Bir Başbakanın İdamı ve Yassıada’daki Sır…
Menderes’in idamı sonrasında açılan kendine ait özel kasasından çeşitli belgeler yanında, bir de, Kıbrıs Türkleri adına gönderilmiş bir mektup bulunur… Mektup, Dr. Fazıl Küçük imzasını taşımaktadır…
Bülent Fevzioğlu
Tarihin derin uğultuları arasında yankısını koruyan ve aradan geçen 56 yıla karşın o büyük utancında hâlâ kapanmaz (kapanmayacak) ağır yarası ile dün gibi kanayan bir fotoğrafla, başlamak isterim söze…
1960 - askeri darbe sonrasında idama mahkûm edilen bir Başbakanın darağacına giderken çekilmiş fotoğrafıdır bu…
Yassıada duruşmalarından sonra cezaevi görevlisi iki gardiyanın arasında elleri arkadan kelepçelenmiş ve beyaz idam gömleği ile az sonra asılarak idam edilecek olan bir Başbakanın fotoğrafı…
Kimileri için, ‘ayrıntısı’ yıllar yılı ‘hiç’ fark edilemeyen bu fotoğraf, başkaca ‘kimilerinin’ tarihsel sorgulamalarında aradıkları yanıtı ancak 17 Eylül 1961 tarihli bu idamın üzerinden 51 yıl geçtikten ve idamın da yıldönümü olan 17 Eylül 2002 gününde, bulabilmiştir…
‘Derin Tarih Dergisi’nin ortaya çıkardığı bilgilerle bu fotoğrafı (ve diğer idam anı fotoğraflarını); Harbiye Yıldız Foto Film Merkezi'nde görevli olan Astsubay İsmail Şenyüz çekmişti…
Normalde, fotoğrafın, Başbakan Adnan Menderes’in yüzünü de gösterecek şekilde ön açıdan çekilmesi gerekiyordu…
Fakat bu fotoğraf, nedense, Başbakan Menderes’in yüzünü değil, ters kelepçelenmiş elleri ile sırtını gösteriyordu…
‘‘Neden?’’ sorusunun yanıtı, 51 yıl sonra çıktı ortaya…
Üstelik…, herhangi biri tarafından da değil…
Yaşanan ana göz tanığı olmuş ve bu fotoğrafı çeken astsubay İsmail Şenyüz tarafından…
İşte o yanıt:
‘‘Başbakan Menderes’in arkasında kalabalık bir subay grubu vardı…
Ben, fotoğrafı ön cepheden çekeceğim sırada itiraz ettiler ve
- ‘Fotoğrafta biz görülmeyelim, fotoğrafı arkadan çek’’ dediler…’’
Bu fotoğraf, bence, üç idamla sonuçlanan siyasal bir tarihin en somut ‘‘UTANÇ’’ belgesidir aslında…
Öylesine bir UTANÇ’tır ki bu…
Daha o gün, o an’dan başlayan ve…
- ‘Fotoğrafta biz görülmeyelim, fotoğrafı arkadan çek’’ demek mahcubiyetinde bırakan - zorlayan bir fotoğraf…
Peki bu fotoğrafın, Kıbrıslı Türkler olarak bizim ‘Tarihimizden Silüetler’ içerisinde yeri - ilgisi ne?
İlgisi şu:
* * *
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sonrasında Kıbrıs ve Kıbrıs Türkleri, 1950’li yıllara değin, Türk dış siyasetinin gündeminde değildi… Yalnızca Türk dış siyasetinin değil, Türkiye basınının ve köşe yazarlarının da gündeminde değildi…
Türkiye basınının Kıbrıs ve Kıbrıs Türkleriyle tanışması, ilk kez, Hürriyet gazetesinin kurucusu ve başyazarı, Sedat Simavi ile olur…
Simavi, 1948 yılı içerisinde Akdeniz’de yaptığı bir gezi nedeniyle Kıbrıs’a gelir ve ilk kez Kıbrıs’la, Kıbrıs Türkleriyle tanışır…
Kıbrıs gezisini tamamladıktan sonra İstanbul’a dönen Sedat Simavi, büyük bir gazetenin kurucusu ve başyazarı olarak Kıbrıs ve Kıbrıs Türkleriyle ilgili ilk köşe yazısını 23 Ekim 1948 tarihli köşesinde ve ‘‘Kıbrıs Türkleri’’ başlığı altında paylaşırken, ‘‘Bizce Kıbrıs meselesi diye bir mesele mevcut değildir’ diye yazar…
Bu yazının üzerinden 15 ay geçer…
CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) iktidarının son Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak, 23 Ocak 1950 tarihinde TBMM’nde yaptığı konuşmasında, ‘Kıbrıs meselesi diye bir mesele olmadığını...’ söyler…
Türkiye Cumhuriyetinin 14 Mayıs 1950 seçimlerinde CHP kaybeder, iktidara (DP) (Demokrat Parti) gelir…
Bu kez, Türkiye Dışişleri Bakanlığı koltuğunda CHP’li Necmettin Sadak değil, Demokrat Partisi’nden Prof. Dr. Fuad Köprülü vardı…
Ancak, Köprülü de, 20 Haziran 1950 tarihinde yapılan DP Grup toplantısında Sadak’ın görüşlerini benimsediğine dikkat çeker, şöyle der:
‘‘Kıbrıs meselesi diye şimdilik bir mesele bizim itilamızda değildir.
Çünkü Yunan Hükümeti de resmen Kıbrıs meselesiyle meşgul olmamaktadır.
Binaenaleyh, Hariciyemiz de böyle bir hadisenin mevcudiyetinden resmen haberdar değildir.’’
Adada, zaman zaman kimi ırkçı - milliyetçi ve küçük çapta ‘yara kaşımalar’ yaşansa da, 1952 yılının Şubat ayına değin ‘Kıbrıs Meselesi’ diye bir sorun anılmaz…
Ne zaman ki…
Türkiye ve Yunanistan, eş zamanlı olarak 18 Şubat 1952’de NATO üyeliği için imza atarlar, sonrası gelmeye başlar..!
Atılan imzalarının mürekkebi kâğıt üzerinde henüz kurumamıştı ki, aynı yıl (Kasım 1952) Yunanistan’da seçimler yapılır ve emekli Mareşal Aleksandros Papagos’un genel başkanı olduğu ‘Yunan Canlanışı’ adlı parti seçimi kazanarak, iktidar olur.
Çok değil, birkaç ay sonra, Şubat 1953’de, Fransız Le Monde gazetesine bir demeç veren Papagos, “Kıbrıs meselesi moralman ortaya atılmış durumdadır. Eğer sonunda iki taraflı bir anlaşmaya varamazsak, hakkımızı aramak için her türlü meşru yola müracaattan çekinmeyeceğiz” der…
Eylül 1953’te, Makarios devreye girer…
‘‘Davamız bütün dünya davalarının en doğrusudur, en haklısıdır.
Emelimize kavuşacağımıza zerre kadar şüphemiz yoktur.
Bayrağımızı elimizde taşıyacağız ve bu haklı dava uğrunda sonuna kadar mücadele edeceğiz...”
Başpiskopos Makarios’un Kıbrıs’ta yaptığı bu konuşmasından tam bir yıl sonra, bu kez Yunanistan Başbakanı, emekli Mareşal Papagos diplomatik bir adım atar… Kıbrıs konusunu, 24 Eylül 1954 günü Birleşmiş Milletler toplantısına taşır ve konu 19 olumsuz, 11 çekimser oya karşın, 30 oyla gündeme alınır…
Ve biz Kıbrıslılar; işte o gün bu gün, Birleşmiş Milletler’in kapısında, salonunda, kürsüsündeyiz…
Sonrası malûm…
1955’te EOKA, 1957’de TMT kurulur…
Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya girmesi sonrasında müthiş bir ‘‘silâhlanma ihtiyacı(!)’’ doğar Kıbrıs’ta…
Ne diyor bir şiirinde Nazım Hikmet?
- Tarihsel şartların zaruri neticesi bu…
Uluslararası haber ajansı Reuters, 25 Ocak 1957 günü Başbakan Adnan Menderes ile görüşür ve ondan aldığı özel demeci şu cümlede özetler:
‘‘Türkiye Hükümeti, 120 bin Kıbrıs Türkü ile beraberdir.’
Başbakan Menderes’in, ‘Türkiye Hükümeti, 120 bin Kıbrıs Türkü ile beraberdir’ dediği bu basın toplantısından beş gün sonra, Kıbrıs’ta, EOKA terör örgütü lideri Albay Grivas ise ‘‘henüz hiçbir şeyi halledemediğini’’ belirtiyor ve adaya yeni silâhların getirilmesi için en güvendiği adamlarından biri olan Azinas’ı Mısır’a gönderiyordu…
Grivas, anılarını yazdığı günlüğünde, 30 Ocak 1957 tarihi için şunları aktarır:
‘‘Ocak 1957’de, mücadelenin üçüncü yılına girdik. Yeni EOKA’cılar saflarımıza katılmaktadır. Savaş ihtiyaçlarımız çoğalmaktadır.
Düşman, bazı silâhlarımızı da meydana çıkardığı için daima eksik malzeme ile çarpışıyorduk. Bu nedenle Azinas’a yeni bir mektup göndererek, gerek uçakla atılmak, gerekse gemilerle denize indirmek suretiyle daha silâh gönderilmesini istedim. Azinas’a,
- Tez karar alınız, çünkü bugüne kadar hiçbir şeyi halledemedik’ dedim.
Bunun üzerine Azinas, silâh bulmak için Mısır’a gitti.’’
Azinas, yeni silâhlar bulmak için Mısır’a giderken, Kıbrıs’ın Dillirga (Erenköy) köyünden de üç balıkçı kendilerine ait bir sandalın verdiği imkânla 11-12 Ağustos 1958 gecesi ‘‘silâh bulmak’’ üzere Akdeniz’in sularına açılırlar…
Vardıkları yer, Türkiye’nin Anamur kıyıları olur…
Eğip bükmeden sözü, kıyıda karşılaştıklarına ‘‘Kıbrıs’tan geldik, silah istiyoruz’’ diyorlar…
Asker, istihbarat girer devreye ve Ankara - Genelkurmay Başkanlığına mesaj çekilir…
O günlerde, Dr. Burhan Nalbantoğlu da Ankara’dadır…
Sonrasını, ‘‘Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu’’ kitabında, şöyle anlatır Binbaşı İsmail Tansu:
‘‘Gençleri tanımak, geliş maksatlarını ve kim tarafından gönderildiklerini öğrenmek için Dr. Burhan Nalbantoğlu ile birlikte, gençleri bir de biz sorguladık. Yumuşak bir atmosfer içinde yaptığımız sorgulamada, olay, aydınlığa çıkmıştı.
Kıbrıslı gençlerin adları Vehbi Mahmut, Asaf Elmas ve Cevdet Remzi idi.
Kıbrıs’ın kuzey batı kıyısında (Erenköy), Koçina’dan gelmişlerdi. Zararlı kişiler değildi, kötü maksatla gelmemişler, Türkiye’ye iltica etmeyi de düşünmemişlerdi.
Milli duyguları yüksek, cesur ve yurtsever oldukları belli olmuştu. İfadelerine göre, Rumların bir katliam haberinden kuşku duymuşlar, EOKA tecavüzlerine karşı koyabilmek için Türkiye’ye silâh tedariki için gelmişlerdi.’’
Sonradan ‘‘Bereketçiler’’ adını alacak olan bu ve daha başka Dillirgalı balıkçılar ve katılımcılarla birlikte Türkiye’den Kıbrıs’a ‘gizli’ silâh nakliyatları başlar…
Türk Silâhlı Kuvvetleri depolarından alınarak Kıbrıs’a gönderilen bu silâhlardan yalnızca Başbakan Adnan Menderes ile Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu olmak üzere, Genelkurmaydan birkaç subayın bilgisi vardı…
Hükümet, bu silah nakliyatından habersizdi…
Kıbrıs’ta TMT giderek silâhlanmakta, ihtiyaçlar için gerekli olan parasal giderler de Başbakan Adnan Menderes’in kullanım yetkisinde bulunan ‘Örtülü Ödenek’ten karşılanmaktaydı…
Araştırmacı gazeteci Faruk Bildirici, TMT ve Başbakanlık örtülü ödeneğinden alınan bir parayla ilgili, şöyle yazar:
‘‘TMT'yi EOKA ile çatışmaya hazır hale getiren ve gizli kalmasını başaran Yarbay Vuruşkan, 1959 Eylül’ünde Ankara'ya çağrıldı. Vuruşkan, Başbakan Menderes'e verilen brifinge katıldı ve bir gece Sincan'daki eğitim kampına gitti…
Kampa gece giren Vuruşkan, karanlıkta kalan bir tel kafesin arkasından konuştu… Aydınlık bölümde kalan mücahitler, ‘‘Bozkurt’’un yüzünü göremediler. Vuruşkan, adaya, yaklaşık 55 bin ABD doları ile döndü.’’
Başbakan Adnan Menderes ile Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya TMT’yle ilgili verilen brifingler sıklıkla tekrarlanırken, örtülü ödenekten de TMT’nin geliştirilmesi için gerekli olan maddi katkılar devam etmekteydi…
17 Şubat 2009 tarihli Aksiyon dergisi, kimi belgelere dayanarak tam 49 yıl önceye gider ve Kıbrıs üzerine yapılan çok önemli bir görüşmeyi, 49 yıl sonra, şöyle aktarır:
‘‘1960’ın şubat ayıydı…
27 Mayıs darbesinden kısa bir süre önce TMT’nin Kıbrıs’taki gizli faaliyetleri hakkında Menderes’e bir brifing verildi…
Saat 21.30’da başlayan toplantı gece yarısına kadar sürdü.
Kıbrıs’ta son durumun ne olduğu, 10 binden fazla kişinin silahlandırıldığı anlatıldı..’’
Menderes’in, TMT yapılanması üzerine aldığı son brifingti bu…
1960 yılı Şubat ayında verilen bu brifingin üzerinden üç ay geçer…
27 Mayıs 1960 sabahı, Türk Silâhlı Kuvvetleri yönetime el koyar…
Başta, Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu olmak üzere tüm hükümet üyeleriyle Demokrat Partililer tutuklanarak yargılanmak üzere Yassıada’ya gönderilirler…
Askeri depolardan çürük gösterilerek kayıtlardan çıkarılan, fakat aslında, TMT için gizlice Kıbrıs Türklerine gönderilen silâh ve cephane, Yassıada duruşmalarında Menderes hükümetinin aleyhine kullanılır.
İsmail Tansu, şöyle aktarır:
“Askeri depolardan, gösterdiğimiz belgeler karşılığı aldığımız kamyonlar dolusu silâh ve cephane, dedikodulara neden olmuştu. O sırada Türkiye’de vuku bulan siyasi bunalım ve çalkantılar sırasında bazı muhalefet mensupları, bu dedikoduları ele alarak, “Adnan Menderes’in taraftarlarını silâhlandırmakta olduğu” iddialarını ileri sürmüşlerdi…’’
592 sanıklı davanın Yassıada duruşmaları 14 Ekim 1960 günü başlar ve on bir ay boyunca devam eder…
Başbakan Menderes hakkında 19 ayrı dava açılır…
Bu davalardan biri de, üzerinde en çok konuşulan, tartışılan ve suçlanan, başbakana bağlı ‘‘Örtülü Ödenek’’ davası idi…
Başbakan Menderes’in örtülü ödenek davası, 13 oturum sürdü…
Bu oturumlar süresince her hesap pusulasının hesabını açıklıkla ortaya koyan Başbakan Menderes, sıra, harcama pusulaları ortada olmayan kimi hesaplara geldiği zaman, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yla birlikte derin bir suskunluğa girerler…
Menderes, örtülü ödenek davası sonucunda, 4.877.780 lirayı zimmetine geçirmekten suçlu bulundu ve paranın tahsili için Aydın'daki arazilerine el kondu...
16 Eylül 1961 günü Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan, 17 Eylül günü de Başbakan Adnan Menderes asılarak, idam edildiler…
Menderes’in idamı sonrasında açılan kendine ait özel kasasından çeşitli belgeler yanında, bir de, Kıbrıs Türkleri adına gönderilmiş bir mektup bulunur…
Mektup, Dr. Fazıl Küçük imzasını taşımaktadır…
‘‘Çok Sayın Adnan Menderes,
Geçen sene İş Bankası vasıtasıyla yapmış olduğunuz 500 bin liralık yardım sayesinde kooperatiflerimizi Rum tahakkümünden kurtarmış bulunuyorsunuz...’’
TMT’yle ilgili bilgi ve belgeler; Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun idamlarının üzerinden 40 yıl geçtikten sonra ortaya çıktı…
‘‘Örtülü Ödenekten’’ yargılandılar ancak TMT ile ilgili sırlarını Yassıada duruşmalarının hiçbir koşulunda ifşa etmediler…
TMT’ye dair sırlarını idamlarıyla birlikte üç ayrı mezara götürdüler, üç ayrı mezara gömdüler…