Bir Daha Çal Sam Amca, Bir Daha Çal
Bir Daha Çal Sam Amca, Bir Daha Çal
Rıdvan Arifoğlu
[email protected]
Başka yazılarda bahsettiğim bir konunun devamını getirmek istiyorum. Geliştirmek başka yazının işi olacak. Şimdi farklı bir yönüne bakmak istiyorum. Konu mankeni olarak R. T. Erdoğan'ı kullanıyorum.
Önceki deneyimlerimden yola çıkarak Kıbrıs'ta hemen (hemen) hiç süreli yayın okumamayı adet edindim. Yazdığım yazıları okuyup sırf geride duruyorum diye çalma hakkına sahip olduğunu düşünen varsa yanılır. Zaman gerçeği açığa koyar. Yine de çeşitli malzemeleri çaldıktan sonra gerçeği (ama sadece gerçeği) isteyen bazı insanlara, "Diğerlerini de al git, hepsi senin olsun," diyesim geliyor. Zaten yazdıklarınıza bu gözle bakan insanlardan yaratıcı ruhun hayrına bir şey gelmez. Daha çok tek bir çizgi üzerinde çala çala, toplaya toplaya gitmeyi tercih ederler. Geçen gün aynı şeyi Kermiya çemberinde düşündüm. Ben de aynı po'isyona düştüm. Öğlen üstü bisikletle çemberi geçerken -"O da ne!"- yerde bir sürü para gördüm. Bir sürü dediysem 5-6 lira ya eder ya etmez ama 15-20 tane demir bozukluk olunca çok oluyorlar. Durumu kavrayıp bir tur daha atarak paraların yanına gittim. Bisikleti çembere bırakarak bozuklukları tavuk gibi sıcak asfalttan toplamaya başladım. Böylece "sıcak param" da oldu. İçinde euro da vardı. Herhalde güneye geçen bir Turko… Bisiklet ve motor sürmenin faydaları saymakla bitmez. Yalnız bu yazıyı yazınca duyuru yapmak da farz oldu: Parasını kaybeden varsa beri gelsin, diyorum, mecburen. Aslında şöyle bir çevreye bakmadım değil, çünkü bir keresinde İstanbul'da Çukurcuma'da çocuklar bana oyun oynamışlardı. Kâğıt paraya misina bağlayıp pusuya yatıyorlar. Daha önce böyle yaptıklarını duyduğum için hemen kendimi toparlayıp aniden paranın üstüne bastım, misina koptu. Paralarını geri verdim ama canları da sıkıldı. Yılmayacaklardı. Nirvana'nın albüm kapağındaki bebeği andıran yeni kurbanlarını kandırıp, biraz gülmenin sabırsızlığıyla hemen kümelenerek oltaya başka bir yem taktılar. Herhalde gözleri iyi görmeyen yaşlıları daha çok kandırıyorlar. Her hamle yaptığında parayı biraz çekiyorlar. Yapmayın-etmeyin, yazıktır-günahtır desen de anlamıyorlar.
İşte böyle toplaya toplaya giden, genellikle de sizi sevmeyen ama yazdığınızı okumadan edemeyen (canınıza)okuyucular vardır. Bunun bir değişik tipi de gene sizi sevmeyen, sizi okumadan edemeyen ama her yazdığınızın tersini yazarak felsefe ve karakter edineceğini zannedenlerdir. Siz onu beğenirseniz beğenir, beğenmezseniz beğenmez, hiçbir görüşü, hiçbir yeteneği yoktur. Bir başka tip ise her yazdığınızı kayıtsız-şartsız doğru kabul eder ki, en can sıkıcı olanlar da onlardır. Bir başkası ise yazdığınız tek bir cümleden bütün yazınıza ve size karşı tavır takınır. Tabii bunların hiçbiri açık değildir. Gizlincik gizlincik. Adet olduğu üzere. Kıbrıs Türk süreli yayınlarını takip ettiğinizde bu abuk-sabuk şeylerle uğraşıp yeteneğinizi köreltebilirsiniz. Genç ve dinamik sanatçı arkadaşlar faydalansın diye Hafız Cemal Lokmanhekim'in, "Lokman Hekim'in 'Sakın Ha!' Dediği 31 Çekmenin Belaları" isimli eseri için naçizane katkım olsun.
Başka tipler de vardır tabii. Sizi sever, yazdığınızı da sever ama hiç tartışmaz. En iyisi ise; sizi sevsin veya sevmesin, tanısın veya tanımasın, yazdığınızı sizinle tartışmak isteyen, donanımı zengin, 1'e 75 veren, hangi boy'dan olursa olsun gelen, gözünüz bir yerden ısırsa da ısırmasa da kendi kendine benzeyen, R. T. Erdoğan gibi olmayan, gönlü zengin ve bir o kadar da kafalı okuyuculardır. Hor kullanılmış her şeye koşan Hızır Kaptan'lar. Tadından yenmeyen sohbetler...
Genellikle küçüğün büyükten, güçsüzün güçlüden aşırdığı sanılır. Büyüğün küçükten, güçlünün güçsüzden, ünlünün ünsüzden çalması esinlenme gibi algılanır. Tersi çok olur, ama ona esinlenme değil çalma denir. Yılmaz Erdoğan'ın Bir Demet Tiyatro'su Atilla Atalay'ın Sıdıka kitabından fazla (fazla) etkilenmiştir ama bu tiyatroyu seven biri bunu kabul etmeyebilir. Bir Demet Tiyatro, Sıdıka'dan önce çekilmeye başlandı ve çok tuttu. Sıdıka'nın dizi versiyonu ise o zamana göre bile pek özensizdi. Etkilenme o kadar açıktı ki Yılmaz Erdoğan daha ünlü ve pek çok iş yapmış biri olsa bile bu durum iki diziyi ve kitabı bilenlerce çok tekrarlandı. Aslında bunlar popüler kültür değerlerini gözeterek iş yapan insanlar için pek sorun olmuyor. Onlar için kazanılan para daha önemli.
Paranın önemli olmadığı durumlarda ise ortaya onur sorunu ve hazımsızlık çıkar. O yüzden davulun sesi uzaktan hoş gelsin. Vur, vur, inlesin!.. Çal Çingene, bir daha çal Sam. Abartılı replikler gibi devam et Sam. Ben çalışayım, yazayım, ters kalıbı hazırlayayım, ne şiş yansın ne kebap.
Zıtlaşmalar popüler kültürde çok iş yapar. İranlı kadın matematikçi Meryem Mirzahani Fields madalyasını almış. Klasik olduğu üzere küçükken matematik yeteneğinin olmadığını söylemişler. Böyle şeyler olmasa da uydurulur. Okuldan atıldı ama bilmem ne oldu, gibi… Bin kişiden biri bile bu durumda olsa medyaya yeter. Sanki bilim eseri vermek, yaratıcı eser vermek için okuldan filan atılmak gerekiyor. Tabii okuldan atılan diğerlerine ne oluyor, o da işin başka bir yönü.. R. T. Erdoğan (ve medyası) da bu zıtlaşmalardan besleniyor.
En azından yazılı kültürün başlangıcına dek götürülebilecek Kuran'ın "kısasa kısas" ilkesi, daha önce bahsettiğim gene Kuran'ın "ayaklar baş olmayacak" ilkesiyle birlikte R. T. Erdoğan'ın iki büyük mottosudur. İyiliğe de kötülüğe de aynı derecede karşılık vermeyi gerektiren "kısasa kısas" ilkesinin, şişede durduğu gibi durmayacağını herkes tarihten öğrenebilir. İki ilkenin de öyle uçuk-kaçık dinsel görüşler olmadığını, ekonomik temelleri olduğunu görebiliriz. Bazıları nedense din deyince ekonomi dışı bir şeyden bahsediyormuşsun gibi algılıyor. "Kısasa kısas"ın aslında rakı şişesindeki balık olduğu Türkiye'deki İsrail protestolarında da görülüyordu. Saraçhane Parkı Ramazan boyunca yapılan gösterilerde haremlik-selamlıktı. Gerçekten öyleydi, polis parkın ortasına set çekmişti ve parkın kapılarında kontrol vardı. Bir tarafta kadınlar, diğer tarafta erkekler protesto ediyorlardı. Eline fırsat geçse İsrail'in veya IŞİD'in yaptığının beş katını yapacak onbinlerce insan var. İyilikte "kısasa kısas" ama kötülükte "kat kat fazlası" ilkesi iktidarların ve sinsi insanların ilkesi olmuştur. Aslında mesele daha çok iyilik ile kötülüğü birbirinden böyle ayırmakla başlıyor.
R. T. Erdoğan 15 Nisan 2014'teki TBMM grup toplantısında yaptığı konuşmada Almanya'nın cumhurbaşkanını eleştirirken demişti ki: "Kusura bakmasınlar, biz bir yanağına tokat atıldığı zaman öbür yanağını uzatanlardan değiliz, bizim kültürümüzde bu yok." (İncil'i ve Tevrat'ı eleştiriyor). Bunu hatırlayınca muhakkak hristiyanlıkla ilgili başka bir şey vardır diye düşünüp daha detaylı baktım. İki hafta sonraki konuşmasında Almanya cumhurbaşkanını eleştirirken onun eski rahip olduğunu da belirtiyor. Sıkılı yumruklarla değil tokalaşarak anlaşmak gerekiyormuş. Başkalarının özgürlük alanına müdahale etmemeliymişiz, "yaşam tarzı"nı korumalıymışız filan… Onlar (rahipler ve rahibeler) Türkiye'yi sırf müslüman ülke olduğu için eleştirme ucuzluğuna gidiyorlarmış. Söyleyene bakın. Diyor ki: "Batı medyasında çıkan karartmayı, olumsuz yayınları gayet iyi biliyoruz. Elhamdülillah bizim hakkımızda onlar bu tür yayınlar yapıyorsa doğru istikametteyiz demektir." Hey mağşallah! Biz ne yaptığımızı bilmiyoruz ama Batı beğenmiyorsa demek ki doğru yoldayız, diyor. Batı'nın beğendiklerinde yanlış yolda değildin ama, a iki gözüm.
Hiç tesadüf sayılamaz; 15 Nisan'da ve 29 Nisan'da Batı'ya verilen sözümona bu (tokat gibi) cevapların ardından iki hafta daha geçmişti ki, Mayıs'ın ortasında Erdoğan Soma'da bir adamı tokatladı. İşte Hür&Bağımsız KKTC şimdi bu cumhurbaşkanını karşılayacak. O zamana kadar düzelir mi acaba? Allahtan ümit kesilmez, derler, soğuktan donanı buzla oğarlar.