1. HABERLER

  2. KÜLTÜR & SANAT

  3. 'Bir Hınç Ve Şiddet Tarihi' üzerine
'Bir Hınç Ve Şiddet Tarihi' üzerine

'Bir Hınç Ve Şiddet Tarihi' üzerine

Kıbrıs sorunuyla ilgili 'Bir Hınç ve Şiddet Tarihi' isimli kitap Niyazi Kızılyürek'in usta araştırmacı yönünü bir kez daha gösteren geniş kapsamlı zengin bir araştırma.

A+A-

Kıbrıs sorunuyla ilgili 'Bir Hınç ve Şiddet Tarihi' isimli kitap Niyazi Kızılyürek'in usta araştırmacı yönünü bir kez daha gösteren geniş kapsamlı zengin bir araştırma. Yaklaşık 700 sayfa tutan, konuyla ilgili İngilizce, Rumca, Türkçe 303 kitabı, 17 dergiyi, 30 gazeteyi ve doğrudan kendisinin ulaştığı İngiliz arşivlerindeki 97 belgeyi tarayarak hazırladığı bu yapıt Kıbrıs sorunuyla ilgili bugüne değin gördüğüm en geniş kapsamlı çalışma…

Cenk Mutluyakalı’nın ‘Bir başyapıt’ nitelemesine katılmamak elde değil.

Resmi tarihi allak bullak eden bu kitap, Kıbrıs’ta yaşayan iki toplumun yaşadıkları trajediyi; yeraltı ve yerüstü örgütleriyle, koloni idaresinin ve anavatanlarının karışmalarıyla yıllar boyunca sürdürdükleri ‘statü kavgası ve etnik çatışmayı’ anlatıyor.

İstanbul Bilgi Üniversitesi yayını olarak basılan kitap, yayın tekniği açısından da çok iyi hazırlanmış. Sayfa üzerine iki sütun olarak dizilmiş, belgelerin ve tanık söylemlerinin farklı renkle gölgelendirildiği çok sağlam olarak ciltlenmiş, albenili bir ürün...

Kitabın sonunda ayrı ayrı; isimlerin, yerlerin ve olayların dizinleri var.

Bu değerli yapıtta beni en çok etkileyen belgelerden örnekler vermeden önce olumsuz olarak nitelediğim yanlarından da söz etmek istiyorum.                                                                               


Farklı boyutlar karanlıkta kalıyor
 

Bu çalışmanın -belki de her araştırmada rastlanabilecek- bir zayıflığı var. Yazar ışığı, savunduğu tezi kanıtlayacak belgeler üzerine odaklıyor...

Görebilmeniz için tuttuğu ışığın bir santimetre ötesinde, konuya farklı boyutlar getirebilecek bir başka gerçek karanlıkta kalıyor...

Kitabın isminden de anlaşılacağı gibi yazar Kıbrıs sorununu, iki toplumun biribirine karşı duyduğu hınca, biri birine karşı yürüttüğü statü kavgasına bağlıyor. Ve bu konuda gerçekten hem sayısal hem de niteliksel olarak çok çarpıcı belgeler sunuyor... Koloni yönetiminin iki toplumun arasını açacak, onları çatıştıracak uygulamalarından da söz ediyor… Eksik olan- belki bir başka araştırmanın konusu olabilecek -1960’daki ‘bağımsızlıktan’ hemen sonar başlayarak,1970’ten sonra yoğunlaşarak süren, batılı ülkelerin karışmalarını gösterecek- belgeler...

Makarios’un Bağlantısız Ülkeler Topluluğu’nun kurucuları arasında olduğunu, ülkesindeki sol güçlerin de desteğini alarak dünya sorunlarında Batı’nın hiç sevmediği bu örgütle birlikte hareket ettiğini gösteren, sosyalist ülkelerle çok iyi ilişkiler kurduğu için NATO’nun tepkisini aldığını, “Akdeniz’de bir Küba, bir Kastro” istenmediği için bu konuda önlemler alınması gerektiğini gösteren belgelerin hiçbiri yok…

1974 darbesiyle ilgili Yunanistan dışında suçlanan bir başka ülke yok.

“Kötü yürekli Kessinger” var suçlanan bir de, ABD’nin o dönemdeki dışişleri bakanı.

Kızılyürek’in olayları anlatırken kullandığı bazı nitelemeleri de beğenmediğimi söylemeliyim.

70’li yılların başında, halkının yüzde 97’sinin oyunu alan bir lidere ve onun bağlaşığı olan sol güçlere karşı faşist Yunan Cuntası’nın yönlendirdiği bombalamaları, cinayetleri ve bu girişimlerde birkaç faşist katilin polis kurşunuyla ölmesini; demokrat ve sol görüşlü kişilerin darbeye karşı direnirken can vermelerini ‘Makarios-Grivas çatışması’, “Sol ve sağ arasındaki kan davası” olarak niteleyebiliyor örneğin…

Önemli anı belgeler
Birkaç olumsuz noktayı bir kenara bırakarak, profesyonel araştırmacıları bile kıskandıracak zenginlikteki bu yapıtı okumanızı, kitaplığınızda bulundurmanızı salık verirken, kitaptaki beğendiğim iki anı belgeyi sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Babam Hrisdodulos Stavru ile amcam Petros Stavru Gönyeli’de öldürüldüklerinde ben iki yaşındaydım. Annem 28 yaşında idi ve beş çocukla dul kalmıştı. Biz bu trajik olayın sonuçlarını yaşayanlardanız. Ve bu katliamdan daha vahim bir durumdur. Babamız öldürüldü ve annemiz tek başına beş çocuğu büyütmek zorunda kaldı. Bu çok zor bir durumdur. Tecrübemiz bize şunu göstermiştir ki bu türden olaylar bir daha asla yaşanmamalıdır. Komşu komşusuyla, köylü köylüsüyle karşı karşıya gelmemelidir. Her türlü ırkçılığa yabancı düşmanlığına karşı çıkmak gerekiyor. Etnik nefretin bedelini suçsuz insanlar ödüyor. Biz bunu Kıbrıs’ta yaşadık. Her evden ya bir kişi ölmüştür, ya da kaybolmuştur. Bunu hem Kıbrıslı Rumlar, hem de Kıbrıslı Türkler yaşadı. Bütün çabamız, bu türden olayların bir daha tekrarlanmaması, kadınların dul, çocukların öksüz kalmaması yönünde olmalıdır. Büyüdüğüm ortam, babamın Türkler tarafından öldürmüş olması vs. elbette Kıbrıslı Türklere karşı nefret duygularını kışkırtan bir olaydı. Fakat insan büyüdükçe farklı düşünüyor.  Karşımda gördüğüm bir Kıbrıslı Türkü neden öldüreyim ki… Neden?

1974’de askerdim, Lefkoşa’da Aykasiyanos Bölgesinde görev yapıyordum. Keskin nişancıydım. Türk tarafında 5-6 Kıbrıslı Türkün bir dozerle mevzi kazdığını gördüm. Nişan alıp birisini vurabilirdim fakat birden bire kafamda soru işaretleri oluştu. Neden öldüreyim ki, vuracağım kişinin kim olduğunu, örneğin kaç çocuğu olduğunu biliyor muydum? Bunları düşününce silahımı dozere doğrulttum ve dozerin tekerine ateş ettim. Nefretle bir yere varamayız. Ölülere yapılacak en iyi tören barış ortamı yaratmaktır. Önemli ve zor olan budur. Nefret yaratmak kolaydır. Barış yapmak ise zahmetli bir iştir. Kuşaktan kuşağa çalışmayı gerektirir. Eski nefretler ve düşmanlıklar yerini diyaloğa bırakmalıdır…”

...............

 

“Böyle baktığında muhakkak bir şeyler vardı. Sordum. Hiç tereddüt etmedi belli ki görev için seçilen bendim. ‘Türk haberler bürosuna bomba atılacak’ dedi. (…) ‘içerilerde biri varsa, ölürse’ diyecek oldum, ‘olmayacak, haberleri var’ diyerek lafı ağzıma tıkadı. Tekrar ederek ve tane tane söyleyerek ‘haberleri var ve bomba bugün en geç bu akşam atılmalı. Çünkü bomba atılacak diye bu akşam orda olmayacaklar.’ (…) Bomba atmak adam vurmaktan çok daha kolaydı. ‘Bomba nerede’ dedim. ‘Yapacağız’ dedi. (…) bombayı Rumlar attı sanılsın diye borunun açık olan ağzından borunun içine Rumca gazete parçaları koyduk (…) Bomba hazır. (…) Birisi beni Türk Haberler bürosuna götürüp bomba attıktan sonra da hemen kaçması lazımdı. (…) Bu arabalı birisi olmalıydı. Asso Pik (Maça Birli) gibi  ikimizin de aklına Alpay (Delikurt) geldi. (…) Telefonla çağırdık. Hızır gibi geldi. Ne çocuktu yahu? Milleti için gözünü budaktan sakınmayan çakı gibi bir delikanlı idi. Anlattık. (…) Anlaştık… Bombayı Alpay’la ikimiz atacaktık. Alpay sadece arabayı sürecek ben müşteri gibi arkada oturacak ve ben kapıyı açıp bombayı fırlatıp kaçacaktık. (…) Çok yavaş gidiyorduk, sigarayı yaktım. O zaman çok sigara içerdim. Çoktandır içmiyorum… Bombanın fitilinin ucunu ciletle hafif yardım. Yarılmış fitilin içindeki barutun düşmemesi için yardığım fitilin ucunu iki parmağımla bastırdım. Hedefe tahminen 20 metre kala arabanın kapısını azacık açıp araladım. Tahminen 5 metre kala sigara ile fitili ateşledim. Fitil fısıltı ve dumanlar çıkararak yanmaya başladı. (…) Gındırık olan kapıyı ayağımla itip dışarı çıktım. Demir parmaklıklı bahçe kapısından binanın ön avlusuna girdim. Önünde birkaç basamakla çıkılabilen düz bir yer, teras vardı. Binanın ana giriş kapısına oradan varılıyordu. (…) basamaklardan çıkmadan, güllecilerin gülle attıkları gibi bana gavur ölüsü gibi ağır gelen bombayı omzumla takviye ederek o kapının bulunduğu eşiğe savurdum. (…) Bu hayatımda attığım ilk bombaydı. Hemen koşarak arabaya atladım. Alpay’ın gıkı çıkmıyor beni seyrediyordu. Arabaya bindiğimi görünce anında Lefkoşa’ya doğru gazladı. Biz evimize gidip yattık. O akşam ve ertesi günler bütün Türk basını Rumlara veryansın ediyordu. Halk galeyan ve infial içindeydi. Birçok yerde karşılıklı münferit veya topluca çatışmalar başlamıştı.”

 

Bu haber toplam 5663 defa okunmuştur