1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Bir gardiyanın 20 Temmuz hatıraları...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Bir gardiyanın 20 Temmuz hatıraları...”

A+A-

Belgin Demirel

Şimdilerde ilerleyen yaşına rağmen pırıl pırıl bir belleğe sahip, bir zamanların Kıbrıslıtürk gardiyanı Ahmet Demirel’in hatıralarını, sevgili kızı Belgin Demirel kaleme almaya devam ediyor. Belgin Demirel arkadaşımız bize, sevgili babacığının bir gardiyan olarak 20 Temmuz 1974’teki hatıralarını kaleme alıp gönderdi... Belgin Demirel’in bu çok değerli yazısını okurlarımızla paylaşıyoruz... Belgin Demirel, sevgili babası Ahmet Demirel’in ağzından hatıralarını şöyle yazıyor:

“20 Temmuz 1974’te 40-50 mahpus vardı hapishanede. Hapishane de polisin avlusunda idi. Ben o hafta gece yarısından sabaha çalışırdım. Haftalık rotalarla çalışırdık. Altı saatlik nöbetlerimiz vardı. Bir hafta sabah 06-öğlen 12, diğer hafta öğlen 12-akşam 18 gibi giderdi nöbetler.Tesadüfen ben 20 Temmuz haftasında  gece yarısından sabaha çalışıyordum. Rumlar’ın 15 Temmuz Darbesi’nde asker ve polisler alarma girmişti. Bizde öyle bir şey olmamıştı ve biz rutinimize devam etmiştik. 

 

GARA KEMAL ARIYOR...

20 Temmuz gecesi, vakitsiz bir saatte polis müdürü Gara Kemal demezsen bilinmez, Kemal Hıfzı Bey  cezaevini aradı, “Nerede müdür?” diye sordu. Ben de “Müdür henüz gelmedi” dedim. Aşağı yukarı sabah 05.00 sıraları idi. Mesai 08.00’de başlardı. Bana, “Ulaş kendisine de gelsin!” dedi. Bizim müdürümüz o dönemde Captain Kamil idi.

 

ÜÇÜ HARİÇ, BÜTÜN MAHKUMLAR SERBEST BIRAKILIYOR...

Polis Müdürü Kemal Bey  ile cezaevi müdürü Kamil Bey, 3 mahkum hariç, bütün mahkumların serbest bırakılarak, mevzilerine gitmesi konusunda direktif verdiler. Biri Mutlu isminde bir mahkumdu kalanların. Ahmet Sami Bey’in (Topcan) baldızı Servet Hocanımı öldürmüştü. Diğeri Petreli idi ve bir ay kadar önce bir köylüsünü öldürmüştü. Bir tanesi de  terbiyesiz bir hasta bakıcı idi ve hastaya tecavüz etmişti. Bu üç kişi bağışlanmadı. Bir anlamda hapishane boşalmıştı.

 

HAPİSHANEYE KIBRISLIRUM ESİRLER GETİRİLMİŞTİ...

Tarihi tam net hatırlamıyorum, o günlerde, kadın, çoluk çocuk esirler getirildi hapishaneye. Nereden getirildikleri konusunda bilgim yoktu. Ben sayısal olarak teslim alırdım, detaylı işlemleri ise görevliler yapardı. Sonra bize emir geldi, ‘eli silah tutanlar’ın dışındakiler serbest bırakılacak ve Birleşmiş Milletler’e teslim edilecekler. Bu emir üzerine ben de 10’luk gruplara ayırarak, serbest kalmalarını sağlıyordum.

 

DÖRT ÇOCUKLU BİR RUM KADIN VARDI...

Bir Rum kadının dört çocuğu vardı. Kadın, dehşet içinde, çocukları ile kendi kollarını zincir gibi birbirlerine geçirmişti. Ayrılmasınlar, aynı grupta kalsınlar diye çaba harcıyordu. Korku ve panik ile, “Öldürecekseniz hepimizi birlikte öldürün, ayırmayın bizi!” diyordu kadın. Ben de başka kişilerle grubu oluşturduktan sonra, “Hayır sizi öldürmeyeceğiz. Rahat olun! Serbest kalıyorsunuz” dedim. “Bakın, Barış Gücü oradadır, sizi teslim alacak. Öldürülmeyeceksinz, evlerinize gideceksiniz” dedim.  O kadının çocuklarından ayrılmamak için gösterdiği çaba çok etkileyici idi.

 

FARİN LAKTE...

Biraz hoppa görünen bir kadın da vardı esirler arasında. Kucağındaki bir yaşındaki çocuğu Farine Lactee istermiş dedi. Ben de bir vardiyanı çağırarak, çocuğa süt bulması için görevlendirdim. Biraz sonra  kadın, “Çocuğum sütü içmez, Farine Lactee mama ister” dedi. Ben de, “Tamam, Sampson’a haber veririm de getirir de sana veririm,” dedim. “Onlar değil mi zaten başımıza bu belayı açan?” dedi kadın. İşte böyle farklı insanlar vardı esirler arasında…

 

ERKEK ESİRLER ASKERLERDİ...

Kadın, çoluk-çocuğu serbest bıraktıktan sonra erkek esirler gelmeye başlamıştı. Askerlerdi esirler. Esirleri teslim alırken, sayı hesabı teslim alıyordum. Sayıp, daireye verirdim, işlemleri yapılsın. Baktım bir tanesi aksayarak yürür, “Doğru yürü!” dedim, “Yürüyemem,”dedi. “Niçin?” diye sorduğumda, “Sizin  askerler bizi tutukladıklarında ilk önce botlarımızı alırlar,” dedi. “Bizim botlarımız yepyeni olduğu için alıyorlar, sonra kendi botlaını  da çıkarıp,  bir yere yığıyorlar. Biz de onların arasından seçip, giymeye çalıştık, ama bizim bu garhariyalar (köpek balıkları- arkadaşlarını kastediyor) bana bir büyük bir de küçük bot bıraktılar, yürüyemiyorum.”

 

ARGACALI RUM GARDİYAN...

1963 öncesinde çok samimi olduğum Argacalı (Akçaylı) bir Rum  gardiyan, Kiryagou isimli arkadaşım da esir gelmişti. (Kiryagou, zaman içinde EOKA B’ye girmiş ve Makarios’a darbe girişiminde bulunanlar arasında yer almış, bundan dolayı mahkumiyet de yaşamıştı)... Onları ben teslim almıştım. Olağanüstü durumdan dolayı vardiya düzeni kalkmıştı. Hepimiz hapishanede yatıp, kalkıyorduk ve birbirimize yardımcı olmaktaydık.  Nöbet saati gelen, nöbetine giriyordu. Gece nöbet saatim olmadığı için, teslim alırken, beni sivil görmüştü Kiryagou. Sabah nöbetim başlayınca üniformamı ve çavuşluk rütbemi görünce, “Tebrik ederim yahu  Ahmet seni. Sigara da içmen be gavvole,” dedi. Ben de bir paket sigara satın alarak, bir vardiyan arkadaşa verdim Kiryagou’ya vermesi için. Ben prensip olarak, hiçbir surette mahkum ile veya esirle doğrudan ilişki kurup, yüzgöz olmak istemezdim. Bu yüzden sigarayı başkası aracılığı ile ona ilettim.

 

OPEL GARAJINDAN TÜRKİYE’YE...

Esirler için yerimiz olmadığı için, Opel garajında da tutulurlardı. Daha sonra gemi ile Girne’den Türkiye’ye gönderilirlerdi.   Polis, esirleri tuttuğunda, üzerlerindeki herşeyi emare olarak alır ve muhafaza eder, kaydını tutardı. Çıkışta da alınanlar geri verilirdi. Bu işlemden sorumlu bir polis, yine yaklaşık kırk kişilik bir grubun işlemlerini yaptı, üzerlerindekileri aldı, Türkiye’ye gideceklerinde de eşyaları kendilerine verildi ve Girne’ye gittiler. Ancak hava muhalefetinden dolayı gidemediler ve hapishaneye geri döndüler. Ben esirleri yine teslim aldım. Hücrelerine koydum. Biraz  fazla ses çıkarıp, rahatsızlık yapanların kapılarını kapatırdım. Bu yüzden esirler, benden çekinirlerdi.

 

SAATİNİ, PARASINI ALMIŞLAR...

Bir odanın içinde sekiz kişi vardı  ve  onların “Söyleylim”, “Söylemeylim” diyerek  aralarında konuştuklarını işittim. Rumca bildiğim için, “Neydi?” dedim. Aralarından bir tanesi Şido’da yaşıyordu. İngiltere’den gelmişti ve asker değildi, evinden esir alınmıştı. “Benim İngiltere’den gelirken gümrükten yüz liraya aldığım bir saatim vardı. Ayrıca 110 lira da param vardı. Bakın o saatin yerine bana bunu verdiler,” dedi. Kolunda tuzluk gibi ıskarta bir saat vardı. Para olarak da geri  11 lira verilmiş. “Şayet müsaaden varsa, bu saati vereyim de karşılığında kaç kahve olursa, bize o kadar kahve yapsınlar,” dedi.  Çağırdım vardiyanı, “Bunlara ne isterlerse yapın lütfen,” dedim. Biz bunları da gördük işte. Polis komutanı idi bu para ve saat değişimini  yapan; alelade kişi yapamazdı. Esir alma, harekatın ikinci aşaması süresince de devam  etti.  Esirlerin yerlerine ulaştırılmasından sonra, normal düzenimize geçtik ve mahkum almaya başladık. Suçlar genellikle ganimetçilik ve hırsızlıktı…”

ahmet-demirel.jpg
Ahmet Demirel


“Ürdün’deki halamızın kızı Meysun, 15 Temmuz darbesiyle Baf’ta kısılmıştı...”

ULUS IRKAD

Ürdün’den tatil için Lefkoşa’dan yanımıza gelen küçük yeğenimiz Meysun 15 Temmuz 1974 darbesi sırasında Baf’ta kısılmıştı. Ürdün Amman’da evlenip aile kuran küçük halamız Fatma Malik Said (Irkad-Amman’da eczacıydı) o sene de küçük kızı Meysun ile gene o zamanlar tek oğlu Tarık’ı Lefkoşa’da nenem Hatice Irkad’la (1917-1989) dedem Mustafa Irkad’ın (1915-1998-Her ikisi de Amman’da gömülüdürler) yanına göndermiş, bir tesadüf babam da o günlerde Lefkoşa’ya gidince sırf Baf’ta deniz var ve daha güzel tatil yapar diye Meysun’u babamla Baf’a göndermişlerdi.

 

HER GÜN DENİZE GİDERDİK...

Meysun’la her gün evimizden bir kilometre uzakta olan Kral Mezarları denizine giderdik. Küçük yeğenimiz gerçekten denize gitmeyi çok seviyordu ama 15 Temmuz Darbesiyle olayların öyle olmadığı ve ansızın büyük bir tehlike içine girdiğimizi farketmiştik. Hele hele savaş çıkar da Türkiye çıkarma yaparsa bu küçük kızın güvenliğini nasıl sağlayacaktık? Onu da bırakın artık babadan en küçük oğula kadar herkes mevzilere çağrılmışken (Evde 14 yaşındaki küçük kardeşimiz Hamza da mevzideydi) Meysun artık kendisiyle ilgilenecek abileri evde olmadığı için bayağı yaramazlığa da vuracaktı işi.  En küçük kardeşler Ömer (12) ve Ahmet (9) de olmasına rağmen onlar Meysun’un yaramazlıklarına çare olamıyorlardı çünkü onlar da küçüktü. Hele hele artık iç savaş sırasında Makarioscularla ELDİK, RMMO ve EOKA B’cilerin arasındaki çatışmalar sınıra kadar gelmiş, hemen yaklaşık bir kilometre ötede hücumbotların ve topların da işe karıştığı bir iç savaş meydana geliyordu.

 

KÜÇÜK KIZIMIZ KORKUYORDU...

Küçük kızımız bomba sesleri arasında hem korkuyor, hem  ağlıyor, bunun yanında gittik sonra huysuzlaşıyordu da. Hele hele evimizin bölgenin karakolu haline geldiği ve tehlikeli bir pozisyonda olmamız da başka bir sorundu.

Bu olayı da aktarmadan edemeyeceğim çünkü o gün ayrı bir heyecan ve korku atlatmıştık : Bu arada 16 Temmuz öğle saatlerinde hemen karşımızdaki Posta Dairesi ve de Bandabuliyodaki (Çarşıdaki) Kıbrıslırum polis karakolu arasında, Baf Rum Posta Dairesi önüne bir araba birkaç sandık getirip yolun içine bırakmış ve hızla orasını terketmişti.

 

SANDIKLARIN İÇİNDE KALAŞNİKOFLAR...

Yunan Ordusu’nun Baf’a girmesine bir gün vardı. Baf takım komutanlarından Alçın Volkan cesareti ile ün salmış bir abimizdi. Bu sandıkları gidip almaya karar vermişti ama arada da gene yaklaşık beş altı yüz metrelik bir mesafe vardı. Önce yanına Rahmetli Ramadan Zade’yi de almaya karar vermişti (Ramadan Zade abimiz de bayağı çevik ve hareketli bir gençti, mücahit eriydi) ama daha sonra Ramadan Zade evli olup çocukları olduğu için Ramadan Zade’yi bu görevden muaf tutmuştu. Hiç olmazsa kendi vurulursa evli değildi ve çocukları da yoktu. Alçın abi çok cesaretli bir şekilde bu sandıkları gidip aldı ama geriye dönerken gene bir kalaşnikofla ona ateş ettiler. Buna rağmen Alçın Volkan geriye sandıklarla dönmüştü. Sandıkların içinde kalaşnikoflar ve dinamit lokumlarıyla mayınlar bulunmaktaydı hatırladığım kadarıyla.

 

KÜÇÜK MEYSUN LEFKOŞA’YA DÖNÜYOR...

Gelelim Ürdünlü yeğenim küçük kızımız Meysun’a. Artık Baf Rum tarafı düşüp de Cunta birlikleri Baf’ta kontrol kazanınca tüm Kıbrıs’ta yolların açılacağı bildirilmişti. Rahmetli babam Hüseyin Irkad yanımıza emanet olarak gelen ve tabİi ki güvenliği açısından oldukça tehlikeli bir durum

içinde olan küçük kızımız Meysun’u Baf taksi şöförü ve darbe öncesinde hergün Lefkoşa’ya gidip gelen rahmetli Ramadan Şöför’le anlaşıp Meysunumuzu 18 Temmuz 1974, Perşembe günü aldı ve sağsalim Lefkoşa’ya götürdü ve nenemlere bıraktı. Halamın üçüncü çocuğu Tarık da bu sırada gene onların yanındaydı.

 

“BÜYÜK BİR SAVAŞ ÇIKACAK...”

Babam Meysun’u Lefkoşa’ya götürüp bırakınca akşama eve vardığında anneme şunları söylemişti; çok iyi hatırlıyorum;

“Aysel yol boyunca manzaraları izledim. Lefkoşa’daki mücahit teyekkuzunun adeta bir çıkarmaya hazırlık olduğunu sezinledim. Büyük bir savaş çıkacak, darbe Türkiye’ye müdahale fırsatı tanıdı sanırım. Kıbrıs allak bullak, belli ki bir savaşa doğru gidiliyor. Türkiye buraya müdahale edecek. Meysun’u annemlere götürmekle ne kadar iyi yaptığımı şimdi anladım. Birkaç gün içinde çok büyük olaylar olacak, Allah hepimizi korusun...”

Bu yazı toplam 2457 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar