1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Bir İnsan: Kutlu Adalı” başlıklı kitap Rumca’ya çevrilip yayımlandı…
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Bir İnsan: Kutlu Adalı” başlıklı kitap Rumca’ya çevrilip yayımlandı…

A+A-

6 Temmuz 1996’da evinin önünde “faili meçhul” siyasi bir cinayetle öldürülen gazetemiz YENİDÜZEN’in yazarlarından Kutlu Adalı’ya ilişkin “Bir İnsan: Kutlu Adalı” başlıklı kitap, Türkçe’den Rumca’ya çevrilerek yayımlandı.

Kıbrıslırum yazar Hristos Hacıbaba tarafından kendi yayınevinden Rumca olarak basılan kitabın başlığı “Gerçek bir Kıbrıslı: Kutlu Adalı” olarak sunuluyor…

İlkay Adalı ve Sevgül Uludağ tarafından kaleme alınmış olan kitabın Türkçe’den Rumca’ya çevirisini şair-yazar Hristos Hacıbaba ve şair-yazar İbrahim Aziz gerçekleştirdi.

Kitabın kapak tasarımını ise ressam ve grafik sanatçısı Sofia Hacıbaba gerçekleştirdi.

Kitapta, Kutlu Adalı’ya ilişkin Sevgül Uludağ’ın Kutlu Adalı’nın eşi şair İlkay Adalı’yla yaptığı ve gazetemiz YENİDÜZEN’de yayımlanan geniş bir röportaj, Kutlu Adalı’nın öldürülmesine gerekçe yapılan YENİDÜZEN’de yazmış olduğu bazı makalaleleri ve şiirleri yer alıyor.

Kitabın tanıtım gecesi, Kutlu Adalı’nın öldürülmüş olduğu 6 Temmuz 1996’nın 22nci yıldönümünde 5 Temmuz 2018 akşamı Kıbrıslırum Gazeteciler Birliği ESK binasında yapılacak. Kitabın tanıtım etkinliğine ilişkin daha ayrıntılı bilgi, önümüzdeki haftalarda açıklanacak.

 


BASINDAN GÜNCEL…

“Aidiyetsizlik…”

Dani Albukrek

Aidiyet hissi, bir topluma veya belli bir yere karşı duyulabilir ve birbirini tanımaksızın milyonlarca insan bu duygu bağıyla bağlanabilir. Bir insanın bir yeri evi ya da memleketi görmesi, oraya ait hissetmesi aidiyet duygusunun bir parçasıdır. Ancak bazı durumlarda insan kendini hiçbir yere ait hissedemez ve nerede olursa olsun kendini bir parça yabancı görür. İlk evim ve mahallemden, ilk gittiğim okuldan ve ilk tanıştığım insanlardan yani aile dışı sosyal hayata girmemden itibaren tanıştığım antisemitizm, beni yaşadığım topluma hep bir parça yabancı hissettirdi ve yaşadığım topraklara aidiyetimi sorgulattırdı.

Düzgün sayılacak bir mahallede oturmama, özel bir okula gönderilmeme rağmen ayrımcılıkla çok küçük yaşta tanıştım. Ailem tarafından dinimi güvenmediğim insanlara açık etmemem, gerekirse adımı değiştirerek söylemem öğütlendi. Cemaatimin kurumlarına, ibadethaneme giderken, polislere, korumalara alıştım ve bu anormal durumu, cemaatimin tüm diğer üyeleri gibi normal saydım. Buna rağmen hep vatanım olarak bildiğim topraklara kendimi ait hissetmeye çalıştım. Kendimi yaşadığım toplumun bir parçası saydım, aynı acıya ağlayıp aynı fıkraya gülmenin, aynı rakıyı içip aynı balığı yemenin  millet denilen gruba ait olabilmek için yeterli olduğunu varsaydım. Bana küçük yaşımdan “kendini Türk hisseden herkesin Türk olacağı” öğretilmişti. Bu nedenle kendimi “Türk Yahudisi” olarak niteledim.  Aynı iyimserlikle öğrendiğim yazılı tarihte, birkaç tatsız olay dışında Yahudilerin bu ülkede hep rahat yaşadıkları, “hoşgörülmüş?!” oldukları ve diğer azınlıklara göre hep “Türklere” daha yakın durdukları söyleniyordu. Sanırım ilk soru işaretleri burada başladı. Hoşgörmek, yapılan bir hata veya eksikliği mazur görmekse, benim seçim hakkı tanınmadan mensubu olduğum dini grup ve bu grubun insanları neden hoşgörülüyordu? Yahudilerin bu topraklarda yüzyıllardır yaşıyor olması bu ülkede eşit yurttaş olmak için neden yetmiyordu da Yahudiler diğer azınlıklarla beraber bitmez tükenmez bir “samimiyet testi”nden geçiriliyor ve “sadık” sayılıyordu. Pek çok kişi için bir övgü niteliği taşıyabilecek bu sadık lafı aslında bizi ayrıştırmaktan ve uslu durduğumuz için bizi “övmekten” başka bir anlam taşımıyordu. Sadece bir asır önce on katını telaffuz ettiğimiz imparatorluk dahilindeki Yahudi nüfusu çeşitli bezdirmelerle 10.000’e kadar düşmüş her geçen gün de azalmaya devam ediyordu. Bu dramatik düşüşün nedeni neydi? Yahudilerin “Kayades”i bozduğu sayılı anlardan olan Elza Niyego olayındaki gibi haklarını bu ülkede savunamayacaklarını görmeleri, “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyasıyla anadillerinin onlara yasaklanması, ya da mülkiyet edinme haklarının Varlık Vergisi’yle gasp edilmesi bunun nedenleri olabilir miydi? Günümüzde gün gittikçe yok olan azınlıklara polislik, askerlik, milletvekilliği gibi pek çok meslek için kapılar “teorik” olarak olmasa da “pratik” olarak kapalı. Tarihte azınlıkların birkaç istisna dışında sahip olamadığı bu meslekler daha küçük yaştan “önümüzün kesileceği”ni bildiğimiz için vazgeçtiğimiz (vazgeçirildiğimiz) alanlar. Üstelik, üniversitelerde, ticarette ve hayatın her alanında bu ayrımcılık fazlasıyla kendine yer buluyor, insanlar bu ülkede gayrimenkul bulundurmaya, mal satıp almaya korkar hale gelmiş durumda. Belki çok karamsar bir tablo ama bu gerçekler, genç nüfusun çoğunluğunun eğitimlerini doğdukları yerde devam ettirmelerini engelliyor, toplumun her kesiminden gün geçtikçe artan bir göç dalgasına sebebiyet veriyor.

Günümüzde her gün her saat karşılaşabileceğimiz sosyal medyadaki antisemit yorumlar, İsrail-Gazze geriliminin neredeyse her safhasında cemaat kurumlarına, okulumuza, sinagoglarımıza gelen tehditler veya en basitinden adımızın “ilginçliğini” açıklamaya çalışırken bile türlü türlü senaryolar kurmamız Yahudilerin ne kadar güvende hissettiğinin ve hissedebileceğinin bir kanıtı. Devletin, vatandaşları arasında ayrım yapmaksızın her kesime ulaştırması gereken temel haklar, maalesef sağlam bir zeminde durmuyor. Bu güvensizlik, benliğimde hissettiğim aidiyetsizliğin başlangıcını teşkil ediyor. Bir topluma ait olmanın insanın kimliğinin her parçasını katmadan gerçekleşebileceğine kesinlikle inanmıyorum. Kendimi inatla beni kabul etmeyen kendisinden görmeyen bir topluma zorla kabul ettirmeye çalışıyormuş gibi hissediyorum. Oysa tuttuğum takımdan, dinlediğim müziğe, içtiğim içkiden, izlediğim filme kadar beni ben yapan her şey doğduğum ülkenin ve toplumun izlerini taşıyor. Gittiğim bir esnaf lokantasında, terzide, bakkalda ismimi değiştirerek çok rahat sohbet edebiliyor, kendimle karşımdaki arasında yüzlerce ortak nokta bulabiliyorum.  Bu gerçekler hangi ülkeye gidersem gideyim içimde bir parça yalnızlık taşımama, eksik hissetmeme, özlememe neden oluyor. Fakat aynı gün bir teknik direktörün, bir siyasetçinin ya da bir şarkıcının akıl almaz antisemitik düşüncelerini okuduğumda ne olduğumu şaşırıyorum. Maalesef ki Türkiye’nin mevcut durumu beni içinden çıkılmaz bir sıkışmışlığa, kimlik arayışına ve aidiyetsizliğe sevkediyor. Eşit yurttaşlığı, kardeşliği, din temelli toplum düzenini reddetmeyi vaadeden Cumhuriyete olan inancım Trakya Olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları ve daha birçok sayabileceğim devlet eliyle yapılan, örgütlenen veya desteklenen hadiseyi okudukça kayboluyor. Belki çoğumuz içinde bulunduğumuz kaymak tabakada, günlük hayatımızda bu sıkıntıları hissetmiyoruz ancak, her gün karşılaşmamamız bu sorunun varolmadığı anlamına gelmiyor.

Bitirirken, ırk bazlı milliyetçiliğin çağ ve mantık dışılığını savunan bir Türk vatandaşı olarak, bu topraklarda yaşayan her kimsenin etnik veya dini arkaplanı sorgulanmaksızın kendini doğduğu topraklara ait hissedebilmesini temenni ediyorum. Adı Türk veya ne olursa olsun bu topraklarda yaşayan herkes bir üst kimlikte buluşabilmeli, onu koruyabilmeli ve ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı sözleri, aklından ve dilinden çıkarabilmeli. Bu aidiyetsizlik ve kimlik arayışını; yaş, ekonomik statü veya din farketmeden Türkiye topraklarında yaşayan her ayrıştırılmışın bir nebze de olsa paylaştığına inanıyorum. Çoğunluklar ve yönetim organları da bu sıkıntıyı kendi sıkıntılarıymış gibi sahiplendiği, farklılıkları zenginlik saydığı gün; umarım ben ve benim gibi düşünenler kendi topraklarına, koşulsuz şartsız ait hissedebilecekler.

(AVLAREMOZ - Dani Albukrek – 2.5.2018)

Bu yazı toplam 2607 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar