ibadet yeri olarak da kullanılmıştır. Düzenli olarak kesilen 7-8 metre yükseklikteki kayaların oluşturduğu çukur alanlar ile bu kayaların yüzeylerine yapılan mezarlar, nişler, duvar freskleri, tapınaklar, evler ve mertek delikleri, Ürgüp ile Göreme’nin içinde bulunduğu Kapadokya bölgesini anımsatmaktadır.
Yakın geçmişimizde “inler” adıyla bilinen Karakız’daki mezarların geceleri inlemesi, birkaç gün içinde yağmur yağacağına işaret sayılır; mutlak surette de belirtilen günlerde gerek Girne’ye, gerekse çevresine yağmur yağarmış.
Çok eskiden Girne’nin Türk erkekleri Püsküllü’nün bahçesinden denize girip yıkanırlarken, Girne’nin Türk kadınları, kızları ve çocukları ise kuytu bir yer olması nedeniyle Karakız koyundan denize girip yıkanırlardı. Bazı günlerde Girneli Türk gençlerin de Karakız koyundaki kayalara çıkıp denize daladıkları anlatılmaktadır. Orada bulunan çok sayıdaki büyüklü küçüklü kayanın adları ile hikayeleri vardır. Bunlardan hatırlananların adları, telaffuz ediliş şekliyle şöyledir: ‘Böyük Gaya’, ‘Yassı Gaya’, ‘Horoz Gayası’, ‘Tahtalı Gaya’, ‘Goca Gaya’, ‘Turan Gayası’ ve ‘Sıralı Gayalar’. Ayrıca anlatıldığına göre yakın geçmişimizde Karakız koyunda, denize girenleri ‘çeken’, ya da onları ‘yutan’ bir gözün (girdabın) varlığından söz edilmektedir. Hatta bir seferinde yukarı Girne’deki “Galyoncu bahçası”nda oturan bir kızın ölümüne neden olması itibarıyla aşağıdaki maninin onun için söylendiğini, 1990 yılı itibarıyla 87 yaşında olan Girneli emekli polis onbaşısı Mehmet Derviş Mustafa’dan öğrenmiştim: “Garagız’da gayalar, gızlar bitta mayalar. Galyoncu gızı boğuldu, müjde verin ağalar”.
KARAKIZ’IN EFSANESİ
Karakız’ın efsanesi, erken yaşta yitirdiğimiz değerli dost Mustafa Kemal Sayın tarafından 1908 doğumlu olan annesi Feriha Said’ten derlenmiş ve “Efsane Toprakları” adlı kitabında yayınlanmıştır. Rivayete göre çok ama çok eski bir zamanda, Girne’nin doğusundaki kayalıkta sadece gündüzleri çobanlar dolaşırlarmış. Bu bölgenin uğursuzluğu ve geceleri cinlerin toplanma yeri olduğu inancıyla oraya geceleri kimse gitmeye cesaret edemezmiş. Osmanlının ilk zamanlarında burada at üzerinde davar güden ve Karakız adıyla bilinen orta halli bir çobanın çok güzel bir kızı varmış. Karakız’ın en sevdiği şey ise, gütmekte olduğu sürüyü bir kardeşine emanet ettikten sonra diğer kardeşlerinin gözcülüğünde bu koyda yıkanmakmış. Güzelliği nedeniyle o bölgeye uğrayan genç çobanlar ona aşıkmış. O sıralarda çok büyük bir sürüsü olan zengin bir çobanın oğlu onu beğendiğinden ailesinden istetmiş. Karakız da onu beğendiğinden düğün hazırlıklarına başlanmış. Karakız düğün günü, gerek sıcaktan, gerekse kendisine giydirilen gelinlik ile başına takılan duvaktan sıkıldığından, yıkanıp ferahlayabilmek için koya inmiş. Gelinliğini kıyıda çıkarttıktan sonra duvağıyla denize girmiş. Rivayete göre koydaki büyük kayanın dibinde belli zamanlarda açılan ve oradaki her şeyi yuttuktan sonra kapanan bir göz (girdap) varmış. Tam da Karakız’ın denize girdiği sırada o göz açılıp onu yutmuş; cesedi bile bulanamamış. Sadece kıyıya yakın bir yerde duvağı bulunmuş, o da damada hatıra diye verilmiş. İşte o günden sonra oradaki kayalık alana “Karakız’ın inleri” adı verilirken, bu alanın batısındaki koya da “Karakız koyu” adı verilmiş.
GİLANLI AYİA MAVRA’NIN RİVAYETİ
Gilan köyündeki Ayia Mavra’yı (Kara Azize) konu alan rivayet, İngiliz yazarlardan Rupert Gunnis tarafından kaleme alınmıştır. Rivayete göre Gilan’da Hıristiyan bir ailenin kızı ve St. Barnabas’ın yeğeni olan azize Mavra, rahibe olmak için manastıra girmeyi arzuluyormuş. Ancak babasının ısrarıyla zengin bir adamla evlenmeye zorlanınca, düğün günü gelin odasından kaçarak köyün dışındaki kayalıkta bulunan uçurumun kenarına gitmiş. Babası ile eşi tarafından yeri saptanınca, ellerini hiddetle oradaki kayalara vurarak Meryem Ana’nın kendisini kurtarmasını dilemiş. O anda ellerini vurduğu kayada açılan yarık onu içine çekerek yutmasıyla gözden kaybolmuş. Kocası ve babası yarığın içine girip onu izlemek istemiş olmalarına karşın, o an yarıktan bir su akmaya başladığından onu izleyememişler. O günden sonra Mavra’yı gören olmamış. Köylüler de onun anısına oraya küçük bir kilise yapmışlar.
ALANDAKİ MEZARLAR
Karakız’daki kayalık alan ilkin Klasik devirde (M.Ö 480-310) mezarlık olarak kullanıldığından, ölüler, kayalara düzgün olarak oyulan oda mezarlara gömülürlerdi. Mezar odalarının kenar duvarlarında kemerli nişler ile ölülerin üzerlerine yatırıldığı sekiler oyulmuştur. Bir zamanlar bu mezarlarda altın ziynet eşyaları bulunduğundan bu alana “Altın Mağara” anlamına gelen “Kryso Kava” adının verildiği anlatılmaktadır. Daha sonraki Hellenistik (M.Ö 310-30) ile Roma (M.Ö 30 – M.S 330) dönemlerinde de burasının mezarlık olarak kullanılmaya devam ettiği anlaşılmaktadır.
ALANIN TAŞ OCAĞI OLARAK KULLANILMASI
Kıbrıs’ın deniz altında bulunduğu Jeolojik dönemlerde burada oluşan kum taşları, adanın su yüzüne çıkmasıyla sertleşerek kireçtaşı haline gelmiştir. Dayanıklı bir malzeme olması nedeniyle antik dönemlerde yapı taşı olarak kullanılması tercih edilirdi. Nitekim Karakız’daki (Kryso Kava) kayalık alan, ilkin Roma döneminde taş ocağı olarak kullanılmış, daha sonraki Bizans, Lüzinyan ve Venedik dönemlerinde de ayni işlevini sürdürmüştür. Kayalıktan düzgün olarak kesilen kireç taşı bloklar, sal veya gemilerle Girne limanına taşındıktan sonra kentteki evlerin, limanın ve kalenin yapımında inşaat malzemesi olarak kullanıldığı bilgileri edinilmektedir. Şu anda bile arazinin her bir yerinde görülen taş kesim izleri, bu alanın taş ocağı olarak kullanıldığına işaret etmektedir. Yaklaşık 1500 yıl süreyle taş ocağı olarak kullanılan bu alandaki antik yapılar, taş kesiminin yoğunlaşmasıyla büyük oranda yok olmuşlardır.
ALANIN İSKAN AMACIYLA KULLANILMASI
Antik taş ocağında çalışan işçiler ve/veya bu kayalığı bir yerleşim yeri olarak kullanan insanlar, daha önce burada var olan bazı antik mezarların cephelerini taşlarla örerek onları ev olarak kullanmışlardır. Bazı mezarların önlerine odaların da yapıldığı anlaşılmaktadır. Ancak günümüze sadece kayalığın üst başındaki sıra halinde mertek delikleri ile dolap olarak kullanıldığı sanılan nişler gelebilmiştir.
Yeterli su kaynağı bulunmayan bu alanda oturan insanlar, yağmur sularını toplayabilmek amacıyla buraya kuyular kazarlarken, yağmur suyunun birikmesi amacıyla kayalara çok büyük sarnıçlar da yapmışlardır. Bölge sakinleri susuzluk veya Arap akınları nedeniyle M.S 700-900 yıllarında alanı terk edip Girne dağlarının kuzey yamaçlarına yerleşmişlerdir. Ancak Ayia Mavra (Ayia Mavri) kaya kilisesindeki freskler ile buradaki diğer kiliselerin daha sonraki bir dönemde yapılmış olması ve yakın geçmişimizde bile adak amacıyla Türkler ile Rumlar tarafından ziyaret edilmesi, alanın tamamen terk edilmediğine işaret sayılmaktadır.
KARAKIZ’DAKİ KİLİSE VE ŞAPELLER
Karakız antik taşocağındaki kayaların yüzeyleri ile nişlerin üst kısımlarına kazınarak yapılan Hıristiyanlık sembollerine dayanılarak burasının erken Hıristiyanlık döneminde Hıristiyanlar tarafından dini buluşma yeri olarak kullanıldığı izlenimi edinilmektedir. Ayrıca şehit olan Hıristiyanların buradaki eski veya yeni kazılan mezarlara gömüldükleri, daha sonraları ise bu mezarların kiliselerin sunakları olarak kullanıldığı tahmin edilmektedir. Ancak alanın taş ocağı olarak kullanılması sırasında buradaki çoğu mezarlar kesilerek tamamen ortadan kaldırılırken, geriye kalanların mezar odaları ise dağıtılmıştır.
AYİA MAVRA (AYİA MAVRİ) KAYA KİLİSESİ
Karakız’ın gizemli kraliçesi (veya azizesi) Ayia Mavra’ya (yani Kara Azize’ye) ait olan 5.5 X 2 metre ebadındaki küçük kaya kilisesi, birinci alanın üçüncü bölümüne açılan tünel şeklindeki geçidin güney köşesinde yer almaktadır. Roma döneminde kayaya oyulan küçük bir mezardan muhtemelen erken Hıristiyanlık döneminde kiliseye dönüştürülmüş, daha sonraki Bizans döneminde ise kullanımına devam edilmiştir. Kilisenin sunağı Roma dönemi mezarının kemerli nişi (arcosolium) içinde yer almaktadır. Bu alan 1974 yılından önce satın alındıktan sonra kilisenin duvar freskleri restore edilmiştir. Tapınağın kubbesindeki üç değişik sıva örneğine dayanılarak burasının Roma dönemine kadar mezar olarak sürekli kullanıldığı, en sonunda ise bir ibadet yeri haline getirdiği izlenimi edinilmiştir. Kilisenin tavandaki son sıvada görülen İsa’nın sağ eli, Pantacrator İsa, İsa’nın dört melek tarafından göğe yükselişi ve bu olayı izleyen yan yana duran azizleri yansıtan freskler dikkat çekicidir. Bunlar M.S IX. Yüzyıldan sonraki bir döneme tarihlendirilmiş olup üslupları Kapadokya bölgesinde bulunan M.S X. Yüzyıla ait bazı mağara kiliselerinde bulunan duvar resimlerinin bir benzeridir. Bu nedenle duvar fresklerini yapan sanatçıların ya Suriye’den, ya da büyük bir olasılıkla Kapadokya’dan gelmiş olabilecekleri tahmin edilmektedir.
KRYSO KAVA MERYEM ANA SAPELİ
Çok küçük olan bu ortaçağ şapeli yeni liman bölgesinin güneybatısındaki taş kesim izlerinin yoğunlaştığı alanda yer almaktadır. Herhangi bir mimari özelliği olmadığından M.S XV. Yüzyıla ait olabileceği tahmininde bulunulmuştur. Bir zamanlar şapelin güney duvarında dışa doğru çıkıntı yapan acayip bir mezar bulunurken, güneybatısındaki kapının lentosunda ise kazınarak yapılmış bir haç motifi vardı.. Önceleri harap durumda olan bu şapel, deniz yolculuğu yapanları veya ticaret için yerel gemilerle Anadolu’ya gidenler ile Amerika veya İngiltere’ye göç eden yakınlarını Meryem Ana’ya emanet etmek isteyen bölge sakinleri tarafından tamir edilmiştir.
KLASİK DEVRE AİT ANTİK MEZARDAN DÖNÜŞTÜRÜLEN MABET VE HIRİSTİYANLIK SEMBOLLERİ
Kryso Kava Meryem Ana Sapeli’nin güneybatısında bulunan açık hava mabedinin klasik devre ait bir mezardan dönüşme olduğu anlaşılmaktadır. Daha sonraki dönemlerde buradaki açık alanın üst kısmının mertekli bir çatıyla kapatıldığı kayalığın üst başındaki mertek deliklerinden anlaşılmaktadır. Kayalardaki nişlerin kemerleri kazınarak yapılmış çiçekli “feston” (girland) motifleriyle bezenmiştir. Ayrıca duvarlarda kazınarak yapılmış erken Hıristiyanlık sembolleri bulunmaktadır. Yakın geçmişimizde Kryso Kava’nın gizemli kraliçesinin buradaki bir duvar nişinde oturduğuna inanıldığından, Girne’nin Türk ile Rum kadınları, denizde hakimiyeti olan güçleri yatıştırmak amacıyla buradaki duvar nişinde sürekli olarak yanan bir kandil bulundururlardı.
Bu nişlerin biraz güneyinde, içinden bir incir ağacı çıkan kutsal bir kuyu vardı. Şimdilerde incir ağacı orada olmasına karşın, kuyu toprak altında kaldığından görülmemektedir. Anlatıldığına göre yakın geçmişimizde başı ağrıyan hastalar kuyuyu ziyaret ederler, kuyudan aldıkları suyu başlarından aşağıya dökerler ve başlarından kestikleri bir tutam saçı da incir ağacının bir dalına bağlarlardı. Böyle yapılması halinde baş ağrısının vücuttan ağaca geçip orada bağlı kalacağına, böylelikle de başı ağrıyan kişinin sağlığa kavuşacağına inanılırdı.
Yine yakın geçmişimizde sıtmaya yakalanan bazı Türk kadınları da bu kiliseyi (ya da Ayia Mavra/Mavri Kilisesi’ni) ziyaret edip yağ ile mum yakarlar ve elbiselerinin ucundan kestikleri parçaları incir ağacının bir dalına bağlarlardı. Böyle yapılması halinde sıtmanın hastadan çıkıp incir ağacına geçeceğine, böylelikle de hastanın sağlığa kavuşacağına inanılırdı.