1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Bir Milyar Ayaklanıyor Diren, Dans Et, Ayaklan!
Bir Milyar Ayaklanıyor Diren, Dans Et, Ayaklan!

Bir Milyar Ayaklanıyor Diren, Dans Et, Ayaklan!

Feminist Atölye: Kadına ve kız çocuklarına yönelik şiddete, tecavüzlere, enseste, sünnete ve seks köleliğine dikkat çekmeye çalışan V-Day hareketi, "One Billion Rising / Bir Milyar Ayaklanıyor" kampanyası dahilinde dünyanın tüm kadınlarını hareketin kurul

A+A-

Feminist Atölye (FEMA)

[email protected]

 

 

 

 

Dünyada her üç kadından biri, hayatında bir kere şiddet görüyor ya da tecavüze uğruyor.


"Bir milyar kadının haklarının ihlal edilmesi gaddarlıktır.
"Bir milyar kadının dans etmesi devrimdir."


Kadına ve kız çocuklarına yönelik şiddete, tecavüzlere, enseste, sünnete ve seks köleliğine dikkat çekmeye çalışan V-Day hareketi, "One Billion Rising / Bir Milyar Ayaklanıyor" kampanyası dahilinde dünyanın tüm kadınlarını hareketin kuruluşunun 15. yıldönümü olan 14 Şubat 2013'de küresel ayaklanmaya çağırıyor. V-Day hareketi kendini "küresel bir direniş, dansa davet, kadınlara ve erkeklere tecavüz ve tecavüz kültürü sona erene kadar statükoyu reddetmeleri için bir çağrı, kadınların mücadelesinde bir dayanışma hareketi, kadın ve kız çocuklarına yönelik verili şiddetin kabulüne bir itiraz, yeni bir zaman ve yeni bir varoluş biçimi" olarak tanımlıyor.
Bizler de Kıbrıslı kadınlar ve erkekler olarak 14 Şubat 2013 Perşembe günü, “kadına Yönelik Şiddete Hayır” demek için dans ediyoruz! Bize katılın!

Tarih: 14 Şubat 2013, Perşembe

Yer: Belediye Bulvarı Caddesi, Niyazi Mirage Restaurant Yolu, Yenikent-Gönyeli

Saat: 16.00


 

 

TENKİDE MORMİRAT

 

 KOD ADI VENÜS : BİR HAYAL KIRIKLIĞI HİKAYESİ

 

İşler birikmiş, hava bulanık ve kafam çok doluydu.  Bir perşembe akşamı koltuğa yayılmış otururken kafamdan bir sürü düşünce geçiyordu. Bir yandan kendimi motive edecek, beni bu ruh halinden kurtarabilecek bir şeyler düşünüyor bir yandan da televizyonun kumandasıyla  televizyondaki kanalları değiştirip duruyordum. Birden yeni vizyona girecek filmler takıldı gözüme. Kod Adı Venüs diye bir filmden bahsediyordu. İlk kez Kıbrıs’ın 1955-1974 seneleri arasındaki durumunu yansıtacak bir film sinemalara geliyordu. Dünyaya feminist bakış açısıyla bakabilmek  ve bunu içselleştirmek hayatın her alanında kendini gösteriyor. Bir film, tiyatro veya dizi izlerken feminist çerçeveden değerlendirebiliyor insan. Feminizmin temelinde ivedilikle sorgulamak ve bizlere dayatılmaya çalışılan doğruları oldukları gibi kabul etmemek yer alıyor. Bunlar kafamın bir köşesinde dururken, yine bir heycanla kendimi sinema salonunda buldum.  Sinemanın izleyciler üzerindeki etkisi yadsınamaycak derecede fazla. Bazen sinema yazarak yada konuşarak gösteremeyeceğiniz şeyleri izleyiciye en güzel yol ile verir. İzleyicinin filmin bir yerinde kendisini bulması, kendini o duygulara veya herhangi bir karaktere yakın hissetmesi o filmi unutulmaz hale getirir. İşte o zaman film kendini en güzel şekilde anlatabilir, izleyciyi bu dünyadan birkaç saatliğine de olsa koparabilir. Film Yasemin (Jasmine) adlı bir İngiliz kadın üzerinden Kıbrıs’ta gelişen olayları anlattı. Yasemin bir ajandı ve kod adı Venüs’tü. Onun görevi İngilizlere EOKA ile ilgili bilgi sızdırmaktı ve bunun karşılığında İngilizlerden geçmişte Kıbrıs’ta izlerini kaybettiği ailesi hakkında bilgiler alacaktı. Yasemin’e Türk, Rum ve İngiliz olmak üzere 3 erkek aşıktı fakat o aralarından Türk olana aşk besliyordu. Adamos, yani Yasemin’in birlikte olduğu karakter EOKA’nın önde gidenlerindendi ve onunla ilişki yaşamasının tek sebebi EOKA hakkında bilgi alabilmekti. Yani kadın yalnızca ‘güzelliği’ ve ‘fettanlığıyla’ erkekleri baştan çıkarmanın sonucunda belirli bilgiler edinmeye çalışan bir karakter olarak yansıtılıyordu. Yasemin’e aşık olanların arasından onun tercih ettiği Türk karakteri de her zaman olduğu gibi toplumsal cinsiyet rollerine uygun beden ölçülerinde ve ‘yakışıklılığındaydı’.

Feminizm aslında en başından beri milliyetçilikten uzak durdu ve kadınların etnik kökeni, dini, dili, ırkı veya sınıfsal konumuna bakmaksızın ataerkinin eleştirisini yaptı. Hayata etnik köken veya ırk temelinden bakmayı reddedip, ataerkinin dünyanın her yerinde ve her sosyal statüde olduğunu savundu. Virginia Woolf “Bir kadın olarak benim ülkem yoktur. Bir kadın olarak bir ülke de istemiyorum. Bir kadın olarak tüm dünya benim ülkemdir.” diyerek feminizmin bu konu üzerine en önemli sözlerinden birini tarihe kaydettirmiştir. Bunun yanında feminizm anti militaristtir de aynı zamanda. Yani silahı, şiddeti ve orduyu reddetmiş, bunların ataerkiyi ve erkeklik olgusunu üreten kurumlar olduğunu söylemektedir. Bu filmde, nihayetinde,  en çok milliyetçiliğin yayılmaya çalışıldığı şeyi yani Kıbrıs’ın malum tarihini ele almayı hedefliyordu. Bunca yıldır öğretilen tarih bir çok kez eleştirildi, tarih kitapları yetersizdi ve hep Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklere yaptıkları üzerinden dersler verilmeye çalışılıyordu. Olaylar 1963’te başlayıp nedense Türkiye’nin 1974’te gelipte bizi ‘kurtarmasıyla’ son buluyordu. Hep bir hamaset, hep bir inkar politikaskı devam ediyor ve gözlermizin önünde buna inanandırılan jenerasyonlar yetişip duruyordu. Film benim için bu yüzden önemliydi, izlemeden önce bunun artık değiştiği umudunu içinde besliyordum. Kıbrıs’ta yaşayan bir kadın olarak filmde kendimden, ailemden yada çevremden bir şeyler bulmayı umuyordum. Yukarıda belirttiğim klişeleşmiş kadınlık ve erkeklik halleri yanında, film bize yıllarca yapılanı tekrardan yüzüme çarpmıştı. Tam da barış zamanının yaklaştığını düşünürken bütün eğitim dönemim boyunca öğretilen inkar derslerinin adeta film versiyonu karşımda duruyordu. Kesinlikle türklerin yapmış olduğu hiç bir savaş suçunu ve insan hakları ihlallerini ele almaksızın salt bir rum düşmanlığı üzerinden yürüyordu olaylar. Öldürenler hep Rum’du, tecavüz edenler de Rum’du. Ayrıca  öyle bir tecavüz sahnesi vardı ki filmde, o an saçlarımı çekmek istedim sinirden. Sahne erotikleştirilerek ve tecavüze uğrayan kadının ruh halini hiç bir şekilde yansıtmayacak bir şekilde yansıtılmıştı. Tecavüz gibi vahim bir meselenin, bir kadının mağruz kalabileceği en ağır şeylerden birinin bu şekilde yansılıtılması bile başlı başına üzücüydü.  Eğer bugün artık sene 2013’se ve biz barış ve çözüm üzerine kafa yoruyor, bunun için uğraş veriyorsak yıllardır uygulanan inkar politikalarının bu yolda yeri olamaz. Barışın dili birbirini gözü kör bir şekilde suçlayarak bulunamaz. Başka bir ırkın acılarına kör kalmak, tarihi yalnızca bir tarafın gözünden aktarmak, olanların öteki yanını hiç yansıtmamak hiç süphesiz o yaşananları gizleme ve inkar etme çabasıdır. Böyle bir film yaparken kendi kendimizi yada Türkiye’yi eleştirmeden, özeleştiri yapamadan bir tarihi yansıtmak ancak yıllardır süregelen faşist zihniyete hizmet edebilir. Önce bizler kendi kendimize yaptıklarımızı açıkca söylemeli, yüzleşmeli ve affetmeliyiz ki barışın temeli sağlamca atılabilsin. “Türkler yanlızca kendilerini savundu”,  “Türkler yalnızca canlarını kurtarmaya çalıştı”, “Hep bu rumlar! Herşeyi onlar başlattı. Yoksa biz yaşar giderdik” laflarının arkasına sığınmaktan vazgeçip artık yüzümüzü aynaya çevirmeliyiz. Örneğin, Türkiye Dersim katliamıyla çok geç olsa da bugün yavaş yavaş yüzleşmeye, en azından tartışmaya başlıyor. Kürtlerin olası bir barış için en önemli taleplerinden biri bu yüzleşmeyi artık gerçekleştirmek, bunca yıldır yapılan zulümleri konuşarak ve daha sonra tarafların bir birini affetmesi üzerine bir barışa ulaşmak. Aksi takdirde inkar veya unutturma politikaları her zaman barışın önünde bir engel olarak durur ve süreci tıkar. Bunun yanında, Güney Afrika’da apartheid yönetimi sonrasında Nelson Mandela’nın başkan seçilmesinin ardından 1996 ve 1998 seneleri arasında Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu (Truth and Reconciliation Commission) kurulmuştur. Bu komisyon sayesinde birçok kişi apartheid yönetimi altında yaşanan insan hakları ihlallerini ortaya çıkartılmıştır. Oturumlar halka açık yapılmış ve medya üzerinden de yayılmıştır. Bu sayede çeşitli itiraflar yapılmış ve binlerce insan dinlenmiştir. Ancak bu sayede barışın temelleri atılmış ve gerçek bir yüzleşme sağlanmıştır. 1963’ün üzerinden tam 50 sene, 1974’ün üzerinden 39 sene geçmişken, artık yeni bir şeyler söylemenin zamanı gelmedi mi? Gerçek bir barışa zemin hazırlayabilmek için bu inkar politikalarından kurtulmanın zamanı değil mi artık? Öncelikle bizim toplum olarak kendimizle yüzleşip, kendimizin yaptığı şeyleri konuşup ve affedip yola devam etmemiz gerekmez mi? Biz önce kendi kendimizi affetmeliyiz ki, daha sonra o süreçte yaşananların diğer sorumlularını affedebilelim. Önce kendimizi affetmeliyiz ki, karşımızdakileri daha iyi anlayabilelim ve barış dilini artık konuşmaya başlayabilelim.

 

 

 

Bu haber toplam 1191 defa okunmuştur