1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Bir Birey Nasıl Yaşayabilir?” *
“Bir Birey Nasıl Yaşayabilir?” *

“Bir Birey Nasıl Yaşayabilir?” *

Nasıl yaşanabilir?” sorusu, farklı deneyimleri teşvik eden, değişime ve dönüşüme açık, ‘çoklu’ önermelerle anlam kazanan bir çeşitliliğe zemin teşkil eden, doğurgan bir süreci işaret etmektedir.

A+A-

Hakkı Yücel
[email protected]

 

Ergüder Yoldaş ismini hatırlayanlar olacaktır. Değerli bir müzisyen/bestekârdı; Türk makam müziği ile popu buluşturduğu özgün çalışmaları vardı. 80’li yıllarda özellikle Atilla İlhan’ın “Sultan-ı Yegâh”, “Elde Var Hüzün” ve Nedim’in “Sa’d- abâd”ına yaptığı besteleri eşi Nur Yoldaş seslendirmiş, çok da beğenilmişti. Bilenler bilir, Ergüder Yoldaş’ın ilginç bir hikâyesi var: 1991 yılında yaşadığı hayat biçimini birdenbire terk eder ve Büyükada’da ormanda kendi elleriyle yaptığı derme çatma bir çadıra yerleşir; gözlerden uzak, doğayla baş başa yaşamaya başlar. Bir ara medyada “Modern Crusoe” yaygarasıyla bir haber programına da konu olan, sansasyonel görüntüleriyle izleyenleri şaşkınlığa düşüren yaşamında o son derece huzurludur; yakınlarının “geri dön” çağrılarına kulak tıkar ve bu kendinden ibaret, kendince hükmettiği hayatına on yılı aşkın süre devam eder. Sonraları geri dönüp de terk ettiği normal(!) hayatına yeniden başladığında ilginç bir olay yaşar. İstanbul şehir hatları vapurunda yolculuk yaptığı bir gün, yaşı geçkince bir adam yanına yaklaşır ve “Sen Büyükada’da yıllarca ormanda yaşayan  o müzisyen değil misin?” diye sorar. E.Yoldaş “Evet” diye yanıt verince adam, “Niye geri döndün ki?” diyerek onu adeta azarlar ve alacağı karşılığı beklemeden devam eder:

“Ne dersin, acaba ben de orada yaşayabilir miyim?”

En çok Hollywood filmlerinden aşinayız...Sabahın erken vaktinde saatin zili çalar. Yatakta kimi zaman bir çift ya da yalnız başına yaşayan bir kadın veya bir erkek vardır. Bir kol istemsizce ötüp duran saatin ziline uzanır, onu susturur; kaçışı yoktur, kalkma zamanıdır. Kalkılır ve sonrasında delidolu bir koşu başlar. Çocuklu bir aile midir söz konusu olan ya da tek başına yaşayan bir kadın veya erkek midir, fark etmez; gün başlamıştır ve şimdiden sonra yapılacaklar bellidir. Bir otomat düzeneğiyle hızla hareket edilir, artık rutine dönüşen işlemler ardı sıra yerine getirilir ve bu koşuşturmaca içinde gün tamamlanır. Yarın, kendini aynen bugün (ve dün) olduğu gibi tekrar edecek olan hayat, yeni günde de benzer biçimde yaşanacaktır. Amansız bir rekabetin ve çılgınlık kertesinde tüketimin hüküm sürdüğü dünyamıza özgü bu yaşam biçimi, en ışıltılı ve şaşaalı örneklerinin bile gizlemekte zorlandığı, insanın “kendisi için” birey olmaktan çok sisteme tabi “kendinde” birey olma haline dönüşmesinin; bir başka ifadeyle kendine hükmedebilen ‘özne’ olma halinden, sistemin hükmettiği ‘tabi nesne’ olma haline geçişinin tipik hikâyesidir. Aynı hikâyenin -mahiyet farkı değil- sadece derece farkı göstererek hemen her yerde yaşandığı rahatlıkla söylenebilir. Bu kısır döngünün filimde kimi zaman beklenmedik bir nedenle -aşk, ölüm, dermansız dert vb. daha başka ‘uç (sınır) nokta’ sayılacak sarsıcı gerekçelerle- aykırı bir biçimde kırılması ise, bir an için, başka türlü yaşamanın mümkün olabileceğini akla getirse de, bu anlık ‘romantik’ hayal, salonun dışında, kendini tekrar eden hayata yeniden dönüldüğünde, onun önüne katanı sürüklediği rüzgârında mum alevi gibi söner ve ol hikâyet, büyük oranda, kaldığı yerden devam edip gider.

Söz sinemadan açılmışken, günümüz insanına dair bu yaşamsal ‘varoluşsal gerçekliği’, eğlenceli seyirlik halinde sunan ortalama Hollywood filmlerinden çok daha derinlikli, arka planını sorgulayan ciddi bir ‘problematik’ olarak dile getiren Avusturyalı yönetmen Michael Haneke’yi anmadan geçmek mümkün değil. Şundan; onun, izleyenin suratında bir yumruk gibi patlayan, canını içten içe acıtırken bir yandan da zihnini kemiren ilk filmi (1989) “Yedinci Kıta” tam da, sistemin kurulu çarkına kapılarak rutinin tekrarı içinde nesneleşen, yalnızlaşan, yabancılaşan günümüz insanının, çekirdek bir ailenin günlük yaşamından hareketle,  nasıl “varoluşsal tükenişten”, “fiziksel yok oluşa” (intihara) doğru sürüklendiğinin trajik hikâyesidir. Sahnede anne, baba ve bir kız çocuğundan ibaret, orta sınıfa mensup bir aile vardır. Dışardan ya da sistem ölçüleri içinden bakıldığında ideal sayılabilecek olan ailenin günlük yaşamı, son kertede bütün boyutlarıyla her düzlemde mekanikleşmiş sistemin bir rutine dönüş(türül)en ve insanı nesneleştiren belirleyici ilişkilerine tabidir. Ne adamın işinde yükseliyor, ne kadının çalışıyor olmaları ve ne de birlikteliklerinin meyvası kız çocuğunun mevcudiyeti, bu tabiyetin rutinlerini, ritüellerini bozmaya yeter; aksine, sistemin hayatın her alanını her düzeyde kuşatan acımasız belirleyici sistematiği, yaşam enerjilerini ve sevinçlerini günden güne tüketir. Farklı metaforik/simgesel nesnelerle ilişkiler üzerinden sergilenen bu varoluşsal tükenişe, kaçıp gidilecek yer (ütopya) olarak tahayyül edilen ‘Yedinci Kıta’nın -filmde o yer bir afişte Avusturalya olarak resmediliyor ve bu yolla ona bir gerçeklik atfediliyor olsa da- düşsel varlığı da derman olmaz ve nihayetinde trajik son gerçekleşir: Birlikte intihar. Haneke’nin film üzerinden zihnimizde uyanmasını istediği yaşama dair o soru ise bâkidir:

Bir başka yaşam ya da başka türlü yaşamak mümkün değil midir?

Modernitenin ‘aktif özne’ olarak açığa çıkardığı bireyin varoluşsal kapsamı bağlamında, yaşamın anlam ve işlevine yönelik olarak hep gündemde olan bu soru, aslında antik dönemden itibaren felsefenin de -ve de dinlerin, ideolojilerin, kültürlerin-  temel sorularındandır. O kadar ki felsefe içindeki ayrışmada bu soruya verilen yanıtların mahiyetleri  belirleyici bir özellik taşımaktadır. Vaoluşsal, ahlâki/etik/-politik- kültürel düzlemlerde yanıtları olan bu kadim sorunun, başlangıçta daha çok tanımlamalardan ibaret karşılık bulan “Nasıl Yaşamalı?”dan, giderek yaşam pratikleri/deneyimleri öneren “Nasıl yaşanabilir?”e evirilmesi ise, “varoluşsal tükeniş” sancısı yaşayan günümüz insanına nefes aldıracak, sadece kendi bireysel yaşamında değil, hayatın farklı alanlarındaki ilişkilerinde farklı çıkış yolları (yaşam biçimleri) sunuyor olması bakımından önemlidir. Şundan, “Nasıl yaşanmalı?” sorusunun aynı zamanda ‘nasıl yaşanmaması’ gerektiğine de vurgu yapan yasakçı-emir kipli buyurgan mahiyeti, onu sabiteler üzerine oturan, kesin olarak tanımlanmış ve tamamlanmış, son kertede bir zorunluluk olarak dayatılan ‘tekli’ yaşam biçimleri önerileriyle sınırlarken; “Nasıl yaşanabilir?” sorusu, farklı deneyimleri teşvik eden, değişime ve dönüşüme açık, ‘çoklu’ önermelerle anlam kazanan bir çeşitliliğe zemin teşkil eden, doğurgan bir süreci işaret etmektedir.  

Bu konuda Todd May’in “Deleuze-Bir Birey Nasıl Yaşayabilir?” kitabı dikkate değer bir çalışma. Foucault’un  “yirminci yüzyıl onun yüzyılı olacak” dediği,  yaşama yönelik olarak ‘Nasıl yaşanmalı?’ sorusunu ‘Nasıl yaşanabilir?’ sorusu ile ikame eden filozofların başında gelen Deleuze’ün, bu kapsamdaki kimi yaklaşım ve açılımlarını ortaya koyması bakımından ufuk açıcı. Varlık’ı, “mutlak hakikatin ve sabit kimliklerin perspektifinden değil de oluşun, değişimin ve farkın perspektif”inden değerlendiren; felsefi düzlemde dile getirilecek olursa, ‘aşkın’ olanın içine hapsedilen değil, ‘içkin’ olanın dinamik akışkanlığı içinden yeniden üretilen bir oluş süreci olarak gören  Deleuze’ün, tam da bu nedenle, ön gördüğü birey; verili olanla sınırlı kalan, ‘tabi’ olan birey değil, verili olanın sınırlarını aşma ve dönüştürme potansiyeli taşıyan, bunu deneyimleyen ‘özne’ bireydir. Böyle olduğu içindir ki bu özne bireyin yaşam karşısındaki sorusunun kendini sınırlayan, ‘tekli’ önermelerde bulanan ‘Nasıl yaşamalı?’dan; kendi sınırlarını aşma ve kendini dönüştürme potansiyeli taşıyan, ‘çoklu’ önermeler içeren ‘Nasıl yaşanabilir’e evirilmesi kaçınılmazdır. Kaldı ki dünyanın dinamik değişkenliği de bu evirilmeyi zorunlu kılmaktadır.

Deleuze de bu soruyla, sadece ontolojik düzlemde değil, etik-ahlâki, politik düzlemlerde de bireyin yaşamından, yerleşik sistemin hayatı kuşatan bütün alanlarına varana kadar  “başka bir yaşam”  (ve “başka bir dünya”)ın inşasına yönelik olarak düşünülecek ve yapılabilecek çok şeylerin olduğunun altını çizerken, bir yandan da onların izini sürüyor..


*Todd May. “Deleuze-Bir Birey Nasıl Yaşayabilir?”.Türkçesi: Sercan Çalcı. Kolektif Kitap. İstanbul .2017. s.245.  

Bu haber toplam 4104 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 451. Sayısı

Gaile 451. Sayısı