Bir fotoğraf, iki portre: Ahmet Kavaz (Cin Ahmet... Nam-ı diğer Çavuş) ve Ahmet Soyer (Amerikalı)...
Ertan İnce
Fotoğrafın sol tarafında, elinde çantası olan eniştem (teyzemin eşi) Ahmet Kavaz... Tanınmış gazeteci yazarlarımızdan, TAK’ın da kurucularından Kemal Aşık’ın kardeşidir (baba bir, anneler ayrı)... Eniştem İngilizce, Yunanca ve İtalynaca’yı gayet mükemmel konuşan birisiydi... İkinci Dünya Savaşı yılları gelip çattığında, bir çok Kıbrıslı gibi o da askere yazılır. Yolu önce Filistin ve Mısır’dan geçer. Daha sonra çavuş olarak Avrupa’ya aktarılırlar.
İtalya’da savaşa girerler ve orada kısılıp kalırlar... Oradan oraya savrulurken, o günlerde köyü İpsillat’taki yakınlarına yazdığı mektuplardaki son cümlesi herkesin dilinde dolanmaktadır... Mektubun sonunda “Açım açım, açıldı mı güllerim?” diye sormaktadır. Tabii esasta güller sadece bahane olup, aç olduğunu haykırmasıydı... Sonunda İtalya’da bir çiftlik evine kapağı atıp takma isimle orada dört yıl kalır.
Savaş sona erdikten sonra dört madalya ile Kıbrıs’a döner.
1950’li yılların ortalarında EOKA faaliyete başladığında, Mersinlik İngiliz Kampı’nda kantin çalıştırmaktadır. Orada çalıştığı günlerde bir İngiliz subayın kendisine, “Mr. Ahmet... Biz Grivas’ın nerede olduğunu çok iyi biliyoruz... Onu istediğimiz anda yakalayabiliriz. Ama şimdilik gerek duymuyoruz” demesini, bugün oldu abilerim hala anlatır.
1958 yılında Devlet Piyangosu’nun büyük ikramiyesini kazanır. Köydeki bakkal dükkanını daha da geliştirir, Bedford bir kamyoncuk alır, evin arka tarafında kuyu açar, yanına havuz inşa eder, kamyonla su taşımak için 2-3 tonluk bir depo düzeneği kurar. Lüzum ettiği müddetçe onu kamyonun arkasına yerleştirip su doldurup gerek köyde, gerekse civar köylerde ovalarda zeytinleri sulama, kerpiç kesmede kullanılan çamurların yoğrulmasında, sıcak ve susuz yaz günlerinde başka köylerden gidip içme suyu alıp evlere dağıtımını yapmak gibi işlerle uğraşırken, bostan zamanı bostan ekme biçme zamanları çiftçilikle yaşamını sürdürür. Bizler tatil dönemlerimizin yarısını köyde geçirir ve onun bu çalışmalarına da yeğenlerimle birlikte yardımcı olurduk.
1960-63 arası dönemde, özellikle yaz aylarında, bakkal dükkanına Regis dondurmalarını getiren Lefkonuklu Rumoğu’nun, Stelio Kazancıdis’in “Rambi Rambi” türküsünü arabanın miyafonunda söylete söylete gelişini hiç unutmam. Hele de bazen cömertliği tutunca, bizlere uzattığı çikolata kaplamalı dondurmalardan birer tane uzattı mı, keyfimiz doruklarda gezerdi. Gerçi o yıllarda İpsillat’ta elektrik yoktu ama eniştemin dükkanda lambasuyu ile çalışan buzdolapları vardı.
Bana ve kardeşlerime, ilkokul mezunu olunca kol saatlerimizi de o almıştı. İlkokulu bitireni elinden tutup, ahbabı da olan Mağusa’nın meşhur saatçısı Niyazi’ye götürür ve orada beğenilen İsviçre saatini alıp hediye ederdi.
İki büyük kızını da İngiliz Okulu’nda okutmak istedi ve okuttu. Nenemi (kayınvalidesi) de alıp Lefkoşa’ya götürdü. Reşadiye Sokağı’nda bir ev kiralayıp onlara göz kulak olmasını sağladı. Benim de büyüğüm olan Sarper abimin de mutlaka İngiliz Okulu’nda okumasını istedi. 1964’te ilkokulu birince onu da alıp nenemin dergahına teslim etti.
60’lı yıllarda, Türkiye’nin ilk siyasi mizah dergilerinden Akbaba’nın da abonesidir. Köye gittiğimizde bu dergileri inceler ve okurduk. 70’li yıllarda ben de bu derginin takipçisi olmuştum.
1963-68 yıllarındaki getto yaşamı, Kıbrıslıtürkler için zor yıllar oldu. Veresiyelerle işler dönmeyince, bakkal dükkanını kapattı. 1968’de ortam normalleşmeye başlayınca, üretim ve turizm geliştikçe, kamyonuyla “Kırmızı köyler”de yoğun bir şekilde çalışır, hatta o günlerde bir aya yakın, Mağusa’da bizim evde kalırdı. Bunun dışında otellerin hızla yükseldiği Maraş’ta, beton mikseri şöförlüğü de yapardı...
1974 öncesi son 2-3 yıl da Lefkonuğun mavi renkli, ahşa kasa, eski köy otomobillerinden olan otobüsün şöförlüğünü yaptı. O yıllarda, küçük oğlu Savaş’ı da, Lefkonuk’ta sanat ve lisan öğrensin diye bir demirci atölyesinde işe başlatır. Maraş’taki köy otomobillerinin durağı, Mağusa’nın solcu takımı Nea Salamina’nın sahasının yani şimdiki Dr. Fazıl Küçük Stadyumu’nun hemen yanıdır. Telli, kapalı alana gelince, hemen sola, Palm Beach’e dönüldüğünde, tam köşedeki yapı, şöför ve yolculara hizmet veren bir kahvehaneydi.
Arada velesbitimle Mağusa’dan oraya gider, eniştemin Rum şöför arkadaşlarıyla kağıt ve özellikle de tavla oyunlarını izlerdim... Deve Limanı çok yakın olduğu için ve Nisan ayında da turizm mevsimi açıldığından, eniştem Constantia Otel’in (şimdiki Palm Beach) oralara kadar yürümüş ve büyük dayım Ahmet Soyer’le (Amerikalı) karşılaşmıştı. O esnada Batı Berlin’den bir turist bu fotoğrafı çekmiş ve daha sonra büyük dayıma göndermişti...
Ve 1974 gelip çatar... 21 Temmuz 1974 günü Lefkonuk ovalarından bir birlik İpsillat’a doğru ilerlemeye başlar. Hava desteği istense de pek gelen giden olmaz. Destek gecikince, bizim İpsillatlılar, eldeki zayıf cephane ve silahla bu işin üstesinden gelinemeyeceğine kanaat edip teslim olmaya karar verirler. Kimileri elbiseleri değiştirirken, kimileri Konedra’nın (Gönendere) yolunu tutmaya hazırlanır.
Tabii ki teslim olmaya kim gidecek?
Köyün ileri gelenleri, “Be Çavuş... Lefkonuklular en iyi seni bilir, severler, sayarlar. Rumcan da çok iyi zaten... Al bu beyaz bayrağı da git söyle gendilerine teslim olacayık” derler.
Eniştem beyaz bayrağı alır, Forddigo’yu hazırlar, neredeyse yola çıkacak, hava desteği gelir. Rumlar geri çekilir, kahramanlık da geri gelir...
1988 sıcak bir Temmuz akşamında, geç saatlerde velesbidiyle kahvehaneden evine gelir... Odasına gider... Bizlerin çocukken sandalye koyup da çıkamadığımız o kocaman otantik yatağına çıkıp uzanır. Uykuya dalar... Ve bir daha uyanmaz...
AHMET SOYER (AMERİKALI)...
Fotoğrafın sağında, elinde ahtapotlar olan büyük dayım (babamın dayısı) Ahmet Soyer (Amerikalı) 1900 yılında Konedra’da (Gönendere) doğdu. Babası Konedralı Hasan Onbaşı (Gulle Hasan) 1870’li yıllarda, on yıl köyüne hiç gelmeden Rodos’ta Osmanlı askeri olarak görev yapmış, döndükten sonra da evlenmişti... Ahmet Soyer’in annesi, 1850’li yıllarda Osmanlı toprağı olan şimdiki Suriye’nin Lazkiye ile Hatay arasında kalan, Bayır Bucak Türkmen köylerinden olan İsabeyli (şimdiki adı Al İsaviyyah) köyünden bir olay nedeniyle çıkıp buralara gelen ve İspillat’ı (Sütlüce) yurt edinen, baba tarafımdan nenemin, anne tarafımdan dedemin dedesi de olan Ali’nin (Türk Ali) kızı Şerife’dir.
18 yaşında iken abisi Emir Hüseyin (Hüseyin Cahit Soyer) ile Amerika’nın yolunu tutarlar. Para suyunu çekince o Paris’te kalır. Abisi Hüseyin dayım Amerika’ya gittikten sonra ona bilet parasını gönderir ve o da Amerika’ya varır. 18 yıl Amerika’da çalışırlar. İkinci Dünya Savaşı arifesinde Kıbrıs’a dönerler...
Ahmet Soyer, 1940’lı yılların içinde Maraş’ta, Evripidu Sokağı’nda, güzel, büyük, çift haneli bir konak yapar. Üstte kendisi, altta kiracısı Rum bir aile kalmaktadır. Artık Deve Limanı (Maraş plajı) onun hayatının bir parçasıdır. Fırtına ve yağmurlu havalar dışında her gün, yaz kış, oralarda yüzer, denizi karış karış gezer, elinde bir deniz çatalı, başında çift boynuzlu deniz gözlüğüyle ahtapot yakalar, binnez gibi çeşit çeşit deniz kabukları çıkarır, onları evine götürüp temizler, cilalar ve evinin çeşitli köşelerine boy sırasına göre dizerdi. Evi mini bir deniz müzesine dönüşmüştü... Yaz kış, kısa pantolon giyer ve her yere velesbidiyle giderdi...
1963 yılı sonu geldiğinde, kara bulutlar tekrar Kıbrısımızın üzerine çöreklenir. 1964 yılı başlarında yükte hafif eşyalarını alıp suriçindeki evimize yerleşir. Birleşmiş Milletler askerleri eşliğinde her 15-20 günde bir evini kontrole giderdi. 6-7 ay bizde kaldıktan sonra Almanya’ya gider. Orada uzunca bir süre kalır. 1968 yılının getirdiği yumuşama ortamından sonra Kıbrıs’a döner ve Maraş’taki evine yerleşir... Maraş’taki ev, artık bizlerin de hayatımızın bir parçası haline gelmeye başlar.
1974 yılına kadar, hemen hemen her hafta, 15’te bir bizler, amcalarım, aile büyüğü de olduğu için sürekli ziyaretine gidip biraraya gelinir, tavla, konga masaları kurulur, fasıllar eşliğinde keykler gelir, gurabiyeler gider, muhabbet edilirdi. Turizm gelişip büydükçe, Maraş daha da turist kaynamaya başlamış, bu da özelde Mağusa’ya, genelde tüm adaya kazanım olarak yansımaya başlamıştı... Denize her gittiği gün, yeni yeni dostluklar edinirken, birçok turistin de ilgi odağı oluyordu... Bazılarını evine davet eder, deniz kolleksiyonlarını tanıtır, deniz kabularından hediye ederdi. Maraş’a gelen yabancı gazeteciler, kendisiyle röportaj eder, dergi kapaklarında fotoğrafları çıkar ve kendisine de gönderilirdi... Bu sayfadaki fotoğraf da, kendisine gönderilen fotoğraflardan bir tanesiydi...
15 Temmuz 1974 günü, her gün geldiği gibi yine evimize gelir...
“Biraz alışveriş yapıp evime gideceğim ve oradan ayrılmayacağım” der...
20 Temmuz’dan 16 Ağustos’a kadar Maraş’taki evinde kalır... Anlattığına göre üç kez polis karakoluna götürülür... Oradaki bazı fanatik EOKA’cı polisler, onu öldürmek isterler. Onu tanıyan ve sağduyu sahibi diğer Rum polisler, EOKA’cılara bu fırsatı verdirmezler. Onu her defasında evine bırakırlar. Kıbrıslırum komşuları da ona sahip çıkarlar. Ekmek ve yiyecek yardımlarını esirgemezler...
15 Ağustos akşamı asker Mağusa’ya girince, güzelim Maraş, sakinleri tarafından terkedilmiştir. Büyük dayım evdee, elektrikler de kesik olduğundan, radyo da dinleyemedği için ne olup bittiğinden haberdar değildir. 16 Ağustos mu, 17 Ağustos mu, emin değilim.. Halamın oğlu da olan komutanlardan Alpay Çıka, bir grup askerle evine gider...
“Dayıbey... Dayıbey...” diye çağırır. Onlara kapıyı açar ve kendisini alıp suriçindeki evimize getirirler... Daha sonra suriçi Afrodit Sokağı’nda küçük bir evi tadil ederek oraya yerleşir. Adına da “Küçük Ev” der. Artık tabir yerindeyse attan inip eşeğe binmiştir... Elini uzatsa, belki de tutabileceği, yıllarını verdiği, hatıralarla dolu o güzelim konak, yılanlara, farelere, çıyanlara emanettir... Ona hayat veren ve onsuz nefes dahi almakta zorlandığı deniz de artık yoktur. Çünkü zavallı Mağusalılar’a, 74’ten sonra uzun süre denizi de küstürmüşler, en yakın denize gidip yıkanmak için en az 5-6 kilometre yol katedip Bedis’e veya Kocareis’e gitmek gerekiyordu... Bu da, velesbitle her gün gidilecek bir mesafe değildi...
1985 yılında suriçinde hayata gözlerini kapatır... Bize de hatıraları kalır. Maraş trajedisini yaşamış ve hala yaşamaya devam eden Maraş sakinleri arasında yaşayan tek ve son Kıbrıslıtürk’tü...
Ve ne acıdır ki 47 yıldır defnedilmemiş bir ceset olan Maraş, insanların hasretleri, geçmişleri, acıları üzerine basa basa politikalar yaparak, Las Vegas çığlıkları atarak, ağızlarından salya akıtarak, zenginliğinden bahseden beyin özürlülerin, sözde politikacı geçinen güruhun malzemesi olmaya devam ediyor...
Ahmet Kavaz (Çavuş) ve Ahmet Soyer (Amerikalı)... Kıbrıs’ta toplumların yaşadığı acı, tatlı geçmişlerinde bir şekilde yerlerini alıp bu diyardan göçtüler... Nice gelip geçenler gibi... Yattıkları yer, nur olsun!...
Ahmet Kavaz ile Ahmet Soyer Develimanında, 1971'de...
DEVAM EDECEK