Bir fotoğraf ve Kıbrıs’tan hatıralar...
KIBRIS’TAN HATIRALAR...
Babam, annem ve benim birlikte olduğumuz sadece iki fotoğrafımız vardı... Sevgili babacığım Niyazi Uludağ'ın kalbi, rejimin ona maruz gördüğü korkunç taciz ve psikolojik teröre, yoksullaştırmaya, dışlamaya ve yalanlara dayanamayıp, 55 sene önce bugün, 3 Nisan 1966'da durmuştu... Ben henüz yedi yaşında bir çocuktum... O günden sonra öksüz bir çocuk olarak babasızlığın acısını, hayatımın her anında hissedecektim... Üstelik tacizler ve yoksullaştırma ve dışlama ile yalanlar, babam öldükten sonra da devam edecek, bu kez de annem Türkan Uludağ hedef alınacaktı... Kıbrıs'ın kuzeyindeki rejimin ailemize yönelik bu korkunç tacizleri ve bize bu topraklarda hayat hakkı tanımama girişimlerine karşın, sevgili anneciğimle birbirimize sarıldık ve yapayalnız ama birbirimizi ve doğayı, hayvanları ve çiçekleri, ağaçları ve kuşları severek, yuvacığımızda güzel bir hayat kurduk kendimize. Paramız yoktu, tacizler hep sürüyordu, hep sürecekti de ama birbirimize olan sevgimizle ve yüzümüzden hiç eksilmeyen gülümseyişimizle, düşmanlara inat bir gün daha yaşadık ve bizi bu topraklarda yok edemedi efendiler... Tacizler babam ve annemle kalmadı, bana yönelik tacizler, telefon dinlemeler, takipler, işten attırmalar, yoksullaştırmalar, bu topraklarda bana da hayat hakkı tanımama girişimleri sürdürüldü hep... Canyoldaşım Zeki Erkut'a ve onun ailesine yönelik aynı girişimleri de yaşadık - biz de canyoldaşımla birbirimize sevgiyle yaslanarak, en yoksul günlerimizde dahi birbirimize sevgiyle gülümseyerek yolumuza devam ettik, barışın yoluydu bu, dostluğun yolu, sevginin yolu... Tacizler orada da kalmadı, Denktaş'ın özel kalem müdürlüğüyle başlayan ve onun parçası olduğu rejime kalemini kullanarak isyan etmesiyle hayatını devam ettiren gazeteci Kutlu Adalı'ya sıkılan kurşunlar da hayatımızı karartmaya yönelik bir adımdı rejimin attığı... Sevgili ablam İlkay Adalı'nın eşi Kutlu Adalı, YENİDÜZEN gazetesi yazarı Kutlu Adalı, üç çocuk babası Kutlu Adalı, araştırmacı yazar Kutlu Adalı evinin önünde sokağın ortasında kurşuna dizilerek 1996'da öldürüldü, kanlar içinde cesedini hastaneye askeri bir araç götürdü... Onu "seni belediyenin çöpçüleri sokaktan toplayacak" diye tehdit edenler, en yetkili makamlara getirildi ve ablama yönelik tacizler de devam etti... Kedisi, köpeği öldürüldü, telefonlarla taciz edildi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki Adalı cinayetiyle ilgili açtığı davayı kazandığı için çeşitli yöntemlerle cezalandırılmaya çalışıldı... Sevgili anneciğim ve babacığımdan bize miras o güzel gülümsemeyle o da dayandı ve direndi, şiirleriyle, gülüşüyle, evlatçıklarıyla... Bu topraklarda bize hayat hakkı tanımak istemeyenlere karşı o da direndi...
Bu gördüğünüz fotoğraf, babamın kalbi durmadan hemen önce çekilmişti. Bu fotoğrafı hiç görmemiştim... Böyle bir fotoğrafımız olduğundan haberim de yoktu... Ta ki sevgili yeğenim Tamer Zaim, başka bir şey ararken bu fotoğrafı bulup bana gönderene kadar... Bir an kalbim durdu ve yeniden çalıştı... Sanki beni babama kavuşturmuştu sevgili Tamer... Bu fotoğraf, rahmetlik Şerif Zaim teyzemin Köşklüçiftlik'teki evinde çekilmişti... Onun bahçesinde... O ev de bende çok derin izler bıraktı... Sevgili yeğenim Tamer'e bana geçmişimden bu güzel fotoğrafı verdiği için yürekten teşekkür ediyorum...
Sevgili babacığımı, sevgili anneciğimi, eniştem Kutlu Adalı'yı, Şerif teyzeyi, Zaim enişteyi, bu evde piyano çalan, resim yapan Gülter ablayı sevgiyle anıyorum...
Bu evin olağanüstü bahçesinde güller vardı, asmalar vardı... Yaseminler vardı...
Kıbrıs'ın bütün güzelliği sanki bu bahçede toplanmıştı - yasemin kokuları içinde bu sarı taştan eve her ikindi giderdik annemle... Annem sevgili eşini kaybetmişti, rejimin hışmına uğramış bir aileydik ve gidebilecek fazlaca bir yerimiz yoktu. Evimiz bir zamanlar dolup taşarken insanlar korkudan ve "Teşkilat"ın sindirme girişimlerinden ötürü bize yaklaşamaz olmuşlar, bunun için birbir özür diliyorlardı... Kendi canlarından korkuyorlardı...
Bu yüzden Köşklüçiftlik'te Şerif Arzık Sokak'taki bu ev, bir sığınaktı... Annem kütüphanedeki işini bitirdiğinde oraya giderdik, kapıya eski Volkswagen'imizi parkederdik. Şerif teyze bize limonata ve bademli kurabiye ikram ederdi... Bazan yemeğe kalırdık ve onun mis kokulu mercimek çorbasını içerdik... Bu ev beni büyülerdi... Lavabonun üstünde mıknatıslı bir aygıtla havada duran Vinolya sabunu vardı bu evde, piyano vardı, Gülter abla ile Yalkın ablanın yaptığı yağlıboya tablolar vardı... Her ikindi vakti bu evin bahçesinde yasemin toplardım ve annem bunları bir ipliğe dizerdi... Yasemin toplarken o büyük yalnızlığımızı, dışlanmışlığımızı, sırf babam Kıbrıslırumlar'la iyi dostluklar kurduğu, "Ben kimseyi öldüremem" diyerek ve öldürmeyi reddederek "Teşkilat"a girmeyi reddettiği gerekçesiyle "hain" muamelesi yapan rejimin girişimleriyle son derece fakir bir hayat sürdürmekte olduğumuzu unuturdum... Yalkın ablanın minik kızı Şerife'yle oynardım... Salıncakta sallanırdım... Motor çalışır ve bahçe sulanırdı, toprak kokusunu içime çekerdim... Şerif teyzenin eli ayağı durmaz, durmadan üretirdi - kah bir merdivene tırmanıp asmalara çıkar ve asma yaprağı toplardı dolma yapmak için, kah satın aldığı yünlerden sarı renkli bebek battaniyeleri örerdi yeni doğum yapacak olanlar için...
Babamı özlerdim... O kadar büyük bir özlemdi ki bu, hiç dinmedi... Onun boşluğu hiç dolmadı...
Bu yüzden yıllar sonra, "kayıp"ların çocuklarını çok iyi anlayabiliyordum, neler yaşadıklarını... "İncisini Kaybeden İstiridyeler"i yazarken de bu duyguyu çok iyi bilerek, tanıyarak yazmıştım... Babanız ya da en yakınınız elinizden alınıyordu ve o boşluk asla dolmuyor, o yara asla kapanmıyordu...
Bu akşam sevgili babacığımı sevgiyle anıyorum... Bu güzel fotoğrafla anıyorum onu... Annem ve babamla birlikte çekilmiş bu üçüncü fotoğrafımız... Sevgili Tamer, dördüncü bir fotoğraf daha buldu, onu da scan edip yolladı bana ve onu da yayımlayacağım...
Babacığımın sesini hala hatırlıyorum... Havvanagila şarkısını söylemesini, gülüşünü, hastayken yasemin örnekli çarşaflarla örtülü yatakta yatıp gazeteleri okuyuşunu, büyük daktilosunun üstüne eğilip Rumca'dan Türkçe'ye veya İngilizce'den Türkçe'ye hiçbir sözlük kullanmaksızın tercüme yapışını... Ekmeği salatanın sirkeli ve ekşili suyuna batırıp "Bak eski insanlar böyle yapardı, bunu yeycen ha, bu hastalıklardan korur insanı" deyip ağzıma salata suyuna batırılmış ekmeği koyuşunu hatırlıyorum... Enver'in kahvesinde bana gül şurubu ısmarlamasını, arkadaşlarıyla Sarayönü'nde konuşmalarını, bisikletini, sigara içişini, doktora gittiğimizde annemle birlikte kuruşları sayıp doktor parasını denkleştirmeye çalışmalarını... Sık sık onu rüyamda görürdüm, bana sarılmasını isterdim ama sarılmazdı, konuşmazdı... Yıllar sonra bir kez rüyamda bana sarıldı ve ondan sonra bir daha onu rüyamda hiç görmedim... Belki de son bir defa sarıldığımız için rüyamda da olsa, rahatlamıştım, kim bilir?
Babacığım canım benim, onurumuzla yaşamaya çalıştık bu topraklarda, tıpkı senin yaptığın gibi...
Efendiler bize hayat hakkı tanımak istemeseler dahi, düşmanlarımıza inat bir gün daha direndik hep, sevgiyle kucaklayarak insanlarımızı, kedilerimizi, köpeklerimizi, çiçeklerimizi, ağaçlarımızı, doğamızı, yurdumuzun her bir karışını...
Babacığım seni özlemle ve sevgiyle anıyorum... Hep kalbimde yaşayacaksın... Hep...
BASINDAN GÜNCEL...
“Sobibor ölüm kampında bulunan künyeler, çocuk kurbanlara ait çıktı...”
Sobibor ölüm kampında bulunan künyeler, Nazilerin kurbanları arasında yaşları 5 ila 11 arasında değişen çocuklar olduğunu gösteriyor.
Ebeveynler bu künyeleri büyük ihtimalle çocuklarını tekrar bulma umuduyla yaptılar.
Polonya’daki Sobibor ölüm kampında kazı yapan arkeologlar, 2. Dünya Savaşı sırasında ölüme yollanan yaşları 5 ila 11 arasında değişen dört Amsterdamlı Yahudi çocuğun künyelerini keşfetti.
Kazının yürütülmesine yardımcı olan İsrail Eski Eserler Kurumu arkeoloğu Yoram Haimi, künyelerin çocukların doğum tarihlerini ve memleketlerini içerdiğini söylüyor.
“Künyelerin birbirlerinden oldukça farklı olması, muhtemelen organize bir çaba sonucunda üretilmemiş olduklarını kanıtlıyor.” diyor Haimi. “Çaresiz ebeveynler muhtemelen çocukların künyelerini akrabalarının İkinci Dünya Savaşı’nın kaosunda yerlerinin saptanmasını umarak hazırlamıştı.”
Çocukların öldürülmesinden 70 yıl sonra araştırmacılar, künyelerdeki bilgileri Hollanda’da bulunan Westerbork ölüm kampındaki bir anı merkezinde tutulan bilgilerle ilişkilendirebildiler.
“10 yıldır Sobibor’da kazı yapıyorum,” diyor Haimi. “En zor gün bugündü. Merkezi aradık ve onlara isimleri verdik. Telefonlarımıza gülümseyen küçük çocukların fotoğraflarını gönderdiler. Elinizde künyesini tuttuğunuz çocuklardan birinin yalnız başına öleceği Sobibor’a içi 4 ila 8 yaşında çocuklarla dolu bir trende gönderilmiş olduğunu bilmek ise dayanılmaz.”
Patrick Pester, ekibin tüm çocukların izini tren kayıtları aracılığıyla sürebildiklerini bildiriyor. Bazıları, 1.300 küçük çocuğun kamplara varır varmaz gaz odalarına gönderildiği kitle sürgünlerinde yer almıştı.
Arkeologlar 1943 yılında öldürülen 6 yaşındaki Lea Judith De La Penha’nın künyesini kampın demiryolu platformunun yakınlarında buldular. Arkeologlar kampın bir gaz odası, krematoryum ve kitle mezarlığı bulunan “öldürme bölgesinde” 6 yaşındaki Deddie Zak, 11 yaşındaki David Juda Van der Velde ve 12 yaşındaki Annie Kapper’e ait olmak üzere üç künye keşfettiler.
“Almanlar cesedini yakarken boynunda bu künye vardı.” diyor Haimi.
Birleşik Devletler Holokost Anı Müzesi’nin Holokost Ansiklopedisi’ne göre, Nazi yetkilileri Sobibor’u 1942 baharında inşa ettiler. Sobibor, Belzec ve Treblinka ile birlikte Genel Hükümet olarak bilinen Nazi işgali altındaki Avrupa’da yaşayan Yahudilerin öldürülmesini amaçlayan Operasyon Reinhard’ın bir parçası olan üçüncü ölüm kampıydı. Çoğu kamp personeli Nazilerin engelli insanları hedef alan ilk kitle katliam programı Operasyon T4’den geliyordu. Operasyon Reinhard kampları, gaz odalarını doldurmak için büyük motorlar tarafından üretilen karbon monoksidi odalara yönlendiriyordu.
Sobibor’da sürdürülen kazı ayrıca kampın 343m2 olup sekiz odadan meydana gelen gaz odasını da ortaya çıkardı.
“Bu gaz odasına her seferinde 800 ila 900 insan koyulup, tankın motoru çalıştırılıp, içerideki herkes 10 dakika içerisinde öldürülebilir.” diyor Haimi. “Bu bir ölüm fabrikası.”
İsrail’in resmi Holokost anıtı Yad Vaşem Sobibor’da öldürülen insanların sayısını 250.000 civarında olarak tahmin ediyor. Ancak Haimi gerçek sayının daha yüksek olabileceğini belirtiyor.
“Bu kampta kaç Yahudi’nin öldürüldüğünü asla bilemeyeceğiz.” diye açıklıyor Haimi. “Bunu kitle mezarlarının boyutundan söyleyebilirim, çünkü bu mezarlar kocaman. 250.000’den çok daha fazla kişi olmalı.”
Haaretz’den Ofer Adaret, Haimi’nin alandaki kazıya 2007 yılında “özel bir girişim” olarak başladığını belirtiyor. Haimi şu anda kalıntıları bulmak için Polonyalı meslektaşı Wojtek Mazurek ve diğerleri ile birlikte çalışıyor. Ekip, henüz keşfettikleri birkaç künye ile kampın bazı kurbanlarının Kuzey Afrika Yahudileri olduğunu tespit etti. Keşfedilen diğer eşyalar arasında sağcı Yahudi grup Beitar mensuplarının taktığı broş, mücevherler, anahtarlar, ayakkabılar ve kampta öldürülen kişilerin diğer şahsi eşyaları yer alıyor.
Haimi ayrıca büyük miktarlarda alkol şişeleri bulduğunu, bunların açıkça Nazilere ve diğer kamp personeline ait olduğunu belirtiyor.
Arkeologlar eşyaları kamptaki geçen yıl açılan, ancak pandemi sebebiyle şu anda kapalı olan bir müzeye verdi.
Sobibor, mahkûmların isyana kalkıştığı Ekim 1943 tarihine kadar faaliyetini sürdürdü. İsyan sırasında kampta tutulan 600 kişinin yarısı kaçtı ancak çoğu sonrasında yakalanarak öldürüldü. Yaklaşık 50 eski mahkûm hayatta kalmayı başardı.
İsyandan sonra Naziler, kaçmayı başaramayan tüm mahkûmları vurup Sobibor’u kapattılar.
(AVLAREMOZ – 5.4.2021)