1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. ‘Bir kez kıyıldık oğul, bir kez daha mı kıyılacağız?’
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

‘Bir kez kıyıldık oğul, bir kez daha mı kıyılacağız?’

A+A-

 

Sibel Yerdeniz

“1915’te de zor üzerinden Suriye’ye sürüldük. Şimdi geri mi gideceğiz, bu kez Suriye’den Türkiye’ye? Bir kez kıyıldık oğul, bir kez daha mı kıyılacağız?”
Aris Nalcı 2012 yılında, Suriyeli bir Ermeni gazeteci dostunun, ailesinde yaşça büyük olanlarının ona böyle sorduklarını, yazmıştı.
24 Nisan “Benim milletim soykırım yapmaz. Müslümanların tarihinde soykırım olmamıştır. Soykırım değil, zorunlu tehcir…” günü yaklaşıyor.
Neredeyse bir asır olacak.
Soykırım değil, tehcir. Zorunlu göç. O günün koşulları öyle gerektiriyordu. Milletimizi ve topraklarımızı korumak için önlem almalıydık. Mecburduk.
Tamam, bir milyondan fazla insan ölmüş olabilir. Ama kader. Ölümün olağanüstü hasat yaptığı yıllardı… Bunda, bizim payımıza düşen bir şey yok.
Yıllar sonra Suriye için de duyacağız buna benzer sözleri, hiç şüpheniz olmasın.
“Biz sadece sınırlarımızı açtık, silahları verdik, bombaları taşıdık, azmettirdik, eğittik, koruduk, kolladık …” bile diyemeyecekler.
“Biz yapmadık. Tek kurşun dahi atmadık. Tetiği çeken eller bizimkiler değildi” diyecekler. Büyük bir soğukkanlılıkla ve yüzleri kızarmadan.
“Sarin’i kullanan eller kimindi?” sorusunda geldiğimiz yer “Sarin, herhangi bir yerde üretilebilecek bir şey değil. Ne Türkiye’nin ne de muhaliflerin bunu yapabilecek kapasitesi yok, o yüzden yapmış olamazlar,” avuntusu ise; bizi rahatsız eden şey, eğer kapasiteleri olsaydı üretmekte de, kullanmakta da bir an bile tereddüt etmeyeceklerine dair o kahredici şüphemiz, endişemizdi belki de.
Hem ‘sarin’ ile yapmadığımızı varsayarak rahatladığımız, neyi ‘yapamamış’ olabiliriz ki ‘iki bin tır malzeme’ ile?
21 Mart’ta Kesab’da evleri, El-Nusra çeteleri tarafından ‘ganimet (enfal) operasyonu’ ile işgal edilen Ermeni halkından geriye kalanlar da, -çoğu evlerini terk edemeyecek kadar yaşlı ve hasta olduğu için- Antakya’daki, Vakıflı Ermeni Köyü’ne getirildi, biliyorsunuz.
Malum, ‘gavur’ların canı da, malı da Müslümanlara helâl.  Bu gerçek yüzyıllardır hiç değişmedi:
“Maliye Bakanı Ferid, Osman Ağa’yı ‘Halkı soyuyorsun!’ diye azarladı. Osman Ağa şu cevabı verdi:
‘Beyefendi evet para topluyorum, fakat bir Müslümanın bir habbesini almamışımdır. Aldığım hep gavur malıdır. Türküm, Müslümanım. Evet dini, gavurlardan kurtarmak için çalışıyorum… Onların paralarını, canlarını almak helaldir…’
Yanıma çağırıp oturttum:
‘Ağa! Sen Ferid Bey’e bakma! Yaptığın tamamiyle doğrudur. Haklısın, vatana büyük hizmetler etmişsin. Bildiğin yolda devam et, taş üstünde taş bırakma’ dedim.
‘Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum’ dedi.
‘Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler’ dedim.
‘Sahi öyle yapalım. Bu kadarını akıl edemedim’ dedi…”
Dr. Rıza Nur ‘Hayat ve Hatıratım’ adlı eserinde, Doğu Karadeniz’deki etnik ‘temizliği’ (1912-1923 ) himayesindeki eşkiya çetesiyle birlikte gerçekleştiren Topal Osman ile aralarında geçen diyaloğu böyle anlatıyor.
“Mustafa Kemal’in artık yanıbaşında olan Topal Osman‘ın 47. Gönüllü Alayı, Mart 1921′de patlak veren Koçgiri Kürt isyanını bastırırken öyle zalimane davranır ki, Meclis’te büyük tartışmalar yaşanır. Kendi anlattığına göre sadece isyancı Kürtleri değil, Suşehri, Koyulhisar, Reşadiye, Niksar ve Erbaa’daki Ermeni ve Rumları da öte dünyaya havale etmiştir. Birliği ile oradan Sakarya Meydan Savaşı’na katılmak üzere yola çıkarken giderayak Merzifon’un kalan Rum ve Ermeni ahalisini de katleder…” * (Ayşe Hür, Radikal)
“Benim milletim soykırım yapmaz. Müslümanların tarihinde soykırım olmamıştır,” sözleri size rahatlatıyorsa ne alâ.
Ama gerçeklerle yüzleşebilme cesaretiniz varsa, çok da uzağa bakmayın. Bir asır sonra geldiğimiz yere, bugüne bakın, kafi:
“Bu silahlar kimi öldürecek; Müslümanları mı, Hristiyanları mı? Vebal altındayım…”
Vebal altındayız evet. Türkiye’de yaşayan halklar olarak her şeyden önce ‘Ermeni meselesi’nde vebal altındayız.
Bu ülkede, barışçı ve adaletli bir toplumda yaşamayı hayal eden herkes için, Ermeni meselesi ‘büyük bir imkân” olarak bir asırdır önümüzde duruyor. Gözlerimizi kaçırmadan bakabilirsek eğer.
Kesab’da yaşananlardan sonra Türkiye Dışişleri yetkilileri: “Türkiye’nin El Nusra ve diğer İslami gruplarla mücadele halinde olduğunu, savaşan grupların kontrolünü sağlamanın mümkün olmadığını… Türkiye’den iltica talebinde bulunabilecek Suriyeli Ermeniler için de, Mardin’deki iki bin kapasiteli mülteci kampının hazır olduğunu…” belirtmişler.
Hakikaten ibretlik ifadeler.  Neresinden bakarsanız bakın.
Böylesi bir yüce gönüllülükle, hazır kollarını açmışken ‘Ermeni Emval Metrukesi’ konusuna da bir el atarlar mı acaba?
İsmail Beşikçi, yıllardır bıkıp usanmadan sorar:
“Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Anadolu’da, İstanbul’da, Kürt coğrafyasında 1.5 milyon civarında Ermeni yaşıyordu. O zaman genel nüfus 11-12 milyon civarındaydı. Bugün Türkiye’nin nüfusu 70 milyonu aşmış, 60 bin civarında Ermeni’nin yaşadığı belirtiliyor. Onlar da İstanbul’da toplanmış. Geriye kalan Ermenilere ne oldu? 1915′de yaşama geçirilen soykırımdan sonra, pek çok taşınmaz mal ortada kaldı. Ermenilerden kalan tarlalar, evler, dükkanlar, ambarlar, atelyeler, mandıralar, zeytinlikler, vs. ne oldu? Ermeni malları, bugün, hangi ailelerin zenginliğinin temel kaynağı olmuş?..
“1915’in günümüze uzanan sonucu tam da burasıdır: Türk burjuvazisinin sermayesinin kökeni. Tapu kayıtlarında üstünkörü yapılacak bir araştırma dahi sermayenin kökenindeki kanı ve gözyaşını göz önüne serecektir…” ** diyor Sait Çetinoğlu.
1915 cankırımından güç bela kurtulan az sayıdaki Ermeni’nin çocukları ve torunları bu sefer de sürüldükleri Suriye’de kıyım ve imha tehlikesiyle karşı karşıya.
Agos’da Karin Karakaşlı, Kesab’lı anaokulu öğretmeni Dzovinar Sulyan ile Vakıflı’da yaptığı söyleşiyi şöyle aktarıyor:
“Ölümü her an tenimizde hissettik günlerce. Çeçen, Libyalı, Mağripli, Mısırlı, Vahabi karışıktılar. Kesab’daki evde üst kattan bulup getirdikleri ne kadar Meryem Ana heykeli ve haç varsa gelip önümüzde yerde paramparça ettiler. Günler sonra Kesab’daki o Katolik Kilisesi’ne doğru, sokaklara baktım ki ortalıktan ne bir kuş kalmış, ne de bir kedi. Ağaçlar desen, hep kapkara…”
Gözünü hırsla silip bana bakıyor bir an. ”Okula bakamadım. Karanlıktı, göremedim hiç. Çocuklar hâlâ rüyama giriyor.”
Başını eğiyor sonra. Kucağına doğru fısıldıyor:
“Tanrım, neredeydin acaba?”
Savaşın yakıp yıktığı, darmadağın ettiği hayalet şehirlerden, kasaba ve köylerden yalnızca biri Kesab.
Sokaklarında çocuk kahkahaları, kuş cıvıltıları, köpekler ve kediler; bahçelerinde elma, zeytin, nar, portakal ve mandalina ağaçları artık yok.
İstanbul Film Festivali kapsamında gösterime giren filmlerden biri de Zaza Urushadze’nin yazıp-yönettiği  2013 tarihli bir ‘savaş’ filmi: Mandalina Bahçesi / Mandarıınıd.
“1992 yılında Gürcü-Abhaz Savaşı’nın gölgesinde geçen bir dram” açıklaması sizi ürkütmesin. Çok az sayıda film, insanı ‘Mandalina Bahçesi’nde olduğu gibi yüreğinden yakalar. Çok az film kahramanı size, bu denli çıplaklığı ile gerçeği; hayatın her şeye rağmen yaşanmaya değer bir yer olduğunu, hissettirir. ‘İvo’ da öyle.
Söyleyebileceğim, festivalde ya da başka bir yerde, ne yapıp edip izleyin.
Halen politik mülteci olarak Almanya’da yaşayan, Diyarbakır’lı bir Kürt arkadaşımın anlattıklarını hatırladım filmi izlediğimde:
“Babam, cesur bir adamdı. Korucu olmayı kabul etmediği için 90’lı yıllarda çok baskı gördük. Koskoca bir aşirettik, yine de elimiz kolumuz bağlıydı. Babamlar beş erkek kardeşti ama amcalarımdan üçü ‘koruculuk yapmaya’ direndikleri için öldürülmüşlerdi. Sonuçta köyümüzü terk etmek zorunda kaldık. Onca ev bark, toprak, hayvan telef oldu gitti.
Köyden ayrılırken, kamyonda, dedemin kucağında oturuyordum. ‘İşte bunlar hep vebal…’ dedi bana. O zamanlar ne demek istediğini anlamamıştım. Çocuktum.
Sonradan babam anlattı:
‘Deden iyi huylu, merhametli bir adam ama onun babası çok zalimmiş. Çok eskiden bizim oralarda Ermeni-Süryani halkı da yaşarmış. Hıristiyanlar o zamanlar ticaret erbabı oldukları için toprakları da çokmuş.
1915’de asker gelmiş dedelerimizle oturup anlaşmış, onlara silah vermiş. İşte ondan  sonrası hıristiyanlar için tufan…
Dedenin en yakın arkadaşı Süryani bir oğlanmış. İkisi de sekiz-dokuz yaşlarında. Ortalık karıştığında nenem onları ağıla saklamış. ‘Çocuğu bırak kalsın!” demiş dedeme ama dinletememiş. Dışarıda kıyamet kopmuş. Ağılın kapısını kırıp girdiklerinde çocuk altına etmiş korkudan. Deden o günleri ne zaman anlatsa sesi titrerdi…”
Seksen yıl sonra ‘o tufan’ bizim için gelmişti, aynı köye.
Hiç unutmuyorum, biz ayrılmadan bir gün önce köyün meydanına iki tane gerilla ölüsü getirdi askerler. Gencecik oğlanlar. İbret alalım diye. Tanınmayacak haldeydiler. Yirmili yaşlarında bir asker bıçağını çekti ve birinin kulağını kesti. Sonra diğerine yöneldi.
Babam korkusuz bir adam, dayanamadı: ‘N’apıyorsun?!’
Asker, yerdeki ölüyü ayağıyla itekledi: ‘Bunlar terörist!’
Babam: ‘Artık değiller…’
Başlarındaki komutan babamın üstüne yürüdü: “Ne diyorsun anlamadım?”
‘Daha önce her ne iseler artık yalnızca ölüler… Onu diyorum!’  dedi babam.
Sonra arkasını döndü ve gitti.
Ertesi gün sabaha karşı, bir kaç parça eşyamızı kamyona yükleyip, sahip olduğumuz diğer her şeyi geride bırakarak ayrıldık köyümüzden…”
Mandalina Bahçesi’de İvo ve Ahmet arasında geçiyor benzer bir diyalog:
“Yani oğlunu Gürcüler mi öldürdü?”
“Evet, ama ne fark eder ki?”
“Nasıl yani? Oğlunun mezarının yanına bir Gürcü gömdün!”
“Ahmed… fark eder mi?”
“…”
“Cevap ver!”
“Hayır, fark etmez…”

* http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=5480
** Ermeni Emval-i Metrukeleri Üzerine - Sait Çetinoğlu Birikim (2009)
“Mandarıınıd” (17 Nisan 21.30 Beyoğlu, 18 Nisan 11.00 Feriye, 19 Nisan 13.30 Atlas 3)
(T24 – Sibel YERDENİZ – 17.4.2014)

Bu yazı toplam 2365 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar