
Bir Anı…
Hangi cenahta olursa olsun, kalıplarla mücehhez zihinlerin, bu kalıpları aşacak, haliyle mutlaklaştırılan aidiyetlerin/ideolojilerin ötesine geçecek ve de bir arada özgürce yaşamanın zemini oluşturacak perspektif zenginliği kazanmaları (...)
HakkıYücel
hkyucel52gmail.com
1.
1984 yılı... 12 Eylül karabasanı sonrası Türkiye’de Özal Dönemi’nin başladığı yıllar. Darbe öncesi birbirleriyle kanlı çatışmalar içinde olan siyasi/ideolojik görüş temsilcilerinin aynı çatı altında toplandığı ve iktidar olduğu (Anavatan Partisi), faturası çok ağır baskı rejiminin görece yumuşayarak hükmünü hâlâ sürdürdüğü/sürdüreceği, bu bağlamda ‘Türk-İslam’ projesinin öne çıkarıldığı günler. Yakın gelecekte küresel ölçekte yaşanacak büyük alt üst oluşlardan sonra, dönemi tanımlamak bakımından, büyük anlatıların (ideolojilerin) krizi olarak nitelendirilecek genel bir ifade kullanılacak olsa da, 12 Eylül zulüm döneminin büyük mağdurunun Sol olduğu aşikâr. Solun içeride yaşadığı yenilgiye, ileride Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ve Sovyetler Birliği merkezli sosyalist sistemin dağılmasının da eklenecek olması, ideoloji(düşünce)/siyaset olarak, gerek yerel/ulusal ve gerekse evrensel ölçekte, Sol adına, bir iç hesaplaşma/sorgulama/özeleştiri sürecinin yaşanmasını zorunlu kılacak.
Benim bireysel anlamda aynı sancıları yaşıyor olmam, kendimi ideolojik olarak o dünyaya ait kabul etmemden, orada yer almamdan kaynaklanıyor. Bu yüzdendir ki Sol’un enkazı beni de eziyor, zihnimde yanıtlarını arayan sorular çoğalıp duruyor. O soruların peşinden giderken ayırdına vardığım ise şu: Bu iç hesaplaşma/sorgulama/özeleştiri süreci, enkaz altında kalan geleneksel Solun sınırlarını zorlayacak, çok daha geniş ölçekli bir irade/zihin/bilinç kapasitesini gerekli kılıyor. Bu da şimdiye kadar büyük ölçüde geçerli olan Sol ideolojinin/düşüncenin o ideoloji/düşünce sahibi üzerindeki buyruklar ve kalıplarla sınırlı mutlak hâkimiyet ilişkisinin; şimdiden sonra araya mesafe koyan, o mutlak hâkimiyeti (ideoloji/düşünceye mutlak tabi olma halini) sorgulayan/eleştiren esnek ve dinamik bir ilişkiyle yer değiştirmesinin kaçınılmaz olduğunu işaret ediyor. En azından ben böyle düşünüyorum. İdeolojik endoktrinasyon ağırlıklı, buyruk ve tabi olma hükmündeki -haliyle sınırlı- okumalarımı, kendimce referanslarımı artırarak, çeşitlendirerek ve de çapraz okumalarla zenginleştirmeye çalışarak çok daha geniş bir skalaya yaymam o günlere denk düşüyor. Aynı anda ve de fırsat buldukça -o fırsatı yaratmaya çalışarak- ‘şehirde yaşamak’ değil de ‘şehri yaşamak’ adını verdiğim,(tabi olma halinden etkin olma haline geçişin sembolü müydü yoksa bu ayırım) giderek vazgeçilmez bir alışkanlık halini alacak olan uzun İstanbul yürüyüşlerine başlamam da sorularıma yanıt arayışımla eş zamanlı. Şehri yaşamaya yönelik o yürüyüşler giderek zihinsel özgürlüğü, dinamizmi ve tefekkürü daha çok teşvik ve tahrik eden bir şölen haline dönüşüyor. Burada bir parantez açarak şunu da itiraf etmem gerekiyor: bu yolculuklara başlama sebebim Ahmet Hamdi Tanpınar ve onun ‘Beş Şehir’ kitabı oluyor.
2.
Yaşarken değeri yeterince bilinmeyen -O’nun ‘sükut suikasiti’ne uğradığı yolundaki bitmeyen sitemi bu ilgisizliği işaret ediyor-, uzun süre (Sağ) muhafazkâr kesimle (Sol) modern kesim arasına sıkışmış (ülkede kapılarını birbirlerine kapatan ‘mahalle’ ayrışması eskilere dayanıyor, bugünlere gelende giderek artan şiddette karşılıklı nefret ve öfke kusma hallerine bürünmesi ise eskiden kalma bu ayrışmanın bugüne sarkan vahametinin göstergesi), deyim yerindeyse iki tarafa da yaranamamış, ancak ölümünden yıllar sonra kıymete binmiş -o kadar ki şimdilerde de, her iki kesim tarafından, yere göğe sığdırılamıyor- bir edebiyat/kültür insanı Tanpınar. 70’li yıllarda bizim mahallede (Sol) kendine yer bulamaması, haliyle benim ilgi alanım dışında olması, bu cenahta muhafazakâr olarak telakki edilip yasaklar listesine alınmasından. Onu ancak 80’li yıllarda, etkilenerek okurken, önyargılarımın ve geç kalmışlığımın utancını uzun süre yaşadığım dün gibi aklımda. Yazarın ‘Beş Şehir’ kitabının bendeki ayrıcalıklı yeri ise, edebi lezzeti bir yana, zaman ve mekânla olan ilişkimi, tam da onun söylediği gibi ‘’biz neydik, neyiz ve nereye varacağız’’ sorularını içkin varoluşsal bir serüven olarak yaşamaya başlamamda etkili olmasıydı. Aynı zamanda bir ‘hafıza yolculuğu’ olan bu serüven, yine üstadın ısrarla altını çizdiği ve de ‘’değişerek muhafaza etmek, muhafaza ederek değişmek’’ biçiminde ifade ettiği ‘süreklilik’ olgusuna dikkat çekiyor olması bakımından da -bu, daha çok derin kopuşlarla seyreden bir anlayışı içkin radikal devrimciliğimin duvarına çarpsa da-, kendi adıma ufuk açıcıydı. İstanbul’u yeniden yaşamak olarak nitelendirdiğim o uzun yürüyüşleri, salt fiziki bir hareket olmanın dışında asıl anlamlı kılan da, işte bu çok boyutlu ilişki biçimiydi.
3.
1984 yılı... Bir Ramazan ayı. O gün tarihi yarımadanın sokaklarında yürüyorum. Derken yolum Sultanahmet’e düşüyor, meydanda kurulmuş ‘Dini Kitaplar Fuarı’na da orada rastlıyorum. Sonraları bir gelenek halini alacak ve her Ramazan’da tekrarlanacak olan fuarda, isminden de anlaşılacağı üzere din ağırlıklı kitaplar sergileniyor. Mesele kitap olunca ilgimi çekiyor, farklı yayınevlerinin standları arasında gezinmeye başlıyorum. Şimdiye kadar karşı/öteki mahalleye olan uzaklığın verdiği yabancılık duygusundan olsa gerek
-daha çok şaşırarak- ilk ayırdına vardığım, ağırlıklı olarak tercüme eserler olsa da, telif kitapları ve dergileri de içeren -sonraları çok daha artacak olan- yayın bolluğuydu. Konu başlıklarının dürtüsüyle kimi kitapları karıştırmaya, orasından burasından okumaya başladım. Tanıdık bir duygudur, misyon üstlenmiş insanlar (dava insanları mı diyelim), fırsat buldukları anda misyonlarının gereğini yerine getirmeye başlarlar. Şimdi de öyle oldu, ben kitaplarla ilgilenirken orada çalışanların dikkatini de çekmiş olmalıyım, anında ‘günün anlam ve önemiyle de ilintili olarak’, daha çok propagandif amaçlı konuşmalarının (bu kendi tarafına/davasına insan kazandırma tavrını çok yakından/kendimden biliyordum) muhatabı haline geldim. Geldim gelmesine de -daha sonra aramızdaki sohbetler süreklilik kazanıp da koyulaştıkça bu farkı, gülümseyerek ama olgunlukla karşılayacaktık), nasıl söylemeli, ortada sanki biçimsel bir uyumsuzluk vardı. Şöyle: Sembollerin siyasal/ideolojik fetişizm haline geldiği ve herkesin ne/kim olduğunu kolaylıkla ele verdiği o günlerde -aradan geçen zaman bu tabloyu ne kadar değiştirdi- benim üst dudağımı tamamen kaplayan ve aşağıya doğru sarkan (pos) bıyıklı halimle, onların üst dudağın alt kısmını açıkta bırakan ince badem bıyıklı halleri, ilk etapta (siyasal/ideolojik/kültürel) ‘aidiyetlerimizin’ ne olduğunu açığa çıkarıyordu ve bu farklılıkların yakın geçmişte, kanlı olacak kertede, çatışmalara sebebiyet verdiği de acı bir gerçeklikti. Sözü daha fazla uzatmadan söylemeliyim, o Ramazan ayı boyunca tekrardan çeşitli kereler ziyaret edeceğim, kitaplar alacağım fuarda, orada tanıştığım ve giderek samimiyet kurduğum karşı mahalleden insanlarla
( Burhanettin ve Selami) sürdürdüğümüz sohbetler, bırakalım çatışma vesilesi olmasını, propagandif olmayı da aşan, daha çok ‘bilmeye’ ve ‘anlamaya’ yönelik, verimli bir diyaloğa dönüştü.
Zaman zaman sertleşse de, asla saldırgan ve kırıcı olmayan o sohbetlerin, belki o gün çok net olarak ifade edemesek de, kırıp dökmeden verimli tartışmalara dönüşmesi, bir şeyin ‘inanç’ nesnesi olmakla ‘bilinç’ nesnesi olmak arasındaki farkı kabul etme hususunda -ne kadar sahici olduğu bir bahsi diğer- hemfikir olmamızdı. Çok kısa süre önce yaşanan kanlı geçmişin birbirine düşman unsurları olduğumuz ( öyle ya eski bir ‘solcu’ iki ‘akıncı’ karşı karşıya) gerçeği göz önüne alındığında bu az şey değildi. Buradan bakınca benim, gelişen diyalog içinde, Marksizmi bir ‘bilinç’ nesnesi değil bir ‘inanç’ nesnesi olarak kabul etmenin, onu bir din olarak telakki edilecek kadar mutlaklığa büründürdüğünü/büründüreceğini, haliyle ‘eleştirilebilen/yanlışlanabilir’ olacağı gerçeğinden uzaklaştıracağını ve de kaçınılmaz olarak çıkmaza sürüklediğini/sürükleyeceğini; bu nedenle salt bir ‘inanç’ nesnesi değil asıl ‘bilgi/bilinç’ nesnesi olarak –hele evrensel ölçekte yaşanan sıkıntılar göz önüne alındığında- ele alınması gerektiğini söylemem, henüz daha çok kendime sakladığım, kendimde bir dönüşümün -yeni başlangıçların, yeni ihtimaller ve imkânlar çokluğunun- ifadesi olmak bakımından önemliydi. Keza daha dün denecek kadar yakın bir geçmişte kanlı bıçaklı olduğum insanların yüzüne karşı dinin ‘inanç’ olarak yaşanmasının her kesim tarafından saygı duyulması ve kabul edilmesi gerektiğini, ancak bir ‘yaşam biçimi’ ve de ‘siyasal/ideoloji’ olarak dayatılmasının (bu aynı zamanda dinin bir ‘bilgi/bilinç’ nesnesi haline dönüşmesi demektir) onu ‘eleştiriye/yoruma’ açık hale getireceğini, bunun da bizatihi dinin mutlak kalıplarının sınırlarını zorlayacağını söylemem ve bütün bunların onlar tarafından dinlenir olması da (kabul edip etmemeleri ayrı bir mesele, hem zaten öyle bir dayatma da söz konusu olamazdı/olmamalıydı ve de aramızdaki diyaloğun sürüyor olmasının sebebi de buna özen gösterilmesiydi) fazla iyimser bir yorum mudur bilemiyorum, farklı, karşıt düşünce, fikir, inanç sahibi insanların -bu üç kişilik bir kalabalık olsa da- bir arada olabileceklerine/yaşayabileceklerine dair örnek teşkil etmesi bakımından da önemliydi. Yine buradan bakınca onların inançlarına içkin değişmez/mutlak sabiteler konusunda ısrarcı olmaları ama aynı zamanda tarihsel sürecin ve değişen koşulların ve de kültürel etkileşimlerin inançların/ilâhi metinlerin mahiyetini de etkileyebileceğini (onların ağzından söyleyecek olursak dinde,
-bu konuda farklı görüşler söz konusu olsa da-,‘içtihat’ kapısının açık olması gerektiğini) ifade etmeleri de, -külliyen mutlaka gizli ajandaları vardır ve takiye yapıyorlardır kolaycılığıyla hemen reddedilmeden-, potansiyel olarak yeni bir ‘inanç-bilinç’ ilişkisini işaret ediyor ve de buna denk düşecek siyasal-toplumsal-kültürel ilişki biçimlerine zemin teşkil edebilecek ihtimalleri/imkânları açığa çıkarıyor olması bakımından da ayrıca önemliydi. Hülasa, bir ay boyunca yaşadığım, sonraki yaşamımda da etkili olacak o deneyimin (daha sonraları da benzer deneyimler –şüphesiz ortalık güllük gülistanlık değildi ve bu arada eskinin bağnaz deneyim benzerleri de- yaşanacaktı) bende bıraktığı izler bunlardı.
4.
İyi de, kırk bir yıl sonra bütün bunları niye hatırlıyorum? Kötünün yaygınlığı ve baskın hâkimiyeti karşısında insan ister istemez ‘iyi’ olanı da arıyor. Aksini söylemek ne kadar mümkün, evrensel ölçekte de karşılığı olan, ancak bugün itibarıyla özellikle Türkiye pratiğinde nefret ve öfke dozu giderek daha da artan ‘kutuplaşma’ (mahalle ayrışması) gerçeği, aradan geçen bunca zamanın -arada umut kıvılcımlar çakar gibi olsa da- ne yazık ki heba edildiğini gösteriyor. Tablo bu olunca, dünün mazlumlarının (dün, demokratik hakları elinden alınan, hapse mahkûm olan, zulme karşı direnen Erdoğan) bugünün zalimleri olmaları (aynı Erdoğan’ın dün talep ettiği demokratik hakları bugün yasaklayan, yasa tanımaz otoriter bir figüre dönüşmesi); ve keza dün mazlumların uğradığı zulme kayıtsız kalarak anti-demokratik tavır sergileyenlerin (28 Şubat’ı gericiliğe set çeken zorunlu bir uygulama olarak görüp onaylayanların) bugün uğradıkları zulüm karşısında demokrasiyi hatırlamaları; yaşanan süreci tek yanlı/eksik okumak ve değerlendirmek yerine doğru okumak ve değerlendirmek bakımından önemli. (bkz.https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/gec-kalan-demokratlar-ulkesi-202433/#google_vignette) Aşikâr olan şu: bana, benden yana olanlara yapıldığı zaman zulümdür, faşizmdir çığlıklarının; benden yana olmayan, bana karşı olanlara yapıldığı zaman normaldir, yasaldır, adildir söylemleriyle kabul görmesi; İslamcısından Kemalist’ine, Sağcısından Solcusuna farklı kesimlerin ikiyüzlülüğünü, riyakârlığını, samimiyetsizliğini gösteren ortak bir özellik olarak açığa çıkıyor. Bir başka ifadeyle herkesin demokrasi anlayışı ve demokratlığı kendine kadar ve kendisiyle sınırlı. Böyle olunca da kutuplaşmanın, şiddeti de içeren bir mahiyet kazanarak derinleşmesi kaçınılmaz bir hal alıyor, tıpkı şimdilerde olduğu gibi. Buradan bakınca, hangi cenahta olursa olsun, kalıplarla mücehhez zihinlerin, bu kalıpları aşacak, haliyle mutlaklaştırılan aidiyetlerin/ideolojilerin ötesine geçecek ve de bir arada özgürce yaşamanın zemini oluşturacak perspektif zenginliği kazanmaları ve bunu hayata geçirmeleri ciddi bir sorumluluk olarak öne çıkmaktadır.
5.
Burada aklıma Ingeborg Bachmann’ın, Malina romanını yazarken tuttuğu notlarda yer alan çarpıcı satırları geliyor. Yaşam ilişkilerinin, farklılıkların sorun üretecek değil sorun çözebilecek, bir arada yaşayabilmenin özgür, adil, demokratik ortamlarının oluşmasını teşvik edecek, önünü açacak biçimde değişime/dönüşeme uğramasının gerekliliğini işaret eden ve de bunun büyük ölçeklere varana kadar, çok daha küçük ölçekte, iki insan arasında başlaması gerektiğini ima eden satırlarda şunları söylüyordu Bachmann:
‘’(….) Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkilerde başlar…(….)’’
Bugünlerde yaşananların dehşetini izlerken, yıllar önce o Ramazan ayında yaşadıklarımı bana hatırlatan, galiba, karşıt mahallelere mensup insanlar olarak bunu başarabilmiş olduğumuz duygusuydu.
