1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Bir fincan gerçek tavuksuyu… Ve Maggi… (1)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Bir fincan gerçek tavuksuyu… Ve Maggi… (1)

A+A-

Rahmetlik anneciğim Türkan Uludağ’a göre, sıcak sıcak bir fincan tavuksuyu, nezlelere, griplere, soğuk algınlığına, kırıklıklara, hastalık potansiyeline karşı en iyi çareydi… Yemeğe lezzet katacak olan şey de mutlaka yarım Maggi’ydi… Tavuksuyunu kendisi yapar, Maggi’yi de hep yemeklere eklerdi…

Bir tavuğu düdüklü tencereye yarım ekşi sıkıp bol suyla kaynamaya koyar, biraz tuz atar ve yarım saatin sonunda tavuksuyu hazır olurdu…

Tavuksuyunu çok iri bir fincana koyar, bunun da üstüne yeniden yarım ekşi sıkar, biraz da tuz serpip bana içirirdi anneciğim…

Evde tavuksuyu içmek, çok olağan birşeydi – hele hele kış aylarında, mutlaka yaptığımız birşeydi bu.

Hasta olmamız da gerekmezdi, grip olmamız, burnumuzun akması ya da kırık hissetmemiz kendimizi…

Kendimizi korumak için de içerdik tavuksuyunu…

Zaten nasıl olmasa başka bir maksat için kaynattığı tavuğun suyundan mutlaka iri bir bardak alıp çağırırdı beni annem: Tavuksuyuna ekşimi sıkıp içmem için verirdi bana…

 

KELLE PAÇA TARZI TAVUKSUYU…

Arada bir de “kelle paça” tarzı tavuksuyuyla tavuk etini tükettiğimiz olurdu…

Rahmetlik anneciğim çukur çorba tabaklarına ekmekleri doğrar, üstüne kaynatmış olduğu tavuklardan tiftikler ve birkaç kepçe tavuksuyu ekler, üstüne yeniden yarım ekşi sıkar, biraz tuz serperdi… Bu da “kelle paça” tarzı akşam yemeğimiz olurdu…

 

TAVUKSUYUNA MAGARINA…

Elbette bütün Kıbrıslılar gibi, magarına-bulli evimizin vazgeçilmeziydi… Tavuğu kaynatır, suyuna güzel bir magarına salar, içine iri bir domadez doğrardı anneciğim… Biraz hellim rendeleyip bahçemizden toplayıp kuruttuğu nanelerden rendelenmiş hellime üfeler, bu da tabaklarda magarınanın hem altına, hem üstüne konur ve afiyetle yerdik… Bazan bu magarınayı et suyuna yaptığı da olurdu anneciğimin… Birkaç parça kemikli eti kaynatıp suyuna magarına salardı, bir da domadez doğrayarak… Domadez da, yemeklerin vazgeçilmeziydi…

 

TAVUKSUYUNA PİLAV…

Rahmetlik anneciğim pirinç pilavını da mutlaka tavuksuyuyla yapardı – ancak başka tür pilavlar da pişirirdi anneciğim… Mesela arada bir pişirdiği rostonun suyundan birkaç fincan ayırıp rosto suyuyla pilav da yapardı veya magarınayı bu rosto suyuna salardı… Gene etli veya gıymalı bizelya pişirdiği zaman, kalanlarla mutlaka bir pilav yapar, pilavın içinde bizelya taneleri, havuç parçacıkları ve kıyma ile domadez parçaları nefis görünürdü, hem de besleyici olurdu…

 

HERŞEY DEĞERLENDİRİLİRDİ…

Bizimkisi yoksul bir evdi ancak en fazla önem, yiyeceğe verilirdi… “Bağzından kesmeycen, kesersan doktora verin” derdi anneciğim hep ve her zaman güzel ve besleyici yemekler yapmaya çalışırdı.

Evde herşey değerlendirilirdi ve en önemlisi her zaman bol bol yiyecek stoğu yapardı anneciğim… Birinci Dünya Savaşı esnasında dünyaya gelen anneciğim, İkinci Dünya Savaşı’nı, EOKA-TMT çatışmalarını, 1963’teki iki toplumlu çatışmaları ve 1974 harbini yaşamıştı – biraz bu yüzden, biraz da tüm çocukluğu ve de genelde hayatı boyunca fakirlik içinde yaşamış olduğu için, her daim elinin altında yiyecek birşeyler olmasını isterdi.

Fakir bir çocukken, henüz miniminnacık bir çocukken çalışmak zorunda kalmıştı ki okula giderken kendi kalemini alabilsin… Bunun için Tahtagala’da evlere sokak çeşmelerinden su taşımış, birkaç kuruş kazanmıştı. Viktorya Kız Lisesi’ni bitirir bitirmez öğretmen olmuş ve kendi maaşını kazanmaya başlamıştı…

 

EMEK VERİRSENİZ DEĞERİNİ BİLİRSİNİZ…

Bir şeye emek verirseniz, değerini bilirsiniz… Bu yüzden her bir eşyanın, her bir yiyeceğin, her bir giysinin değeri vardı evimizde… Çünkü alınteriyle çalışılarak alınmıştı, ganimet değildi, havadan gelmemişti hiçbir şey… Dört bir kenarında sepet içerisinde güller ve çiçeklerin işlenmiş olduğu eski halı dökülüyor olsa da, sevgiyle süpürülür silinir ve kullanılırdı… Kapılardaki demir işçiliğinin desenlerini anneciğim kendi elcikleriyle çizmişti… Çizim yapmayı çok severdi… Kendi çocuklarının giysilerinin üstüne işlediği nakışları kendi çizerdi… Sürekli hayal ederdi, güzellikleri, incelikleri, zarif şeyleri hayal ederdi… Hayat ne kadar acımasız ve ne kadar kötü olursa olsun, her zaman bir kaçış yolu vardı anneciğimin: Hayalgücüyle güzellikler kurmak, çevresini güzelleştirmek, eski bir giysiye boncuklarla güzel bir buket çiçek işlemek veya iğne-iplik ve bir parça telle, bir demet menekşe işlemek, bir papatya, bir kaktüs… Bunları eve misafir olarak ziyarette bulunanlara armağan etmek… Hiçbir şeyi kendine saklamazdı anneciğim, mutlaka paylaşırdı… Hayatı ve yaşamayı o kadar güçlü biçimde severdi ki, bütün şamarlar onu yıkmamış, tam tersine gülümseyişiyle hayatta kalabilmeyi başarmıştı ve bu gülüşünü bize de aktarmıştı…

 

ANNEMİN ÖLÇÜ FİNCANI…

Rahmetlik anneciğimin özel bir ölçü fincanı vardı. Tam olarak “One cup” yani “Bir fincan” ölçüsünde irice, parmaklı bir desene sahip bir fincandı bu. Bir zamanlar bu fincanlar her yerde vardı fakat artık kayboldular…

Annemin ölçü fincanı çok eskiydi… Tavuksuyunu bununla ölçerdi, pirinci bununla ölçerdi pilav yapacağı zaman. Fincan o kadar eskiydi ki belki benden de yaşlı olabilirdi… Evleneceğim zaman her tarafı yemiş atmış, bu fincanın aynısından piyasada bulamamıştık. O zaman çok üzülmüştüm çünkü anneminkinin benzeri bir ölçü fincanım olmayacaktı…

 

NACİYANIM TEYZE…

İşte o zaman imdadıma yetişen rahmetlik Naciyanım Teyze olmuştu…

Naciye Teyze, akrabamızdı… Annemin ninesi ile Naciye hanımın ninesi kızkardeşti… Naciyanım Teyze de bir zamanlar öğretmendi fakat İngiliz sömürge devrinde, kadın öğretmenler evlenecek olursa, işlerine son veriliyordu. Naciyanım Teyze de evleneceği zaman işten ayrılmak zorunda kalmıştı…

Naciyanım Teyze kendi mutfağından, anneminkinin hemen hemen aynısı bir ölçü fincanı bularak bana hediye etmişti. Çok sevinmiştim…

Naciyayım Teyze’nin bu fincanını pek az kullandım – kırılmasından korktuğum için, onu saklayıp zaman zaman çıkarıp bakıyorum… Naciyanım Teyze’yi hatırlıyorum…

 

ÇOK YAKINDIK…

Naciyanım Teyze’yle çok yakındık… O kadar yakındık ki, onun benim en yakın arkadaşlarımdan birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Evi tam karşımızdaydı… Naciyanım Teyze’nin kardeşi rahmetlik Kemal Bey’in kızı Ayşe Bostancıoğlu’nun anlattığına göre, Naciyanım Teyze’nin babası Pelatusalı, annesi ise Lefkoşalıymış… Lefkoşa’da, Yenicami bölgesindeki  Deveciler Sokağı’nda dünyaya gelmiş Naciyanım Teyze… Ayşe Bostancıoğlu, şöyle anlatıyor:

“Tüm aile hep bu sokakta oturuyorlardı. Sonra İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra orayı satıp hep Çağlayan Bölgesi’ne yerleştiler… Halam Naciye Hanım, hatırladığım kadarıyla 1914 yılında doğdu. Çavuş Hüseyin eniştem Kazafanalı idi, polis çavuşu idi. Halam Naciye Hanım, öğretmenlik yaparken nişanlandı ve mesleği bıraktı…

Çağlayan’da Naciye halamın evinde çok anılarım var… Beş yıl yaşadık o evde… En çok babaannemin minik odasını severdim. Çok şirindi… Halam bana da iki antika tabak vermişti… O tabaklara her baktığımda, halamı özlemle hatırlıyorum…

Bir de sevdikleri bir Fransız dizisi vardı, annenle Naciye halam seni önlerine oturtup tercüme etmeni istiyorlardı. Sen de tercüme ederdin. Evet, o günleri çok özlüyor ve yadediyorum… Halamın bir özelliği vardı, sigarasını camlar kapalı olarak içiyordu… Nedenini sorduğumuzda, sigaranın dumanı boşa gitmesin diyordu…”

Çağlayan’daki bu ev, bizim evin tam karşısındaydı ve hem bizim sokağa, hem de bizden sonraki paralel sokağa bakan kapısı vardı – geniş bir bahçe içinde yapılmış olan bu eve ben hemen her gün giderdim, Naciyanım Teyze hayatta olduğu sürece… İşten çıktığımda ona uğrar, bazan birlikte Harman sigarası içerdik…

 

KINA AĞACI…

Ön kapının yanında devasa bir kına ağacı vardı – rahmetlik annem ne zaman mezarlığa gidecek olsak beni Naciyanım Teyze’ye yollardı, “Koş, birkaç dal kına kes da babana götürelim” derdi… Giderdim, keserdim ve bu mis kokulu çiçekleri babamın mezarına götürürdük… Naciyanım Teyze’nin evinin kerpiç olduğunu yıllar sonra öğrenip çok şaşıracaktım… Hiç kerpiç bir eve benzemiyordu – çok geniş, dört oda, bir sündürme, bir oturma odası, bir küçük odası olan, ferah bir evdi… Çatısını sanki Arnavut ustalar yapmıştı, Makedonya’ya gittiğimizde farketmiştim bu tür çatıları, çok kar yağan yerlere özgü bir çatıydı sanki… Bahçede envai çeşit ağaç ve çiçek vardı ve ayrıca bir de yardımcı ev vardı… Üç odalı, mutfağı bitişiğinde olan bu evceğizi Naciyanım Teyzeler, yıllarca kiraya veriyorlardı… Sonuçta bu ev de yıkılıp gidecekti…

 

BENİ UYUTAN KADIN…

İncecik telli saçları koyu renkti, bembeyaz bir teni, çekik gözleri vardı – sanki Orta Asya’dan gelmiş kadar çekikti gözleri… Bir zamanlar çok güzel ud çaldığı anlatılırdı ama ben onu yetişemedim…

Ben minik bir bebekken, annem beni uyutamadığı zaman beni kaptığı gibi karşı komşumuz, akrabamız Naciyanım Teyze’ye götürüp bırakırdı… Naciyanım Teyze beni iri göğsüne yaslar, kollarıyla sarar ve hemen uyuturdu… Onun kokusunu hiç unutmadım… Bebekliğimden beni büyüten, beni uyutan Naciyanım Teyze’nin çok muzip, neşeli, elma yanaklı, kırmızı yüzlü eşi Çavuş Dayı (Hüseyin Çavuş), evlatçıkları Şener abi ve İlker abi vardı…

 

ÇOK TUTUMLU BİR İNSANDI…

Bir odanın bütün duvarı silme Ses ve Hayat dergisinin kapaklarıyla kaplanmıştı – Göksel Arsoy, Türkan Şoray, Ayhan Işık resimleri vardı kapaklarda… Bu odada eskiden her evde bulunduğu gibi büyük bir büfe dururdu – büfenin aynaları vardı… Burası yemek odasıydı… Oturma odasının mermerlerinin desenlerini de hatırlıyorum – bunlar, İtalyan desenli mermerlerdi… Oturma odasında duvarda ayrıca bir zamanlar Kıbrıs’ta çok moda olan duvar halıları asılıydı… Duvar halılarının üstündeki desenler daha çok geyikler ya da dans eden kızlar olurdu… Oturma odasında ayrıca Naciyanım Teyze’nin minderleri vardı…

Naciyanım Teyze, çok tutumlu bir insandı – yokluk yıllarını yaşamış insanlarımız hep böyleydi… Kendi yün takımlarını, kendisi işlerdi… Etek ve üst işlerdi iğnede ve şişte ve bunlar çok şık takımlar olurdu – kış boyunca bu takımları giyerdi Naciyanım Teyze…

 

ÇOK GÜZEL TATAR BÖREĞİ YAPARDI…

Çok güzel tatar böreği yaptığını hatırlıyorum ve ne zaman tatar böreği yapsa, mutlaka bir tabak da bize gönderirdi… Komşuluk ilişkileri böyleydi eskiden: “Kokusu var” diye, komşunuz o yemeğin kokusunu duyup canı çekebilir diye mutlaka küçük tabaklara bir porsiyonluk yemek kurtarılır ve biz çocuklar evden eve bu üstü bir küçük tabakla kapatılmış yemekleri taşırdık. Boşalan tabaklar asla boş verilmez, içine mutlaka başka bir yemek ya da tatlı konarak geri gönderilirdi. Bu güzel geleneğimiz de yok olup gitmiş, Kıbrıs’tan silinmiş maalesef…

 

MÜZİK YAPARLARDI…

İlker abi ve Şener abi, abimin arkadaşlarıydı ve birlikte Naciyanım Teyze’nin avlusundaki yardımcı evde müzik yaptıklarını hatırlıyorum. Abim keman çalardı, İlker abi akordiyon çalardı –  aynı ekran arkadaşlarıyla toplanıp 45’lik plaklar dinlediklerini, twist oynadıklarını da hatırlarım. Ben iki-üç yaşlarında olmalıydım…

Önce Çavuş Dayı hastalanıp vefat etti – onu Karakaş apartmanının bahçesindeki poliklinikte ziyaret ettiğimizi hatırlıyorum… Yıllar sonra Naciyanım Teyze vefat etti… Bir süre İlker abi ve sevgili eşi Tünsel abla, Çağlayan’daki evde kalmaya devam ettiler. Ama sonra, İlker abi de vefat etti ve Tünsel abla, köydeki evine gitti… Şener abi zaten İstanbul’daydı… Bir zamanlar rahmetlik anneciğimle her gece ama her gece Naciyanım Teyze’yi ziyarete gittiğimiz, evimizin tam karşısındaki bu harika ev boşalmıştı… Artık müzik sesi de yoktu, yemek kokusu da… Bahçeyi otlar, çalılar bürümeye başladı… Çağlayan’daki bu evde artık hayat durmuştu – bir tek doğa hiç şaşmadan kendi temposuna göre mevsimleri yaşıyordu, sarışın kedimiz de bu bahçeyi çok seviyor, her gün ziyaret edip üstü başı diken dolu vaziyette eve dönüyordu… Kargalar, fassalar, serçeler, saksağanlar da o bahçedeydi…

 

GERİDE KALAN BİR ÖLÇÜ FİNCANI…

Geçtiğimiz yıl Şener abi de İstanbul’da vefat etti… Böylece Naciyanım Teyze’nin evlatları da göçüp gitmiş oldu… Geride gelinleri ve toruncukları kaldı… Toruncuklarından Şebnem’le zaman zaman konuşuyoruz… Naciyanım Teyze’nin fotoğraflarını bulmaya çalışınca, rahmetlik Çavuş Dayı’nın yeğeni Tuncay Özdoğanoğlu arkadaşımız bana çok yardım etti ve kendi albümünden onun resimlerini benimle paylaştı… Ona müteşekkirim… Naciyanım Teyze’den bana miras kalan tavuksuyu için bir ölçü fincanı, onun çok iyi hatırladığım kokusu, karakteri, özellikleri, bana karşı sevecenliği, sabrı… Karanlıkta, pencereler kapalı vaziyette, misafir odasında Harman sigarası içmesi… Her gece ona yaptığım kahve, döktüğüm kola, birlikte yediğimiz piskotlar… Onun tatar börekleri… Onun güzel macunları, leymonaddaları…

Onun evini her gün görüyorum ve her gün onu hatırlıyorum… Fincanını da çok iyi saklıyorum ki başına bir şey gelmesin: Ondan bana kalan tek hatıra bu ve sevgili arkadaşım Tuncay Hanım’ın bana göndermiş olduğu fotoğrafları…

DEVAM EDECEK

159912572-276811490509600-5884436984181169026-n.jpg

555-001.jpg

 

Bu yazı toplam 2033 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar