Bir ‘İdeal’ ve ‘Gerçek’ Olarak: Ekim Devrimi..
Özetle yanıt, devrimin gerçekleşmesi yolunda işçi sınıfını ve onun ideolojisini temsil eden ‘parti’nin gerekliliğidir
Hakkı Yücel
[email protected]
I.
Walter Benjamin’in “Tarih Üzerine Tezler”inde geçer. Fransız Devrimi esnasında, çatışmaların başladığı günün akşamı birbirlerinden habersiz olarak aynı anda ortak bir eylem gerçekleşir. Paris’in birçok mahallesinde saat kulelerine ateş açılır ve saatler imha edilir (“Son Bakışta Aşk”. Walter Benjamin. Yay. Haz: N.Gürbilek. Metis Yayınları). Kendiliğinden gerçekleşen bu eylem, devrimin ruhunu ve mantığını sembolize etmesi nedeniyle sıradan olmanın ötesinde bir anlam içermektedir. Şundan; tarihin sürekliliğinin parçalandığı andır devrim ve söz konusu eylemle, radikal değişimleri içeren yeni bir döneme geçildiği ve artık o yeni dönemin (devrimin) takviminin işlemeye başladığı ima edilmektedir. Yoksul halkın katılımıyla kitlesel bir harekete dönüşen, kilisenin egemenliğinin kırılıp mutlak monarşinin yıkılarak yerine cumhuriyetin kurulduğu, dahası siyasal-toplumsal-kültürel sonuçları sadece Fransa’yla sınırlı kalmayan, başta kıta Avrupası olmak üzere dünya ölçeğinde ilham kaynağı olacak kertede önem taşıyan tarihsel bir kopuş/kırılmadır Fransız Devrimi ve bu yüzden insanlık tarihinde yeni bir çağın başlangıcıdır.
Şimdiden sonra, yeni bir sosyal sınıf olarak burjuvazi, yeni bir ideoloji olarak milliyetçilik ve siyasal yapı olarak ulus-devletleşme süreci güç ve hız kazanacak; aynı zamanda ‘devrim’, tarihin ileriye doğru akan bir gelişim serüveni olduğu inancıyla mücehhez aydınlanma dönemi çocuklarının entelektüel düzlemde yoğun biçimde tartıştıkları bir ‘kavram’ olduğu kadar, kitleleri ayağa kaldıracak ‘yeni toplumsal hareketlerin’ itici gücü olarak da insanlığın macerasında yerini alacaktır. Bu kadarla da sınırlı kalmayacak, başlayan ‘devrim’ sürecinin devamı da gelecektir. 19.yüzyıl ortasında sanayi kapitalizminin gelişmesiyle birlikte Marxizm’in yeni tarih yorumu, düşünce sistematiği ve ekonomi-politik eleştirisinin sahne alması, bu kez “sosyalist devrim” tartışmalarını ve bunu hedefleyen toplumsal hareketleri öne çıkaracaktır. Bundan sonradır ki, ilk baskısı 1848 yılında yapılan “Komünist Manifesto”da, “toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir” tespitinde bulunan ve devrimin büyük hedefi sınıfsız/sömürüsüz bir dünyanın inşası yolunda “Dünyanın bütün işçileri birleşin!” çağrısı yapan Marx, bu yeni dünyanın kurucu devrimci öznesi olarak “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan” İşçi Sınıfı’nı işaret edecektir. Aynı yılda kısa süreli olsalar da yine önce Fransa’da başlayarak sonrasında Avrupa’nın başka ülkelerine de yayılan, belirleyici aktör olarak İşçi Sınıfı’nın ön aldığı ‘İşçi/Köylü Ayaklanmaları” ve 1871’de kısa bir iktidar deneyimi de yaşayan ‘Paris Komünü’, Fransız Devrimi’nden itibaren (ona ‘devrimler tarihinde’ başat rol atfetmekle beraber, öncesinde yaşanan Amerika -bağımsızlık- ve İngiltere -Sanayi Devrimi- örneklerini de hatırlayarak) çağa damgasını vuran ‘devrim süreci’nin yeni (sol/sosyalist) tezahürleri olarak tarihteki yerlerini alacaklardır.
İçinde bulunduğumuz yıl 100. yıldönümü idrak edilen ‘1917 Ekim Devrimi’i, işte bu sürecin 20.yüzyıla taşan, Çarlık Rusya’sında gerçekleşip sonrasında daha da genişleyen yeni bir sistem olarak somut bir gerçeklik halinde seksen küsür yıl hayat bulan sosyalist örneğidir. Yerleşik dünyanın çehresini değiştiren, ‘ezilenlerin kurtuluşu’ adına güçlü bir ‘umut’ ve ilham kaynağı olan, ancak 1991 yılında dağılarak tarih sahnesinden çekilen bu örnek, hem somut bir gerçeklik ve deneyim olarak, hem de dramatik sonuçları itibarıyla, insanlık tarihinde ve de asıl bu hikâyenin kendisi olan Sol’un tarihinde önemli bir yer teşkil eder. 100. yıldönümü vesilesiyle başta Sol olmak üzere, evrensel ölçekte hemen her kesimde yeniden konuşuluyor ve tartışılıyor olması bu yüzden. Bu yazının sınırlı kapsamı içinde yapılmaya çalışılacak olan ise, çoğunlukla ideolojik aidiyetlerinden hareketle toptan karalama/aklama ikileminden birine sıkışan yaklaşımların dışında, Ekim Devrimi’ne, ‘devrim’in düşünce/ideoloji, tahayyül ve hareket olarak idealizasyonu ile, kurum ve statü olarak realizasyonu arasındaki gerilimli/sorunlu ilişkiye, düşünce tarihinin temel ontolojik problematiği ‘varlık-oluş’ ilişkisi (‘aşkın-içkin’ ilişkisi) üzerinden bakmak, kimi notlar düşmektir.
II.
Önce tarihe yolculuğa biraz daha devam edelim. Ekim Devrimi’ne gelirken Avrupa, siyasal-toplumsal atmosferinin mahiyeti itibarıyla, Marx’ın “üzerinde bir hayalet dolaşıyor: komünizm hayaleti” cümlesiyle tarif ettiği, sol eksenli düşünce/ideoloji tartışma ve örgütlenmelerin yoğunlaştığı, toplumsal-siyasal gerilimlerin ve buna bağlı hareketlenmelerin arttığı, devrim(ler)e gebe bir coğrafyadır. Marx’tan okumaya devam edersek, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişerek hâkim olduğu ve sanayileşmenin hız kazandığı kıta Avrupasında, üretimin yoğunlaşması beraberinde sosyal yoğunlaşmayı da getirerek niceliksel olarak aynı yoğunlukta bir ‘İşçi Sınıfı’ yaratmıştır. Feodalizimden radikal kopuşu gerçekleştiren burjuva demokratik devriminin başlangıçtaki ‘devrimci’ sınıfı burjuvazinin, konsolide oldukça tutuculaşan ve acımasız bir sömürü düzenine dönüşen yeni dönemin efendiliğine soyunmasıyla ortadan kalkan devrimci misyonu, şimdiden sonra sistemin mağdurları ve mazlumları olan İşçi Sınıfı’na geçecektir. Bu misyonuyla yeni devrimci sınıf, tüm ezilenlerin kurtuluşunu gerçekleştirecek, sınıfsız/sömürüsüz dünyayı kuracak temel aktördür. Devrimin nesnel koşullarının -kapitalist üretim ilişkileri, işçi sınıfının varlığı vb.- en fazla olgunlaştığı coğrafyanın Avrupa olması devrimin buradan -başta İngiltere, sonra kıta Avrupası- başlayacağı öngörüsünü öne çıkaracak, ekonomik-felsefi teorik çerçevesi ve çizdiği yol haritasıyla Marxizm, bu devrimci aktörün ve hareketin vazgeçilmez ideolojik rehberi olacaktır.
Avrupada tablo bu iken, bu tabloya tam oturmayan Çarlık Rusyası ise aynı dönemde -henüz gelişmemiş kapitalist üretim ilişkileri, İşçi Sınıfı’nın cılız varlığı- bir yandan otokratik yönetimin ağır baskısı ve bu baskı altında ezilen toplumsal kesimlerin başkaldırı hareketlerinin ivme kazanması, diğer yandan buna Rus aydın ve entelektüellerinin ideolojik/politik yoğun katkılarının da eklemlenmesiyle, öngörülmeyen ‘devrim’in ayak seslerinin giderek daha çok duyulmaya başladığı bir toplumsal-siyasal iklime doğru sürüklenmektedir. Büyük soru bu gerilimli ortamı ‘devrim’e dönüştürmek için ‘ne yapılması’ gerektiğidir. Bu soruyu ise Lenin soracak , “Ne yapılmalı?” başlığı altında kitaplaştırdığı yazılarında sorunun yanıtını verecektir. Özetle yanıt, devrimin gerçekleşmesi yolunda işçi sınıfını ve onun ideolojisini temsil eden ‘parti’nin gerekliliğidir .’Çelik disiplinli’ bu parti iradi yönlendirici bir güç olarak sürecin eksiklerini tamamlayacak, ‘devrim’de öncü rol oynayacaktır. Hikâyesi çalkantılı ve bir o kadar da kahırlı bu süreç, 1905 Şubat Devrimi deneyimini de yaşadıktan sonra Ekim 1917’de Çarın devrilmesi ve iktidarın sovyetlere geçmesiyle hedefine ulaşacak, aynı anda başlayan ‘karşı-devrim’ hareketlerinin bastırılmalarının ve iç savaş ortamının güç koşullarının aşılmasının ardından, 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kurulmasıyla, bir bakıma devrim rüştünü ispat ederek yirminci yüzyıla damgasını vuracaktır.
Sosyalist Ekim Devrimi’yle tarihte bir ilk gerçekleşmiş olmaktadır. Çarlık rejimi yıkılmış, yerini ezilenlerin/yoksulların iktidarı almıştır. Bu durum devrimin coğrafyasında olduğu kadar aynı ideallere gönül verenlerin bulunduğu her yerde büyük coşku ve umut yaratmıştır. Şimdi devrimin ülkesinde devrimin idealleri gerçekleşmektedir. Bu doğrultuda toprak rejiminden başlayarak, siyasal-ekonomik radikal değişimleri ve gelişmeleri içeren adımlar atılmaktadır. Bir diğer ifadeyle ‘devrimin idealleri’, adım adım “devrimin gerçekleri’ne dönüşmektedir. Ne var ki başlangıç itibarıyla geniş kesimleri kucaklayan ve ezilenler adına somut kazanımlar sağlayan bu coşkulu buluşma, giderek sancılı bir serüven izleyecek ve yirminci yüzyılın sonuna giderken tarih sahnesinden silinecektir. Burada, tekil bir örnek olarak Ekim Devrimi’ni başından sonuna irdelemenin imkânsızlığını teslim ederek, devrimin/yeni rejimin siyasal-ideolojik anlayış ve uygulamalarının düşünsel arka planını teşkil ettiğine inandığım daha genel bir meseleden söz ederek devam etmek istiyorum. O mesele de şudur: Felsefe/düşünce tarihinin ontolojik düzlemde temel problematiği olan ‘varlık-oluş’ (ya da varlık’ın aşkınlığından, oluş’un içkinliğinden hareketle söylenecek olursa ‘aşkın-içkin’) ilişkisi.
III.
Antikçağdan başlayarak günümüze gelene kadar felsefe/düşünce tarihine damgasını vuran ikili bir ayrımlaşma olduğunu söylemek mümkün. Bir yanda en çok “aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız” özdeyişiyle bilinen, “evrenin temelindeki ilkenin değişme ve oluş” olduğuna vurgu yapan Herakleitos ve ardılları; diğer yanda ise “varlığın var olduğunu... onun hakikatle birlikte bulunduğunu” ifade eden, “oluşu hakikatin veya varlığın mutlak hareketsizliğinde donduran” Parmenides ve ardılları (Bkz:”Deleuze: Yaşamla İlişkisinde Felsefe ve Edebiyat. Hakan Çörekçioğlu. Minör Yayınları). Felsefe tarihinin bu temel problematiği aynı zamanda epistemolojik tartışmaları da beraberinde getirir ve bu bağlamda söz konusu ayrışmayı derinleştirenler kadar, uzlaştırma çabası içinde olan felsefecilerin çalışmalarıyla kapsamlı bir külliyat oluşur. Yaşama “oluş perspektifi” temelli bakmakla, “varlık perspektifi” temelli bakmak diye özetlenebilecek bu ayrımlaşmada; “oluş perspektifi” yaşamı, her alanda ona ‘içkin’ dinamizmi/değişimi/farkı/çokluğu esas alan bir ‘oluş süreci’ olarak anla(mlandırı)rken; ‘varlık perspektifi” yaşamı mutlak sabiteler üzerinden, bir başka ifadeyle yaşamı ona ‘aşkın’ kıldığı mutlak sabiteler (değişmez tözler, özdeşlikler) üzerinden anla(mlandır)mak esaslıdır. Daha da özetlemek gerekirse “oluş perspektifi” ‘içkin’, ‘varlık perspektifi’ ‘aşkın’ olandır.
Buradan Ekim Devrimi’ne dönersek, ‘idealler toplamı’ olan devrim tahayyülü ve düşüncesinin, ‘gerçek/hakikat’ olarak devrim’e dönüşürken ve sonrasında yaşadığı sürecin çıkmaza doğru sürüklenmesini ve nihayet dramatik bir biçimde son bulmasını, ‘varlık-oluş’ dikotomisi üzerinden ‘okumak’ ve değerlendirmek, çözümleyici bir karşılık buluyor. Görünen o ki bu süreçte, gerek içerden, gerekse dışardan devrime/yeni rejime yönelik tehditlerin de katkılarıyla, onu korumak, kök salmasını ve sürekliliğini sağlamak öncelikli hedef haline geliyor. Bir başka ifadeyle ‘sistem merkezli’ (sistemi önceleyen, insanı ona tabi kılan) politik/ideolojik bir anlayış giderek hâkim kılınıyor. Bu anlayış, bir yandan tehdit algısını sürekli yeniden üretip buradan meşruiyetini ve konsolidasyonunu sağlarken, bir yandan da ideolojik sınırlarını ve kapsamını değişmez sabitelerle belirlediği sistemi/rejimi, mutlaklık atfettiği bu sabiteler üzerinden adeta kutsallaştırıyor ve statik bir varlık haline dönüştürüyor. Rejime/sisteme giydirilen bu kutsiyet kılıfı ise hem onu, hem onu koruyanları/iktidarı dokunulmaz kılıyor, bu kutsal varlığı korumak adına neredeyse her yol mübah sayılıyor, rejime/sisteme veya iktidara yönelik en küçük eleştiri onu yok etme/ ihanet olarak kabul ediliyor. Rejim/sistem, sürekliliğini pekiştirecek dinamik bir ‘oluş süreci’ olarak yaşanmak yerine, kendi üstüne kapanan, statik, bu biçimde korunması gereken mutlak bir ‘varlık’ kertesine indirgeniyor. Ve nihayet rejimin/sistemin ‘aşkın’ kılanan statik varlığı, yaşama ‘içkin’ olan akışkan dinamiklerin değişim talepleri karşısında daha fazla direnemeyerek dağılıyor.
Gerçekleştiğinde dünyanın çehresini değiştiren Ekim Devrimi, sosyalist sisteme dönüşen somut bir gerçeklik olarak yaşayıp tarih sahnesinden çekilirken de dünyanın çehresini değiştirecek bir etki yaratacaktır. Bugün 100 yaşında olan Devrim’in ardında bıraktığı miras ise, dünyayı daha âdil, daha eşlitlikçi, daha özgürlükçü, daha huzurlu kılma arayış ve çabası içinde olanların dersler çıkaracakları tarihsel bir deneyim olarak önlerinde durmaktadır.