1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bir ‘Gaile’ Yazısı Yazmanın Sancıları…
Bir ‘Gaile’ Yazısı Yazmanın Sancıları…

Bir ‘Gaile’ Yazısı Yazmanın Sancıları…

Daha ötesini hayal etmek ve o hayalin gerçek olabileceğini -üstelik hiç de uzak bir ihtimal değil- düşünmek ise tam bir karabasandı!

A+A-

Hakkı Yücel
[email protected]

              

                                                       ‘’Zamanla değil, bir yerde

                                                      Benim olmayan bir şeyle yaşlanıyorum.’’

                                                                                            E.Cansever.

1.

Bilgisayarın başına oturdum, Gaile Dergisi için yazımı yazacağım. Konu kafamda hazır, sıra onu yazıya dökmeye geldi. Ancak, geldi gelmesine de, daha çok edebi metinler için geçerli olsa da, zinhar ‘dilsel fiyaka’ için değil, bir yazının akıbetini belirleyenin ‘ilk cümle’ olduğu hususundaki inancım işte yine yolumu tıkıyor; öyle deniyorum böyle deniyorum olmuyor, bir türlü o cümleyi kuramıyorum. (Cioran ‘Burukluk’ kitabında mı kurmuştu kutsal ayet kıvamındaki o cümleyi: ‘’bir virgül için ölünen bir dünya düşlüyorum’’ İyi de ben hazretin bu cümlesini niye hep ‘’bir cümle için ölünen bir dünya düşlüyorum’’ diye hatırlıyorum.) Derken masanın kenarında duran cep telefonum çalıyor. Kim diye bakıyorum, kızım arıyor, neredeyse dünyanın öbür ucundan. Avuç içi kadar aygıtın ekranına, ben ki ‘teknik zekâ’ özürlüyüm, bir iki dokunuyorum, o dakika karşımda kızımın gülen yüzü beliriyor. Bir anda zaman ve mekân farklılığı ortadan kalkıyor, sanki aynı odanın içinde ikimiz karşılıklı oturmuşuz, o kadar yakın, baba-kız sohbete koyuluyoruz. Bitiminde sohbetin, her seferinde yine aynı duyguyu yaşıyor, çok uzak olmayan bir geçmişte, telefonda -bir gün cebe girecek kadar küçüleceğinin hayal bile edilemediği telefonda- böyle bir sohbetin -sohbet ne kelime, zaruri birkaç kelam etmenin bile- ne denli zor olduğunu hatırlıyor, hatırlayınca da biraz önce yaşadığım şeyi bir mucize olarak nitelendirmekten kendimi alamıyorum. Neyi mi hatırlıyorum?

 

Türkiye’de öğrenci olduğum, şehirler arası-ülkeler arası telefon konuşması yapmanın büyük azap olduğu yetmişli yılları. Aman yarabbi..! Hele bu konuşmalar postaneler gibi umuma açık yerlerde yapılıyorsaydı tam bir rezillikti. Önce operatöre yazdırırdın konuşmak istediğin numarayı ve sonra da senden önce aynı işlemleri yaptıranların arasına geçip oturarak ya da çoğunlukla olduğu gibi yer kalmamışsa bir kenarda ayakta durarak, sıranın sana gelmesini beklerdin. Bu bekleyiş, artık bir saat mi sürerdi, iki mi, üç ya da daha fazla mı, bahtınaydı. Bu arada hazır kalabalık bir araya gelmişken telaşlı adımlarla tepsisi elinde çay servisi yapan çaycı boşları alıp yerine doluları bırakır, zoraki sabrın ve öfkenin tesellisi sigaraların biri yanıp biri söner, ağızlardan ve burunlardan salınan dumanlar, hele bir de kış mevsimiyse, kapalı mekânda ağır bir sis bulutu halinde bekleyenlerin üzerine çökerdi. Nihayet numaran hazır olup da görüşme yapmak üzere sana söylenen kabine girdiğinde ise bir başka çile başlardı. Sesini karşı tarafa duyurmak için avazının çıktığı kadar bağırmak zorunda kalır, muhatabın da muhtemelen aynı dertten mustarip olacağından telefon konuşması ağızlardan köpüklerin saçıldığı adeta bir söz düellosuna dönüşürdü. Hele araya bir de görüşmenin devam edip etmeyeceğini sorup duran operatör ya da nereden geldiğini bilemediğin bir başka hattın konuşmaları girmez miydi, artık kime nasıl laf yetiştireceğini şaşırır; bir yandan “devam ediyorum”, “çekilin aradan”, “alooo” haykırışlarıyla güç bela yakaladığın görüşme fırsatını kazasız belasız tamamlamak için çırpınırken, bir yandan da eğer bu karmaşada hâlâ aklından çıkmamışsa, söylemek istediklerini bir an önce söyleyip bitirmenin telaşını yaşardın. Teknolojinin, hayatın her alanına her gün biraz daha gelişmiş etkin bir güç olarak giren ve mucizevi sonuçlar üreten varlığı göz önüne alındığında bu anlatılanlar çok eski zamanlara ait bir masal gibi.

 

2.

Evet, baş döndürücü hızda gelişmelerin hayatın her alanına damgasını vurduğu bir ‘Teknolojik Çağ’da yaşadığımız aşikâr. İnsanoğlunun hayal ettiği her şeyin bir gün gerçek olabileceği inancı yaşamda giderek daha fazla gerçekleşen somut karşılıklar buluyor. Yapılanların yapılabileceklerin henüz çok azı olduğunun bu işin uzmanları tarafından açıklanıyor olması ise bundan sonra daha neler olabileceğine dair tahminleri hayallerin ötesine taşıyacak -kimileyin endişeye de yol açacak- doğurganlığı içkin. Şimdilerde gündemi ziyadesiyle meşgul eden ‘Yapay Zekâ’ tam da bu doğurganlığın bir tezahürü. Her gün -şaşırarak- yeni bir marifetine tanık olduğumuz YZ her yerde iş bitirici ‘mucizevi’ bir güç olarak karşımıza çıkıyor. Ancak onun bu ‘mucizevi iş bitiricilik’ vasfı, aynı zamanda insanı ekarte etmek -onun yerine geçmek- ve de hatta, kimilerine göre, gün gele kontrolden çıkarak bizatihi insana yönelik ‘tehlikeli’ olmak gibi bir endişeyi de beraberinde getiriyor. Her ne kadar insan aklıyla yapay zekâ buluşmasının ‘olumlu işbirliğine’ dönüştürülmesi halinde -bu işbirliğini olumlu hale getirecek çerçevenin nasıl çizileceği ve kapsamının nasıl belirleneceği, gündemi ayrıca meşgul eden ciddi bir tartışma konusu- insanlığın geleceği açısından yararlı sonuçları olacağı görüşü geniş kesimler tarafından kabul görüyor ve bu anlamda çalışmalar sürdürülüyorsa da, YZ’nin sürekli gelişim göstererek her bakımdan insan aklının -onu başlatan, sebebi olan insan aklının- çok ötesine geçen donanıma ve uygulama gücüne sahip olması, bu endişeleri haklı çıkarmıyor da değil. Stephen Hawking 2014 tarihinde ‘’Yapay zekâ, kendisini geliştirmeyi sürdürebilir ve hatta kendisini yeniden biçimlendirebilir. Son derece yavaş bir biyolojik evrimle sınırlı olan insanlar, bu tür bir güçle yarışamaz.’’ derken sanki o günden bu endişeyi işaret ediyor. Spekülasyonlar devam ede dursun, kesin olan şu ki YZ artık her an ve her yerde ve de görev başında.

 

3.

Gaile Dergisi’nin, okurların da fark etmiş olacakları üzere, son sayısı (Sayı:511) tamamen YZ tarafından hazırlandı. Burada izlenen yöntem önceden saptanan kimi konu başlıklarının YZ’ya verilmesi ve verilen konuya dair yazının, dışarıdan hiçbir müdahalede bulunmadan, onun (YZ) tarafından yazılmasıydı. Nitekim öyle oldu ve Eylül sayısında dergide yer alan yazıların tümü, virgülüne dokunulmadan, YZ tarafından yazıldı. Üstelik sadece yazılar değil, kapak resmi -bazı önermeler doğrultusunda- yine YZ tarafından çizilirken, aynı sayıda yer alan şiir de (‘Denizin Kalbindeki Yıldız’) -bir aşk şiiri yazılması önerisi üzerine- yine onun tarafından yazıldı. Derginin bu biçimde hazırlanması kararı alınırken murat edilen, başka alanlarda olanlar bir yana, bundan sonra giderek yaygınlaşacağı ve bir problematik olarak açığa çıkacağı aşikâr olan ‘YZ-Yazı(n) -sanat- ilişkisine’ (ve de sonuçlarına) işaret etmekti. Buradan bakınca şu türden sorular kaçınılmaz olarak açığa çıkıyor: Misal, YZ’nın etki alanı ve etkin gücü kapsamında yazı(n) dünyasıyla -çok daha geniş ölçekli olarak bütün dallarıyla sanat dünyasıyla- olan ilişkisinde ortaya çıkacak eserler kime ait olacak; sunulan her türlü öneriyi (sipariş edilen mi demeli) kısa süre içerisinde somut olarak karşılayan YZ’nın mı yoksa ona bu öneriyi sunanın mı? Düşünen, hayal eden, üreten/yaratan -ayrıcalıklı- bir varlık/insan olarak sanatçı, bu serüvenine, üstün yetenekleri olan ‘teknolojik aklı’ (YZ) dâhil ettiği -yazan, çizen, besteleyen etkin bir güç olarak dâhil ettiği- zaman ortaya çıkan eserin yaratıcısı artık ne kadar kendisidir; o eser ne kadar ona aittir.  YZ denen ve başka meziyetleri yanında, ‘yazar-ressam-müzisyen’ olarak da ‘herkesin hizmetinde olma  kolay(cı)lığı ve cömertliği’ bulunan bu teknolojik aygıtla, -bilgisayarı her açtığımda ‘Chat GPT 4.0’ın yüklenmeye hazır olduğu ve hemen altında da onunla neler yapabileceğim (akademik makaleden şiire kadar) notu sürekli karşıma çıkıyor- bu meziyetleri üzerinden kurulacak ilişki, kimilerinin dillendirdikleri gibi gerçekten nitelikli ‘yeni bir yaratıcılık’ın başlangıcı mı olur, yoksa ‘herkesin kullanımına açık bu kolay(cı)lık ve cömertlik’ aksine bir ‘nitelik sorunu’ -vasatlık anlamında bir nitelik sorunu- mu yaratır? YZ/insan ilişkisinin bu anlamda çok olumlu sonuçlar doğuracağı konusunda emin olan ve bunu eni boyu gerekçelendiren kesimler olsa da, bu türden soruların akla gelmesi, çoğaltılarak sorulması kaçınılmaz olsa gerek.

 

Aşırı zorlama mıdır, bütün bu gelişmeler bana, Alman filozof Heidegger’in yirminci yüzyılın ilk yarısından başlayarak, bir bakıma varlık/varoluşsal sorununa işaret etmeye yönelik yaptığı ‘teknik düşünme’/’şiirsel düşünme’ ayrımını hatırlatıyor. Heidegger, dönem itibarıyla teknolojik gelişmelere bağlı hâkim ‘teknik/teknolojik düşünme’ biçiminin hesaplayıcı bir düşünme biçimi olduğundan söz eder ve ‘ölçülebilir/hesaplanabilir’ bu biçimin (teknik/teknolojik aklın), sınırlarını çizme ve o sınırlar içinde kalma özelliği göz önüne alındığında, son kertede bir düşünme zaafına- ‘varlığın unutulmasına varacak kadar düşünme zaafına- yol açtığını söyler. Kendi sınırları -konusu, uzmanlık alanı- içinde kalan, bir başka ifadeyle daha geniş ölçekli, bütün yerine parça -bir konu, bir uzmanlık alanı ile sınırlı bir parça- ile meşgul olmakla yetinen bu düşünme biçimi tefekkürden yoksundur. Buna karşılık ‘Şiirsel Düşünme’ biçiminde sınırlar aşılır; Heidegger’in bu düşünme biçiminde altını çizdiği esas unsur ‘dil’dir, onun metaforik yapısının kuşatıcılığı ve kapsam genişliğidir (dil düşüncenin/varlığın evidir onun sözüdür) ve de nihayet ‘sanat’tır. Bu yolla sınırlar aşılarak ‘unutulan varlık’ geri çağrılacaktır. Şimdilerde YZ ile ‘teknolojik’ (hesaplanabilir/ölçülebilir) aklın öne çıkması -her ne kadar bu aklın her geçen gün olduğundan çok daha fazlası olacağı söylense, bu kapsamda çalışmalar olsa ve sürekli daha gelişmiş modeller üretilerek yola devam ediliyorsa da - ve o aklın özellikle yazı(n)/sanatla ilişkisi ve de muhtemel sonuçlarına dair yapılan spekülasyonlar göz önüne alındığında, Heidegger’in ‘Teknik(teknolojik düşünme-şiirsel düşünme’ dikotomisini, onlara yüklediği anlamı ve de bu ilişkinin mahiyetiyle ilintili olarak açığa çıkacak zafiyetleri hatırla(t)mak abartılı mıdır, bilemiyorum. Öyle ya da değil, YZ ile ilgili bu dinamik ve bir o kadar da mucizevi sonuçlar üreten sürecin, insan hayatının her alanına ve de varoluşsal serüvenine katkılarının tartışmalara ve spekülasyonlara açık olduğunu söylemek de herhalde yanlış olmasa gerektir.

 

 

4.

Bilgisayarın başına Gaile Dergisi için yazımı yazmak üzere oturduğumda, aklımdan geçirdiğim konu, büyük başlık olarak, bunaltıcı yaz sıcaklarının ardından gelmekte olan, mevsimlerin en etkileyicisi ‘Sonbahar’dı. Hatıralar yumağı olarak geçmişin, namütenahi tahayyüller halinde geleceğin ve de gerçeklik olarak şimdide yaşanan hayatın, en çok bu mevsimde iç içe geçtiğini/eşzamanlı olduğunu (genelleme yapmadan) düşündüğümden ve dahası hissettiğimden midir -evet bu mevsimde ‘şeyler’ sadece kendileri değil kendilerinden fazlasıdır, bu bağlamda duygusal yükü ağırdır ve de onu anlatacak olan dil de o fazlalığı anlatacak doğurganlığı potansiyel olarak içkindir (şiirsel/düşünme mi)- sonbahar, Jung’tan borç alarak söyleyecek olursak ‘’dışarıya bakarken içerinin göründüğü ve düşle’ uyanıldığı; Heidegger’in ayrımıyla ‘’varoluşsal dalgınlığın’, ‘’varoluşşsal farkındalık’’ ile yer değiştirdiği, tefekkürün, iç hesaplaşmanın yoğun olduğu/olmaya aday bir mevsimdir. Evet niyetim bunları yazmaktı ama olmadı, ‘YZ hayaleti’ üzerime çöktü ve de ‘sonbahar’ yerine ‘sancılı’ bir yazı olarak kendini yazdırdı.

Şu da oldu: Son noktayı koyarken ajanslara düşen, aynı anda uzaktan patlatılan çağrı cihazları ve telsizlerle işlenen ve de katliama yol açan ‘dijital terör’ haberi, mucizeler üreten ‘teknolojik gelişmelerin/teknolojik aklın’, felaketler üreten yüzünü de apaçık ortaya koydu. Bu haberi okuduğum an, hemen yanı başımda duran, biraz önce dünyanın öbür ucundaki kızımla konuşmamı sağlayan, bu mucizeyi gerçekleştiren cep telefonunun, aynı zamanda bir bomba olabileceği düşüncesi içimi ürpertti.

Daha ötesini hayal etmek ve o hayalin gerçek olabileceğini -üstelik hiç de uzak bir ihtimal değil- düşünmek ise tam bir karabasandı!

Bu haber toplam 2318 defa okunmuştur
Gaile 512. Sayısı

Gaile 512. Sayısı