Bir Kibrit Kutusu Beyaz Peynir
Bir Kibrit Kutusu Beyaz Peynir
Simge Çerkezoğlu
Nehir Demirel henüz çok genç, 1988 doğumlu ama zeki ve yetenekli. Ünlü şair Filiz Naldöven’nin kızı. Anlaşılan armut tam da dibine düştü ve çocukluğu sanatçılar arasında geçen küçük kız büyüyünce de kendini sanatla iç içe buldu. Aslında yıllar önceden çizilen yolu ‘Bir Kibrit Kutusu Beyaz Peynir’le bizimle de kesişmiş oldu.
Filiz Naldöven’nin kızı olmak neleri beraberinde getiriyor?
Filiz Naldöven’nin kızı olmak hem zorlukları hem de kolaylıkları beraberinde getiriyor. Mesleğim dolayısı ile çok ortak yönümüz var ama aklımda hep şu soru var; Ondan aldığım bilginin hakkını verecek miyim? Onun istikrarlı ve kararlı duruşunu sürdürebilecek miyim? Benim gözümde sanatsal anlamda da dünya çapında bir şair. Ben de bir gün onun gibi, onun kadar başarılı olur muyum diye düşünürüm. Sanırım çok az insan bunu başarabilir. Tabii onun kızı olmanın kolay yanları da var; Çocukluğumdan bu yana sanatçılar arasında büyüdüm. Bir anlamda entelektüel ortamların içine doğdum. Onlar hep annemin çevresiydi. Bir diğer nokta da iyi bir anne kız ilişkimizin oluşu, arkadaş gibiyiz. Sanatsal anlamda da bu benim için güzel bir avantaj. Bazen ikimiz birlikte çalışırız bazen ortaya çıkardıklarımızı birbirimize danışırız. Bu güzel bir duygudur, hele de annemin benim fikrimi sorması beni çok mutlu eder.
İLK OYUN
Biraz da oyundan bahsedelim “Bir Kibrit Kutusu Beyaz Peynir” ilk kaleme aldığın ve yönettiğin oyun mu?
Aslında bu bitirdiğim ilk oyun. Farklı konu ve üsluplarda yazmaya başladığım ama henüz üzerinde çok çalışmadığım oyunlarım da var ancak sahnelenmesi açısından ilk oyunum.
Oyunda hikâye diyet yapmak üzerinden anlatılıyor ancak özünde sistemi ve hayatı eleştirirken ödediğimiz diyetleri anlatıyor. Böyle bir oyun yazma fikri nasıl oluştu?
Bu oyunun tohumları yıllar önceden atıldı. Aslında çoğumuz diyet yapmışızdır ve o diyetlerde listenin başında sabah öğünü için ilk yazan hep bir kibrit kutusu kadar beyaz peynirdir. Çok klişeleşmiş bir ifadedir bu. Bir gün Ankara’da bir arkadaşımda kalırken buzdolabının üstünde onun diyet listesini gördüm. O listedeki ilk ifade de buydu. Ben de diyet yapmıştım benim listemde de ilk karşıma çıkan aynı ifadeydi. O zamandan bu konu yazılır diye düşünüp ufak ufak notlar almaya başladım. Nasıl yazılır kimler oynar diye düşündüm. 2013 yazında ise konu yeniden gündeme geldi. Hemen hızla oyunu bitirdim ve şimdi sahneleniyor.
HANGİSİ KOLAY?
Başkasının yazdığı bir şeyi sahneye taşımak mı zor yoksa kendi oyununu mu?
İkisi birbirinden çok farklı. Daha önce “Savaş İkinci Perdede Çıkacak” oyununa yönetmenlik yaptım. Şimdi ise ilk kez kendi yazdığım oyunun yönetmeniyim. İkisi çok farklı. Oyun size ait olmadığında metni alınır ve ilk yönetmen tarafından okunur. Yönetmen zihninde belli şeyleri tasarlar, metne biraz da uzaktan bakar. Ardından sahneye aktarır. Oysa yazar ben olunca bende tohumlanan metnin sahnede de tamamen zihnimdeki gibi vücut bulmasını beklerim. Uzaklaşamam. Aylarca o karakterlerle yaşamışımdır. Kelimeler sözcükler her şey bana aittir. Yazarken zaten zihnimde her şeyi kurgularım, bu nedenle sahneye taşımak daha bir zor oluyor. Ama güzel bir tecrübe tabii… Böylece yazarları da daha iyi anlıyorum.
Oyuna dair “Ruhsal dengesizlikten ve mutsuzluktan kurtulmak için sadece fiziksel olanı değiştirme çabasındayız” ifadesini kullanıyorsun. Etrafına baktığın zaman da gördüğün bu mu?
Çoğunlukla öyle. Aslında bir de şöyle enteresan bir durum var. Bu ruhsal dengesizlik ve mutsuzluğu kendinden memnuniyetsizlik halini de beraberinde getiriyor. Bunu değiştirmek için hep dış görünüşle ya da satın almakla uğraşılıyor. Evler, arabalar, kıyafetler… Bütün bunları yaratan aslında kapitalist sistemdir. Başta sizde kötü, çirkin, mutsuz ve memnuniyetsiz bir ruh hali yaratıyor. Daha sonra da ancak benim sunduklarımı aldığın takdirde mutlu olabilir, bu duygulardan kurtulabilirsin diyor. Kapitalizmin de meselesi bu zaten. Bizler de tüm bu sistemin uygulayıcısı oluyoruz. Yine de mutsuzuz. Tüketiyoruz, tükettikçe paramız bitiyor ve yine de mutlu olmuyoruz.
“MUTSUZLAŞAN İNSANLAR”
Acaba bunu ne zaman fark edeceğiz? Oyunda vermek istediği mesaj anlaşılıyor mu?
Ben aslında bunun bir döngü olduğunu düşünüyorum, hatta oyunun sonunda da bu mesajı vermeye çalışıyorum. Sonuçta bu çarkı biz döndürüyoruz. Sadece zaman değişiyor, isimler, projeler farklılaşıyor. Oyun da bunu anlatıyor, mesele de bundan ibaret. Kendi içinde iyi çalışan bir sistem olmakla birlikte biran önce bundan kurtulmamız gerekiyor. Giderek yalnızlaşan ve mutsuzlaşan insanlara dönüşüyoruz. Herkes daha zayıf ve daha güzel olursa daha mutlu olacağına inanıyor, oysa durum sadece yapay algıdan ibaret. Aslında beslenme, cerrahi ya da psikiyatri insanları iyileştirmek için var olan alanlar ancak artık hepsi bu yoldan çıktı. Tamamen sistemin eline geçti ve istenildiği gibi de kullanılmakta… Günümüzün en üzücü tarafı da bu zaten.
Sanırım bu noktada bizim olaylara nasıl baktığımız önemli?
Tabii sizin olaylara nasıl baktığınız, hayatı nasıl algıladığınız ve yeteneklerinizi ne kadar ortaya koyduğunuza bağlı. Sisteme teslim olmamanız, ne kadar az tükettiğiniz ile alakalı ancak bu şekilde bazı şeyleri engelleyebiliriz. İşin özü budur ve çocukluktan öğretilmeli. Her şeyden önce insanların kendini sevmesi gerekiyor. Temel mesele oradan çıkıyor. Oyunda da dile getirildiği gibi “herkes bizi sevsin istedik” ama bunun için hep yanlış yöntemleri denedik.