“Bir film seyrettim, hatırlamayı hatırladım…”
Faize ÖZDEMİRCİLER
“Bir pazar günü günbatımında Oslo’da yollarda araba sürüşümü hatırlıyorum. Şehir bomboştu. Kuzey Norveç’e kıyasla ağaçların ne kadar uzun olduğunu hatırlıyorum. Bunu hatırlayacağım diye düşündüğümü hatırlıyorum. Babamın mutfakta sigara içişini hatırlıyorum ve kahve içişini, radyo dinleyişini, evet. Oslo’ya gittiğimizde kendimizi ne kadar olgun hissetmiştik. Oslo’ya ilk geldiğimde kendimi nasıl özgür hissettiğimi hatırlıyorum. Sonradan Oslo’nun ne kadar küçük olduğunu farkettim. Gülüşünü hatırlıyorum. Tenindeki tuz kokusunu hatırlıyorum. Herkes kazanacağımızdan emindi hayalkırıklığını hatırlıyorum. Yağan ilk karı hatırlıyorum. O zamanlarda herkes sigara içerdi. Melankoli nostaljiden daha havalı diye nasıl da ısrar etmişti. Daha önümüzde çok zamanımız vardı. Onun evinin önünden geçişimi hatırlıyorum. En iyi dostumu hatırlıyorum. Onu bir daha görmedim acaba şimdi ne yapıyor? Philips binasının yıkılışını hatılıyorum. Oslo 31 Ağustos…”
(Joachim Trier'in Oslo, 31 Ağustos filminden…)
Hatırlıyorum evet, pek çok şeyi hatırlıyorum. Hatırladıkça mutlu olup olmadığımın farkında olmadan, sadece hatırlıyorum. Hatıraların tarih olmadığını biliyorum, buna rağmen, zaman zaman hatıraların tarihin yalancı sayfalarına çomak sokabileceğini farzederek umutlanıyorum. Tarih olsun diye değil, benim de bir tarihim olsun diye hatırlıyorum. Larnaka’ya İskele dediğimiz, Lefkoşa’ya Lefkoşe demediğimiz zamanlardı. İskele Panayırı’na ilk gidişimizi hatırlıyorum. Çok kalabalıktık. Pamuk şekerini elmalı şekeri hiç sevmediğimi, midemin bulandığını, diğer çocukların bana tuhaf tuhaf baktıklarını hatırlıyorum. Limonun “ekşi” olduğu zamanları, ekşiyi kabuklarıyla yediğimi. Erkeklerin saçları uzun, kızların etekleri alabildiğine kısaydı. Kadınların saçlarına günah yazılmaz, erkekler kadınların saçlarından tahrik olmazdı, kadınlar biraz utangaçtı sadece, hepsi buydu, hatırlıyorum. Halamın çarşaf giydiğini de hatırlıyorum, yıllar sonra çarşafı çıkardığını da… Londra’dan gelen kadınlar bikinileriyle sereserpe sahilde uzanırken, annem dahil, köydeki kadınların sadece ayaklarını denize soktuklarını hatırlıyorum. Dinin tek ölümlerde gündeme geldiğini, yazda serin avlularda, kışta sıcacık kerpiç odalarda güzel sesli bir imamın okuduğu mevlidi dinlerken, içimden anlamını bilmediğim “Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”i şarkı gibi mırıldandığımı hatırlıyorum. Türkiye’de okuyan abilerimizin getirdiği Pereja kolonyasını, Hacıbekir lokumlarını… Yaz boyunca erkek çocukların güvercinlerle birlikte damlarda uyuduklarını gördükçe, “keşke erkek olsaydım” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bahar geldi mi müzik dersinde okulun bahçesindeki harnıp ağacının altına çıkarırdı bizi Doğan öğretmen. Ayhan Işık bıyığı vardı, o kadar yakışıklıydı ki, o kadar yeşildi ki gözleri, bazen onun bir filmden çıkıp geldiğini düşündüğümü hatırlıyorum. O kadar güzel şarkı söylerdi ki, muazzam bir sessizlikle dinlerdik her seferinde. Orda bir köy vardı uzakta, o köy bizim köyümüzdü.
Hatırlıyorum. Yaslı giderdik şen gelirdik. Hatırlıyorum. 74’te, savaşta vurulduğunu duyduğumda, uzun uzun gizlice ağladığımı hatırlıyorum. Hatırladıkça daha çok hatırlıyorum… Sonra bir şey oluyor… Hatırlayacak yaşta olmadığım, mesela 3 yaşında olduğum zamanlardan bazı sahneler geçiyor gözümün önünden. Fırının önünde annemi hatırlıyorum. Ateşten kızarmış yüzünü ve sıcak ekmek kokusunu. İki genç mücahidin bizim evin önünden geçerken, ölüme yol aldıklarını sezmişçesine, annemle vedalaşır gibi konuştuklarını hatırlıyorum. Grivas’ın askerleriyle köyden kan dökerek geçtiğini, tanklar geçmesin diye yolun bir traktörle kapatıldığını, tankın üstündeki Yunan askerin vurulduğunu. O iki delikanlının derenin karşı yakasındaki mavi pancurlu evde öldürüldüklerini hatırlıyorum. Sene 1967. 15 Kasım. Gramofonun üstüne düşen havantopunu, parçalanan taş plakları… Havantopu düşmeden beş dakika önce ablamın annemle birlikte hanayda olduğunu hatırlıyorum. Onlar hanayda iken, ilk kurşundan önce gramofonda Müzeyyen Senar’ın plağı dönüyordu: “Ah yine o menekşe gözler aralı, oya kirpiklerde yaşlar sıralı…” Dügah makamında o ninniyi hatırlıyorum. Beyaz gülün dibinde rengi turuncuya çalan kendisi güzel adı ironik bir biçimde “şeytan” olan köpeciğimizle birlikte uyukladığımı. O günden sonra Müzeyyen ve Perihan hanımların uzun zamanlarca sustuğunu hatırlıyorum.
Akşam olduğunu, kuşların bile hüzünlendiğini, ağaçların bile kahrolduğunu, ağladığını hatırlıyorum. Dedemin evine götürüldüğümüzü. Bir Yunan askerinin silahını doğrultarak “şerga bano” dediğini, henüz 10 yaşında olan ablamın ellerini havaya kaldırdığını, diğer askerinse “bırak çocuğu” dediğini, ablamın da ellerini indirdiğini hatırlıyorum. Annemin kucağında ağladığımı hatırlıyorum. Mahalleden bir Türk kadının Rumca “A Banayyamou” diye bağırdığını, Yunan askerin onu “Banayyana çağırma” diye azarladığını hatırlıyorum. Rumca ve Türkçe kırıldığımızı küstüğümüzü hatırlıyorum. Halamın evinin yasemin tüttüğünü, savaş olsun olmasın her gün bana yasemin dizdiğini hatırlıyorum. Bir dedemin haberleri hiç kaçırmadığını, “Kıbrıs Meselesi’nin çözüldüğünü görmeden ölmeyim” dediğini ve fakat göremeden öldüğünü hatırlıyorum. Diğer dedemin hasta olduğu günü yanık ekmek kokusuyla birlikte hatırlıyorum. Öldüğünde Rum arkadaşlarının ağladığını. Dedemin evinin bir odasında duvarda Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün fotoğrafları vardı, hatırlıyorum.
İkide birde dizilmiş duran Hayat mecmualarını karıştırdığımı hatırlıyorum. Kennedy’nin fotoğraflarını hatırlıyorum. Jackie’nin güzel elbiselerini, eldivenlerini, saçlarını. Onassis’le evlendiğinde ona küfrettiklerini hatırlıyorum. Yaz kış zangalak ağacının altında duran masanın örtüsü çiçekliydi. Babamın o ağacın altında cümbüş çaldığını, şarkı söylediğini hatırlıyorum. O ağacın altında her Pazar Aliko ile Caher’i ve Fatmalı’yı, Hüseyin Kanatlı’nın sunduğu plak yarışını, Cem Karaca “Ferman padişahın dağlar bizimdir” dedi mi, herkesin sustuğunu hatırlıyorum. Annem “senin bunları hatırlaman mümkün değil” dediği halde hatırlıyorum. Çünkü kokulardır hatırlamanın tetiğini çeken, sesler yüzler ve manzara sonra…
(AFRİKA PAZAR – Faize ÖZDEMİRCİLER – 15.2.2015)