1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. -Bir Ada(lı’)nın Hikâyesi-
-Bir Ada(lı’)nın Hikâyesi-

-Bir Ada(lı’)nın Hikâyesi-

Şimdilerde 70’li yaşlarını sürdüren senin, ahir ömründe bu idealin gerçekleştiğini, görmen mümkün olabilir mi; Adalılar, tek başlarına değil, birlikte yeni bir hikâye yazabilir ve buradan hareketle yeni bir Kıbrıs yaratabilirler mi?

A+A-

Hakkı YÜCEL
hkyucel52@gmail.com

  

 ‘’Dünya vatanım, tüm insanlar kardeşim, iyilik yapmak dinimdir.’’ 

                                      Thomas Paine 

                                   

1.

Hafızanda yer eden ilk ve ömür boyu unutamayacağın görüntü, karanlık ve ıssız bir köyde, saldıracağı söylenen, kim olduğunu bilmediğin düşmana karşı kullanılmak amacıyla, bir avuç insanın bir evin balkonuna irili ufaklı taşlar yığmalarıdır. Uzak yıldızların titreştiği gökyüzünün altında, nesnesi ve anlamı meçhul fısıltılı konuşmalar çocuk dünyanda adını tam olarak koyamadığın farklı duygulara yol açıyor. Adada kanlı olayların apaçık yaşanacağı dehşet günleri çok yakında. 1950’li yılların ikinci yarısı.

 

O puslu zamanlarda, ilkokula uzaktaki bir başka ıssız köyde (Kaleburnu) başlamış olman, babanın mesleğinden kaynaklanan bir rastlantı. Yaşından erken okula gitmen ise, dil karmaşasının yarattığı bir zorunluluk. Karma köyde baskın dilin Rumca olması senin Türkçene de baskın çıkmaya başlayınca öğretmen baban çareyi okula gitmende buluyor. Beş yaşında ilkokula başlıyorsun.

 

İkinci ve üçüncü sınıfa şirin bir sahil kasabasında -Larnaka- devam etmen yine baba mesleğinin bir sonucu. Hayatındaki en büyük değişiklik, orada, her gün büyüleyici masmavi -kimileyin koyu lacivert- rengiyle denizi görecek olman. Dışardan baktığın zaman mavi ya da (koyu) lacivert görünen ve de seni büyüleyen bu uçsuz bucaksız suyun, içine girdiğin zaman renksiz olduğunu fark etmen ise büyük şaşkınlığın olacak. Çocuk halinle o gün ayırdına varmasan da, yıllar sonra, düşe kalka, okuya anlaya, konuşa tartışa, deneye yanıla, hem bilgi/bilinç düzeyinde hem de varoluşsal anlamda kendinde yaşayacağın dönüşümler/değişimler, sana hep o masmavi deniz karşısında gerçek olarak gördüğün şeyle o şeyin kendi gerçekliği arasındaki farkı ve de o fark karşısında yaşadığın şaşkınlığını hatırlatacak. Görünende görünmeyenin, söylenende söylenmeyenin, anlatılanda anlatılmayanın varlığını hissetmeye ve anlamaya başlayıp da cari gerçekleri sorgular hale geldiğinde, hep seni büyüleyen o deniz karşısında yaşadığın yanılsama aklına düşecek.

 

İki yıl sonra o sahil kasabası da geride kalacaktır; bundan sonra ilkokula  Lefkoşa’da devam edeceksin. Yıl 1960’tır. Ağustos ayında Girne kapısında geçit resmi yapan Türk askerleri ve en çok da önde sert adımlarla yürüyen ve o gün sana inanılmaz heybetli görünen komutan (Turgut Sunalp) bir başka resim olarak hafızana kazınacaktır. Sallanan bayraklar, coşkulu haykırışlar ve sürekli alkışlar. Adada sömürge döneminin sona erdiğini ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğunu, küçük bir çocuk için ne kadar anlam ifade ederse o kadar anlayacaksın…

 

1960-63 arası, sonradan adı Şehit Tuncer İlkokulu olacak olan Köşklüçiftlik İlkokulu’nda ileride “hayatımın en güzel yıllarıydı” diye anacağın üç yıl geçireceksin. Ancak bu saadet uzun sürmeyecek 63 Aralığında adada, -tohumları hanidir atılmakta olan- toplumlar arası çatışmalar başlayacak, dağılan cumhuriyetle beraber çocuk cennetin de param parça olacak. Düşüncesine de duygusuna da çok uzak olduğun ölüm, canını yakan zalim bir gerçeklik olarak ilk o zaman karşına çıkacak. Önce sevgili öğretmenin Tuncer Hasan’ın öldürülüşü ile sarsılacaksın; hemen ardından bir gazetede yeni başladığın ortaokuldaki bir sınıf arkadaşının yerde boylu boyunca yatan, iç organları dışarıya taşmış cesedinin seni darmadağın eden resmi ile karşılaşacaksın. İçinde onların katline sebep olanlara dair öfke birikirken, daha düne kadar ekmek aldığınız, yöre insanlarının komşuluk/dostluk ilişkileri içinde olduğu, bir sokak arkanızdaki fırının sahibi Rum karı-kocanın bugün birdenbire düşman olup öldürülmelerinin gerekçelerini anlamakta zorluk çekeceksin. Artık şundan eminsin: Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. O ilk çatışma günlerinde, sınıra yakın olan mahallenizde, savaşın yarattığı korku ve dehşetle evlerini terk edenlerden geriye kalanlarınız, tıkış tıkış bir evde toplanacaksınız. Giriş kapısının arkasına güya kendinizi savunmak adına balta, nacak ve bıçakların yığıldığını görünce, o karanlık ve ıssız köyde, bir evin balkonuna yığılan taşları hatırlayacaksın.  

 

2.

63 Aralık ayı adada yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır. Coğrafyanın birlikte yaşamaya mahkûm ettiği; karşılıklı sosyal/kültürel etkileşimi zorunlu olduğu kadar doğal da kılarak komşuluk/ortak yaşam için görece yumuşak zemin oluşturduğu bu küçük adada; tarihin, kültürel ortamın/ilişkilerin potansiyel yakınlaştırıcı gücünün aksine, milliyetçi ayrıştıcı/bölücü siyasal talepler, ideolojik endoktrinasyonlarla aynı anda düşmanlığı pompalayarak çatışmayı teşvik edecek biçimde yağmalanması, bu küçük adanın kaderini belirleyecektir. Başlayan çatışmalar büyük acılara neden olurken, zoraki göçler yaşanacak, toplumlar arasında görünür/görünmez sınırlar çizilecek ve de upuzun yılları alacak, nesiller tüketecek, kuşaklar yutacak ‘Kıbrıs Sorunu’ gündeme oturacaktır.  

 

Sen o dönemde açıkhava hapishanesini andıran Lefkoşa’da, yeni yeni adım attığın ergenlik sıkıntılarıyla yüklü ilk delikanlı yıllarını yaşayacak; birbirini tekrar eden monoton günlerin tutsaklığından kurtulmanın çaresini, büyük mucize, kitapların sınır tanımaz geniş hayallerle yüklü özgür dünyasında bulacaksın. Adı Dostoyevski olan bir yazar ve onun Karamazof Kardeşler adlı romanı (‘Şarktan-Garptan Seçme Eserler’ başlığı altında çevirmeni Hakkı Süha Sezgin olan, solgun ciltli kapağı ve sararmış sayfalarıyla ve de kapak içinde ‘Kemal Yücel 1960’ yazdığına göre yaşı 64 olan bu kitap bugün hâlâ kütüphanendedir) seni çok etkileyecek; okurken ilk kez tanık olacağın, iyi ya da kötü olma hallerini bir başka biçimde anlatan dili, insanın iyiyi ve kötüyü seçerken sahip olduğu o tuhaf özgürlük duygusu ve yine insanın karanlık ruhuna düşen bilge ışığın loş aydınlığında yaşanan zihinsel-vicdanî deprem karşısında sarsılacaksın. Bir başka yazar, Jack London, seni içine sıkıştığın o dar alanların dışına, ufukların ötesine taşıyacak; Martin Eden’in dil ve yazı peşinde sürdürdüğü o ısrarlı mücadelesi, sadece roman kahramanlarını değil, onları yaratan ve yazan yazarları da hayatının vazgeçilmezleri yapacaktır. Sonra, zamanın ruhuyla mı örtüşüyordu, E.M.Remarque’ın kitaplarında hikâyeleri anlatılan savaş kurbanı gençlerle kurduğun kader ortaklığı rüyalarına girerken; Nazım Hikmet’in ele geçirdiğin şiirlerini her okuyuşunda kendini zalime karşı ‘başkaldıran insan’ hayaliyle özdeşleştireceksin. Ve bütün bunlar olurken, aynı anda, kitapların dışındaki (gerçek) hayat seni kendine çağıracak, sen de gece sınır boylarında elinde silah nöbet tutan, gündüz okula devam eden bir mücahit olacaksın.

 

1970 Eylül ayında o tekdüze hayatın nihayet sona erecektir. Hayallerini, düşüncelerini ve geleceğini nasıl etkileyeceğini henüz bilemediğin, ilk gördüğün anda ürktüğün ama zaman içinde tutkuyla bağlandığın -ileride uzun yıllar da yaşayacağın- İstanbul’a, yüksek öğrenim için gidecek, çok geçmeyecek, bu yeni ve dinamik dünyanın içine sadece öğrenim gören bir üniversite öğrencisi olarak değil, çok daha farklı talepleri, arayışları da olan birisi olarak dâhil olacaksın.

 

Bu doğurgan ortam içinde yeni okumaların, gördüklerin, yaşadıkların ve bunlarla örtüşen gençlik heyecanlarınla, kendine sorduğun, hayatın kendi akışında ve hükmünde sürüklenmekle, yüksek idealler uğruna o hayata karşı direnmek ve onu o idealler temelinde değiştirmek seçenekleri arasında ikincisinden yana tercih yapacak, bu tercihten hareketle kendinde yaşayacağın değişimi yeni bir kimlik olarak benimseyeceksin. O kadarla da kalmayacaksın, sorunlu bir ülkenin kafası karışık bir genci olarak yeni kimliğine, o sorunların aşılması ve ‘bir başka ülke (dünya)’ kurulması yolunda dönüştürücü bir dayanak olduğu inancıyla sahip çıkacaksın. Bundan sonra artık eşitlik, adalet, özgürlük ve barış gibi değerler ve bütün bunları kuşatan ideoloji, varoluşsal temel dayanağın ve belirleyenin olacak, sorunlar yumağı Kıbrıs’ı da gerek geçmiş, gerek bugün ve gerekse geleceğe yönelik tahayyüller kapsamında ve de o sorunları çözmek adına daha çok buradan anlamaya, değerlendirmeye ve de kendince bu yolda çaba göstermeye başlayacaksın.  

 

3.

Sen kendinde bu varoluşsal serüveni yaşarken, Temmuz 1974’te önce Samson darbesi ve ardından Türkiye’nin askeri müdahalesi adada yeni bir parantez açacak, tatil maksadıyla geldiğin ülkende kendini elinde silah yine cephede, gerilimini anbean yaşayacağın sıcak savaş günlerinin içinde bulacaksın. Üç ay boyunca ölümün soluğunu ensende, aynı kaderi paylaştığın, daha dün bir arada olduğun insanları bugün yitirmiş olmanın derin acısını yüreğinde hissedecek, zihninde taşıdığın savaşsız barış içinde adil dünya-ada tahayyülüyle, elan yaşamakta olduğun ada gerçeğinin o tahayyülleri berhava eden ağır yükünü, beynini kemiren ve biteviye sancıyan bir çelişki halinde yaşayacaksın. Eylül ayında, savaş, zihin ve umut yorgunu olarak İstanbul’a dönerken, geride artık fiilen bölünmüş bir ülke vardır. İlki 68 yılında başlayan, taraflarca birlikte kabul edilecek çözüme yönelik, liderler düzeyinde, her seferinde başarısızlıkla sonuçlanan toplumlararası görüşmeler, bu yeni dönemde de ara ara gündeme gelecek, BM Genel Sekterlerinin adı ‘Fikirler Dizisi’ydi, ‘Güven Artırıcı Önlemler Paketi’ydi vb. isimlerle sundukları öneriler de öncekilerle aynı akıbete uğrayacaklardır.

 

4.

Zaman geçip hayat devam edecek, üniversite tahsili bitecek, ihtisas dönemi tamamlanacak, hemen her Adalı gibi senin de zorunlu ya da gönüllü, gitmekle kalmak arasında seçim yapma sıran gelecek ve sen de bir gün geri dönme hayaliyle yaşamını dışarda -İstanbul’da- sürdürmeye başlayacaksın. Fiziki olarak uzak olsan da zihnen yakın olduğun adada 74 sonrası oluşan bölünmenin sonucu olarak artık Güney ve Kuzey olmak üzere iki ayrı siyasal entite mevcuttur. Bu ayrımda Rum tarafında hâkim siyasetin başından beri izlediği ‘Enosis’ politikasının iflasının ve üstüne adanın bir bölümünü yitirmenin karşılığı olarak oluşan Güney, uluslararası sistem tarafından adanın meşru temsilcisi kabul edilmekle teselli bulurken; Kuzey ise, Türk hâkim siyasetinin karşı tez olarak geliştirdiği ‘taksim’ politikasıyla hedefine ulaşmış gibi görünse ve de sonradan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adı altında siyasi hüviyet kazanacak olsa da, uluslararası sistem içinde yer bulamayan, varlığını sadece Türkiye üzerinden sürdürebilen defacto bir yapı olmaktan öteye geçemeyecektir. Gelinen aşamada aşikâr olan Kıbrıslı Rum ve Türk geleneksel politikalarının (Enosis & Taksim) başarısız olduklarıdır. Ne bir tarafın (Kıbrıslı Rumların) dış dünya tarafından kabul gören meşruluğu; ne diğer tarafın (Kıbrıslı Türklerin) ganimet üzerine oturan görece refah ve zenginliği (bunun görünür en somut ve en çirkin karşılığı her alanda açığa çıkacak ahlaki çürüme/kokuşma hali olacaktır) ve ayrı bir devlet olma iddiası bu gerçeği değiştirecektir.  

 

5.

Kıbrıs Sorunu, adanın kronikleşen bölünmüş haliyle varlığını sürdürmeye devam ederken, yirminci yüzyılın son çeyreğinde ciddi sonuçları olacak önemli gelişmeler, dünya ölçeğinde yeni bir dönemi başlatacaktır. Sovyetler Birliği’nin ve Sosyalist Sistem’in yıkılması, Soğuk Savaş Dönemi’nin sona ermesi, daha çok demokrasinin evrensel kabul gören siyasal seçenek olarak öne çıkması, ulus devlet sınırlarını aşan geniş ölçekli yeni siyasal yapılanmaların ve küresel ilişkilerin güçlenmesi, insanlık adına yeni bir ‘umut çağı’nı müjdeler gibidir ve o umut, Kıbrıs’ın kapısını da çalacaktır. Tarihsel seyri içinde belki de ilk defa sorunun iç ve dış aktörleri bu dönemde aynı noktada buluşacak, başat aktörlerden Yunanistan’ın Avrupa Birliği üyesi olması, Türkiye’nin Avrupa Birliği hedefini yeni bir siyasal proje olarak benimsemesi ve Kıbrıs’ın da 1 Mayıs 2004 tarihinden itibaren Avrupa Birliği üyesi olacağının kesinleşmesi, 2000’li yılların başında ülke genelinde ciddi bir hareketlenme yaratacaktır. Bu dönemde adanın bir bütün olarak AB’ye katılmasını hedefleyen yeni bir plan (Annan Planı) hazırlanacak, bu çerçevede sonuç almaya yönelik olarak takvim belirlenecektir. 23 Nisan 2003 tarihinde, belirli bölgelerde sınırların açılmasıyla, iki toplum arasında samimi ilişkiler gelişecek, bu yakınlaşma, iyimser bir havanın oluşmasına neden olacaktır. Yine aynı dönemde Kuzey’de, uzun yıllara yayılan ’Tek Adam’ ve ‘Tek Lider’ kültü sarsılacak, toplumsal-siyasal muhalefet genişleyerek güç kazanacak, bu dinamik süreç toplum lideri değişiminden siyasal iktidar değişimine kadar varan sonuçlar doğuracaktır. Bu kadarla da kalmayacak, aralarında ideolojik yakınlık, Kıbrıs Sorunu’nun çözümüne yönelik diyalog olan CTP ve AKEL’in, bir dönem, hem toplum liderleri hem de siyasal iktidarlar seviyesinde birlikte bu sürece dahli gerçekleşecek, ezcümle bölünen ülkenin bir bütün olarak Avrupa Birliği çatısı altında buluşması, bütün taraflarca destek gören somut ve gerçekleşebilir bir hedef olarak açığa çıkacaktır.

 

Ne var ki hakikatin sahiciliğinin açığa çıkacağı, samimiliği, risk alma cesaretini gerektiren ‘kritik an(lar)’ (karar anları) geldiğinde -Sartre’ın kimin/neyin ne olduğunun ayan beyan ortaya çıkaracağını söylediği ve ‘aşırı uç’ olarak nitelendirdiği, Adalı’nın ise hep çuvalladığı, o ‘kritik an’- tarafların bilindik alışkanlıkları yine tecelli edecek, karşılıklı suçlamalarla, başarısızlığın sorumluluğunu diğerine yükleme kurnazlıklarıyla, bu çok yakın, çok somut ve gerçekleşmesi çok mümkün hedef de berhava edilecektir. Sonuçta Güney tek başına Avrupa Birliği üyesi olacak, Kıbrıslı Türkler ise bireysel olarak AB vatandaşlığı elde etmekle yetinecek, bölünmüşlük hali ise devam edecektir. Sonrasında ite kaka yürütülecek görüşmeler, orada burada gerçekleşecek tantanalı buluşmalar da (Bürgenstock, Crans-Montana vb.) aynı mantık yüzünden başarısızlıkla sonuçlanacaktır.  

 

6.

Yıl 2024’tür. Aralık 63’ten bu yana 61, Temmuz 74 üzerinden 50, yeni bir başlangıç teşkil edecek ‘Federal Kıbrıs’a çok yaklaşıldığı Annan Planı dönemi üzerinden ise 20 yıl geçmiştir. Taraflarca kabul edilen ortak çözüm hedefi ‘Federal Kıbrıs’ kâğıt üzerinde hâlâ durmaktadır, ancak bu hedeften farklı anlamlar çıkarılması orada buluşmayı bir türlü mümkün kılmamaktadır. Bugünlere gelende ise artık ‘Kıbrıs Sorunu’ ne dışarda (BM-AB) ne içerde hemen hiç gündemde değildir. Arada yaprak kıpırtısı mesabesinde hareketlerden yola çıkılarak zorlama yorumlar yapmanın; ilgili kurumların temsilcilerinin ‘dostlar alışverişte görsün’ kıvamında yaptıkları girişimlere/açıklamalara, orasından burasından çekiştirerek, fazladan anlam yükleyerek çıkarsamalarda bulunmanın ise bir karşılığı olmak bir yana, kör iyimserlik duygusu yaratmak suretiyle ‘hakikati örttüğü’ bile söylenebilir. Aşikâr olan, mevcut durumun, bölünmüşlük halinin giderek kanıksanıyor olduğudur.

Bu durumda, -buna gönül verenlerde, bu uğurda mücadele edenlerde daha fazla-, yanıtını hâlâ arayan soru şudur: Bu ülkede birlikte ortak vatan yaratma iradesi, ‘yeni bir Kıbrıs’ kurma ideali (bunu genişleterek ‘yeni bir dünya’ da diyebiliriz) gerçekleş(ebil)ir mi?

Gençlik yıllarından itibaren bu ideali benimseyen, şimdilerde 70’li yaşlarını yaşayan, bir başka ifadeye geleceği giderek kısalan ve de hikâyesinin sonuna doğru yaklaşan sen de kendine bu soruyu soruyor ve yanıtını arıyorsun. Şu farkla ki, artık her derde deva ideolojik müktesebatını mutlak/yanılmaz inanç kertesinde sahiplenerek her soruya kesin ve de keskin yanıtlar verdiğin dönemlerinden uzaktasın. Tarihin dinamik/değişken gelişim seyri ve yaşanmış deneyimler sana, ideoloji/siyaset/fikir düzeyinde, kendiyle sınırlı, mutlaklık/kutsallık kertesinde, inançlı olmanın değil; anlamayı önceleyen, sorgulayan ve eleştiren ve de yanılma ihtimali olduğunu gözeten açık uçlu aklın/bilincin gerekli olduğunu; ve nihayet doğrunun/gerçeğin/hakikatin kendini kolay ele vermediğini yeterince öğretti. Bu yüzden, sorunlarını aşmış ‘yeni bir ada’ (ya da yeni bir dünya) yaratmanın, mahiyeti ve muhteviyatı ne olursa olsun, kendi doğrusunda ısrar eden, buna mutlaklık atfederek tartışılmaz kılan söylemler, anlayış ve yaklaşımlarla mümkün olamayacağını; aksine, kendi doğrusunu da sorgulayan, eleştirel, ötekini de dikkate alan bilince/bilinçli anlayış ve yaklaşımlara, onun ‘yeni dili’ne ve nihayet bütün bunları kuşatan ‘yeni bir zihniyet’e ihtiyaç olduğunu düşünüyorsun.  ‘Yeni bir zihniyet’in ise, ‘bu gömleği çıkar ötekini giy’ kolaylığında olmadığı, -onun içindir ki sosyal mühendislik projeleri çuvallıyor- onunla örtüşecek geniş ölçekli entelektüel-siyasal-toplumsal aklın katkısını gerektiren zorlu bir süreç olacağı çok açıktır.

Şimdilerde 70’li yaşlarını sürdüren senin, ahir ömründe bu idealin gerçekleştiğini, görmen mümkün olabilir mi; Adalılar, tek başlarına değil,  birlikte yeni bir hikâye yazabilir ve buradan hareketle yeni bir Kıbrıs yaratabilirler mi?  Yoksa uzayıp giden Kıbrıs Sorunu seni de yutar, hikâyen yarım kalmış bir rüya olarak mı tamamlanır?

Çağrışımları yoğun Temmuz ayında aklından bunlar ve çok daha fazlası geçiyor. Ve geçerken aklından bütün bunlar ve çok daha fazlası, maviden koyu laciverte genişleyen bir denizin karşısında durmuş, şaşkın gözlerle ona bakan bir çocuğun hayali sana eşlik ediyor.

Bu haber toplam 2452 defa okunmuştur
Gaile 510. Sayısı

Gaile 510. Sayısı