1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Bir Mitin İfşası” Üzerine
“Bir Mitin İfşası” Üzerine

“Bir Mitin İfşası” Üzerine

“Bir Mitin İfşası” Üzerine

A+A-


Bekir Azgın

[email protected]

 

 

“Bir Mitin ifşası” Kiriyakos Cambazis’in Rumca’dan çevrilen kitabın adı. Kitabın Rumca aslı 2005 yılında yayımlanmış. Türkçe çeviriden farklı olarak Rumca kitapta yazarın konuyla ilgili ve çeşitli zamanlarda Rum gazetelerinde ve özellikle de Politis gazetesinde yayımlanmış makalelerini de içeriyor olmasıydı. (Kitabın Ocak ayı içinde yapılan tanıtımında bu konu gündeme getirilmiş ve yazar, makalelerin kitaba eklenmemesini, çeviri zorluklarına ve çevirinin yol açtığı giderlere bağlamıştı.)
Kitap, Türkçe’ye Hasan Tuna tarafından çevrilmiştir. Hasan Tuna aynı zamanda kitabın editörlüğünü de yapmıştır. Bu ise düzeltilmesi mümkün olan bazı hataların gözden kaçmasına neden olmuştur. Ülkemizde yayımcılık henüz gelişmiş olmadığı hasebiyle editörlüğün önemi de kavranmamış gibi görünüyor. Birtakım aksaklıklara rağmen Hasan Tuna’nın iyi bir iş çıkardığını not etmek gerekir.

Büyük mit

Kitabın esas amacı, Rum toplumu içinde yaygın inanç haline gelen bazı mitleri irdelemek ve oluşturulan tabuları yıkmaktır. Cambazis, Kıbrıslı Türkler arasındaki putların yıkılmasını şu cümleyle Türk aydınlarına bırakıyor: “Kıbrıs Türk liderliğinin milliyetçilik ve aşırı uçlarda gezinen tezlerini göz ardı etmiyoruz ama bunu eleştirmek büyük ölçüde Kıbrıs Türk aydınlarının omuzlarında olduğu kanısındayız” (s. 12).
Yazarın aşmaya çalıştığı ilk engel, Rum toplumu arasında yaygın bir biçimde tartışılan Kıbrıs sorununu meydana getiren etkenlerin, iç etkenler mi, dış etkenler mi olduğu hususudur. Her iki etkenin de rol oynamış olduğunu ifade ettikten sonra yazar şöyle diyor: “Kıbrıs sorununu içinden çıkılmaz bir soruna dönüştüren etkenlerin iç kaynaklı olduğunu düşünüyorum” (s. 9).
Cambazis, Rum toplumu arasında yaygın olan mitleri ikiye ayırır: “Büyük Mit” ve “Küçük Mitler”. Büyük Mit olarak tanımlandırdığı “Belirsiz bir gelecekte Kıbrıs sorunu, Rum cemaatinin arzuladığı şekilde çözülecektir” söylemidir. Bu mit Makariyos’un “Acele etmememiz gerektiği kanaatindeyim” söylemi ile başlar ve Papadopulos’un “Bir devlet teslim aldım, bir cemaat devredemem” söylemine kadar devam edegelen bir mittir. Bu miti yazar şöyle değerlendiriyor: “Tabii, bunları ileri sürerken günümüz gerçekliği karşısında ‘kafalarını adeta kuma gömen’ siyasetçilerimiz, Kıbrıs halkının temelli bölünmesine doğru yol aldığını görememektedirler” (s.12).
Kuşkusuz, bu büyük mit, öteki küçük mitlerle beslenmektedir. Onların başlıcaları da şunlardır:
1. Kendi kaderini tayin etme hakkı, “Enosis” anlamına gelir.
2. Zürih Londra antlaşmaları, işlevsel değildi.
3. Federasyon eşittir Taksim.
4. Annan Planı, işlevsel değildi.     

“Kıbrıs halkı” anlamına gelen Rumca bir ifade vardır: Kipriakos laos. Rum toplumunun bilincinde ve bilinç altında bu ifade “Rum halkı” demektir. Bunun sonucunda “Kipriakos” veya “kipriaki” olan her şey Rumlara ait olmuş oluyor. Kıbrıs kültürüne ait olan her şey, Rum kültürünün bir parçası sayılıyor .

Enosis meşru bir haktır
“Kıbrıslı Rumlar yaptıkları analizlerde, siyasi liderlik ise yaptığı açıklamalarda …Kıbrıs Rum cemaatini koskoca Kıbrıs halkıyla bir tutmaktadır”(s. 19). Kıbrıs halkı, Rum toplumu demek olunca bu toplumun Enosis istemesi meşru bir hak oluyor çünkü “halkın çoğu” bunu istiyor. Sonuç olarak en milliyetçi partiden en solcu sayılan AKEL’e kadar tüm partiler Enosis peşinden koşmakta bir mahzur görmediler.

Kıbrıslı Türklerin Enosis’e haksız yere karşı çıktıklarını kanıtlamanın bir de yolu bulundu ve Türklerin aslında İslamiyeti benimsemiş Rumlar oldukları ileri sürüldü. “Kıbrıslı Türklerin aslında Helen olduklarını ispatlamak yönünde sarf edilen çabaların bilimsel geçerliliği bulunmamaktadır ve bu tür çabaların ardında daha çok siyasi sebepler vardır” (s. 23).

Özellikle AKEL’in Enosis konusunda içine düştüğü çelişkiyi vurgulamak amacıyla Cambazis, okurlarına Kıbrıs Komünist Partisi’nin (KKP) bu konuyla ilgili tezini hatırlatma ihtiyacını duyar. “Bu noktada, ilhak siyasetinin ayrımcı bir karaktere sahip olduğunu herkesten önce KKP tespit ettiğini ve bunun üzerine partinin bağımsız bir Kıbrıs yaratılması yönündeki siyaseti desteklediğini belirtmek gerek. KKP’nin yayın organı “Neos Anthropos” (Yeni İnsan) gazetesinde yayımlanan bir makalede ‘İlhak sloganının Kıbrıs halkını, yani Hristiyan ve Müslümanları böldüğü, bunun da emperyalizme hizmet ettiği’ vurgulanmaktaydı” (s.31). Öte yandan KKP, Rum toplumunu “Kıbrıs halkı” olarak algılamadığı nedeniyle Kıbrıslı Türkleri, Kıbrıs halkının ayrılmaz bir parçası sayıyordu” (s.54).

1950 yılında yapılan plebisit nedeniyle köyümüzde (Bodamya’da) konuyla ilgili tartışmalar olduğunu anımsıyorum. Bazı eski Komünistler kiliseye gidip oy kullanmadıkları için aforoz edilmişlerdi. Bu Komünistlerden birinin Enosis’i destekleyen AKEL’ciler için “rogoli” (çoluk çocuk) deyimini kullandığına şahit olmuştum. Aforoz edilen insanlar yıllarca kiliseye gidemediler/giremediler. İlk bakışta bu önemsiz gibi görülebilir ama, aslında, ciddi bir cezadır. Çünkü çocuk kilisede vaftis edilir. Nikâh kilisede kıyılır. Cenaze kilisede kutsanır ve ceset kilise avlusundaki mezarlığa gömülür. “Mnimosino” kilisede yapılır. (Mnimosino, bizdeki Mevlit muadili bir ayindir. Ortodoks Rumlar, her yıl, ölüm yıldönümünde yakınlarını anarlar. Ayinden sonra hısım, akraba Mnimosino’yu düzenleyen kişinin evinde toplanır ve orada mütevaffanın ruhu için yenir, içilir.) 

Milletbaşı

Osmanlılar Kıbrıs’ı ele geçirdikten sonra Katolik Latinlerin baskısı altında olan Ortodoks kilisesine dini özgürlük vermiş olmaları yanısıra Rum ruhban sınıfına siyasi birtakım ayrıcalıklar da tanıdılar. “Milletbaşı” unvanı verilen Başpiskopos’a vergi toplama yetkisi de verildi. Bunun sonucunda Ortodoks kilisesi ile Osmanlı yönetimi arasındaki ilişkiler bal-kaymak sürdürüldü.

Ne zamana kadar? Ortodoks kilisesi ayrıcalıklarını kaybedinceye kadar. Cambazis olayı şöyle nakleder: “Kıbrıs’ta ruhban sınıfı ‘sahip olduğu ayrıcalıkları, vergi toplama yetkisi ile yönetimdeki kontrol hissesini kaybettiği’ Paris antlaşmasının yapıldığı 1841 yılına kadar adayı fetheden Türklere bağlı kalır. İşte, ‘Paris antlaşmasının imzalanmasından sonra, üst düzey ruhban sınıfı yabancı işgalcinin kovulması için mücadele edilmesi gerekliliğini hatırlar birden. …’Enosis’ sloganı da bu dönemde ortaya çıkar, çünkü papazlar, 1841 yılında ellerinden alınan ‘Milletbaşı haklarının’ Yunanistan’a bağlanınca kendilerine iade edileceğine inanıyorlardı” (s.42).

Tamamen ekonomik nedenlere dayanan ve bir Türk milletvekilinin Rumlarla birlikte verdiği bir oyla ortaya çıkan durum sonucu İngiliz valisi, Kavanin Meclisi’ni kapatınca halk ayaklanır. Rum toplumunda hakim olan hamaset ortamında, sokaklara dökülen halk arasında “Enosis” sloganları atılınca işin rengi değişir ve olay ilhak meselesine dönüştürülür.

Bu olaydan rahatsız olan Yunan lideri Venizelos, parlamentoda yaptığı konuşmada Kıbrıs Rumlarını bencil olmakla suçlar: “Bu adaların sakinlerinin ulusal özlemlerinin [Enosis’in - BA] Yunan ruhunda ne kadar derin olursa olsun, Yunan devletinin bunların gerçekleştirilmesine destek vermesi …imkânsızdır. … Aslında bu adaların Helen sakinlerinin daha az bencillik etmelerini isteme hakkımız vardır”. (Venizelos, “adalar”dan söz ediyor çünkü o sıralarda Oniki Adalar, İtalyan yönetimi altındaydı.)

1950 yılında yapılan plebisitte Kıbrıs halkının (siz onu Rum toplumunun olarak okuyun) %96’sının Enosis istediği saptanır. Aradan bir yıl geçmeden Makariyos genç yaşta başpiskopos seçilir. Faneromeni Kilisesi’nde yaptığı konuşmada ömrü boyunca Enosis için çalışacağına yemin eder. Bir süre sonra Grivas’ı Kıbrıs’a getirir ve EOKA devreye sokulur. Amaç Enosis’i hayata geçirmektir. Türk toplumu elbette ka’le alınmamıştı. “Yunan tarihçi Yannopulos’un Kıbrıslı Rum milliyetçilerin ‘Kıbrıslı Türklerden istedikleri tek şey, onların var olmamalarıydı’ yargısı tamamen haklıdır” (s.33) diyor yazar.

Bağımsızlığa giden yol

İngilizler her iki topluma da ayrı kendi kaderini tayin etme hakkı tanıyacağı tehdidi ile karşı karşıya kalan Makarios, bağımsız devlet kurulmasını kabul eder. Enosis’ten vaz geçilip bağımsızlığın kabul edilmesi bazı Rum çevreleri tarafından “yıkım süreci” ve “ihanet” olarak nitelendirildi (s.56). Ne var ki Makariyos, Enosis hedefinden şaşmamıştı. Bağımsızlık onun için Enosis’e giden bir atlama tahtasıydı. Ve bu “sıçrayış” 1963 olaylarıyla birlikte trajediye dönüşmüştür (ss. 57-58).

Halbuki bağımsızlık ilanından hemen önce, dönemin Yunan Başbakanı Karamanlis, Yunan parlamentosunda yaptığı bir konuşma ile Rumları ikaz etmiş ve şu öngörüde bulunmuştu:

Bu anlaşmalar ve Kıbrıs Cumhuriyeti iki cemaatin işbirliği ruhuna dayanmaktadır. Bu ruhun bemisenmemesi halinde, en ideal devlet şeklinin dahi ağırbaşlılıkla çalışıp meyve vermesi beklenemez. Aksine, işbirliği ve çıkar ruhunun yerleşmesi durumunda her şey yolunda gidecektir. Çünkü, eğer suistimalleri engellemek amacıyla devletin işleyişini zora sokan birtakım hükümler yürürlüğe konulmuşsa, zamanla ortak çıkar bilincinin ağır basmasıyla bunların devletin işleyişine engel teşkil etmeyeceği anlaşılacaktır (s.57).

Ne var ki birçok Rum ileri geleninin Kıbrıs konusundaki vizyonu, Karamanlis’in sözünü ettiği “işbirliği ruhu” ile pek bir ilgisi yoktu; onların amacı bir “Helen devleti” oluşturmaktı. Nitekim yazarın aktardığına göre, 1962 yılında Makariyos şöyle diyordu: “Helenizm’in en korkunç düşmanı olan Türk ırkının bir bölümünü oluşturan küçük Türk cemaati ortadan kaldırılmadıkça EOKA’nın “şehitlerine” olan görevimiz yerine getirilmiş sayılmaz”(s.67).

Bir “hayal ürünü” olarak görülen bağımsızlık yolunda tuhaf ittifaklar oluşturuldu. Başpiskopos seçiminden beri Makariyos’un rakibi olan Girne piskoposu, milliyetçileri çevresinde toplayarak “Enosisçi” bir grup oluşturdu. AKEL de bu gruba katıldı. Londra konferansında da Enosis yasaklandığı gerekçesiyle antlaşmanın imzalanmasına AKEL karşı çıkmış ve şu öneriyi yapmıştı: Antlaşma imzalanmasın, silâhlar susturulsun ve “kitlesel siyasi mücadele” başlatılsın (s.84). (AKEL’in Kıbrıslı Türkleri hiç hesaba katmadığı görülüyor. Halbuki o sıralarda Derviş Ali Kavazoğlu partinin ileri gelenlerinden biriydi.)

Anayasa sorunu

Kıbrıslı Türklere anayasada tanınan haklar, Rumların çoğunluğu tarfından bir “skandal” olarak algılanmış ve öyle nitelendirilmişti. Bu nedenle “Kıbrıs Rum liderliğinin düşmanı şimdi millet değiştirmişti. Artık düşman sömürgeci Britanya değil, anayasada tanınan hak ve ayrıcalıklar dolayısıyla Kıbrıslı Türklerdi”(s.67). “Kıbrıs Cumhuriyeti parlamentosu önünde anayasaya inanç ve bağlılık yemini yapmış olan Kıbrıs Cumhurbaşkanı’nın bizzat kendisi, ülkesinin %20’lik bir kesimine resmen ‘savaş’ ilan ediyordu”(s.68).

Rum liderliği, işlevsel olmadığı gerekçesiyle anayasayı değiştirmek için girişim başlattı. Değiştirilmek istenen 13 madde Türk cemaatine verilen hakların kısıtlanmasını veya ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu. Yazar ise anayasanın iyi niyetle rahatlıkla çalıştırılabileciğini yazıyor ve anayasa sorunuyla ilgili görüşünü şöyle açıklıyor: “Kıbrıs Rum cemaati temsilcilerinin kabul edip altına imza koyduğu 1960 anlaşmalarıyla Kıbrıs Türk cemaatine verilen anayasal haklar, kanımca sayıca çok olan toplum tarafından savunulmalıydı. Söz konusu temsilcilerin devletin işlevselliğini daha iyi yerine getirecek bahanesiyle haklara ilişkin imzalarını geri almaları, uluslar arası Hukuk’un ‘pacta sunt servanda’ (ahde vefa –BA) ilkesinin göz göre göre ihlâl edilmesinden başka bir şey değildir”(s.13).

Rum liderliğinin anayasayı değiştirmekte güttüğü iki hedef vardı, yazara göre. Birincisi, Türk cemaatinin anayasal statüsünü aşağılara çekmek ve onu ülkenin siyasi ve ekonomik gelişiminde hiçbir belirleyici rol oynamayan bir azınlık durumuna indirgemek. İkincisi, anayasal hakları Türk cemaatinin elinden alarak sayıca üstün olan rumların isteği doğrultusunda adayı Yunanistan’a bağlama için ön koşulları oluşturmak. Nitekim Makarios, Yunan Başbakanı Y. Papandreu’ya 1964 yılında şu satırları yazıyordu: “Amacımız, Sayın Başkan, Kıbrıs Helen halkının geleceğini, bağımsız bir şekilde anavatanımızla birlikte belirleyebilmek amacıyla Zürih ve Londra antlaşmalarını bozmaktır”(s.70). 

Cumhuriyetin çöküşü

Türk liderliği de, bu konuda, Rum liderliğine ayak uydurunca Kıbrıs Cumhuriyeti, “nesebi gayrı sahih çocuk” gibi ortada kaldı. İncir çekirdeğini doldurmayan bir nedenle toplumlar arası çatışmalar başladı. Cambazis şöyle diyor: “1963 yılının 20 Aralık’ını 21’ine bağlayan gece, tetiği ilk kimin çekip de cemaatler arası çatışmaları başlattığının üzerinde durmanın pek bir anlamı yoktur. Bir gerçek varsa, o da liderlikler arasındaki rekabet ve uzlaşmazlık yüzünden, Kıbrıs halkının bölünmüş olması ve silâhlı çatışmaya sürüklenmiş olmasıdır” (ss.70-71).

Yazar, bir noktaya da dikkat çekmektedir. Makarios’un anayasadaki 13 maddeyi değiştirmek istemesi kimse tarafından eleştirilmiyor. Ancak yeterince hazırlık yapılmadan bu konunun gündeme getirilmiş olması eleştiriliyor (s.71). Akritas Planı doğrultusunda birkaç gün içinde Türkleri adadan silip süpürecek konumda olunsaydı, bu olayı kimse eleştirmeyecekti.

“Milliyetçiliğin baskın olması nedeniyle 1963 çatışmalarının başlamasıyla birlikte Kıbrıs Rum siyasi liderliği tüm Kıbrıs Türk cemaati aleyhine ‘sıkı’ önlemler almıştı. Bunun sonucunda, direnişi kırmak amacıyla ve anayasayı da ihlâl ederek Kıbrıs Türklerine yasa dışı ambargo uyguladı. İçişleri Bakanlığı tarafından, 1964 yılında, yayımlanan bir iç yönergeyle Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklere mülk satması yasaklanırken Türklerin mülklerinin satın alınması teşvik ediliyordu. 1970 yılında bu yönerge yasaya dönüştürülmüştü (49/1970). Kıbrıs Cumhuriyeti’nin farklı milli kimliğe sahip vatandaşlarının bir bölümünün kökünün kazınması çabası söz konusuydu. İşin ilginç tarafı da bunun “zorunluluk hukuku” gereği ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “güvenliği” için yapılıyor olmasıydı. Artık “Kıbrıslı Rum” adıyla tanımlayabileceğimiz devletin siyasi liderliği, Kıbrıs Türk cemaatini ekonomik açıdan, bilinçli olarak, boğmak için çaba sarf ediyordu. Upuzun bir liste hazırlanarak bir yığın ticari emtianın Türklere satılması yasaklandı. Buna paralel olarak, toplumlar arası çatışmalarda zarar gören Rumlara – ki böylelerine “Türkzede” deniyordu – hükümet ve Meclis kararıyla tazminat ödeniyordu. Buna karşılık, şiddet nedeniyle evlerini, mülklerini terk etmek zorunda bırakılan binlerce Kıbrıslı Türk’e – Rumzedelere – hiçbir tazminat ödenmemiş, onlar için hiçbir çare öngörülmemişti”(ss.72-73).

Federasyona doğru

Toplumlar arası çatışmalar şiddetlenince büyük devletler müdahale etmek ihtiyacını duydular. NATO’ya üye olma önerisini Makariyos reddetti. Amerika’dan gelen “Çifte Enosis” planı pek rağbet görmedi. Apartmanın tümünü ele geçirmek olanağı varken bir dairesinin başkasına verilmesine gerek yoktu. Bu tartışmalar sürerken Sovyetler Birliği’nden “federasyon” tezi geldi. Bu öneri Rumları çılgına çevirdi. Federasyon söz konusu bile edilemezdi. Halbuki uluslar arası hukuk uzmanı olan Cambazis diyor ki “İstenseydi hem bir federasyon modeli bulunabilir hem de nüfusun yer değiştirmesine gerek kalmadan bu uygulanabilirdi”(s.80).

1967 yılındaki Köfünye olaylarından sonra Makariyos politika değiştirmek zorunda kaldı. O zamana kadar “Enosis ve sadece Enosis” politikası, şairane bir söylemle “Efkteos” (Arzulanan Enosis) ve “Efiktos” (mümkün olan Enosis) politikasına dönüştürüldü. Makariyos’un ömrü boyunca bir “yemin sendromu” ile yaşadığı ve 1959’dan sonra da bir “yemin bozma travması” geçirdiği görülüyor. Faneromeni Kilisesi’nde ettiği Enosis yemini, başında sallanan Damoklesin kılıcı gibi başına belâ oldu.

Başlatılan ve beş yıl süren toplumlar arası görüşmelerde varılan “Genişletilmiş yerel yönetim” önerisi, Taksim’e yol açabileceği ve Enosis’in önünü tıkayacağı gerekçesiyle reddedildi. Halbuki Cambazis diyor ki “Denktaş’ın Kıbrıslı Türklere ait özerk bölgelerin oluşturulmasıyla ilgili tezleri, tarafımızdan desteklenmesi, Kıbrıs Rum cemaatinde kimilerine her ne kadar garip gelse de, temelde demokratik taleplerdi. R. Denktaş’ın demokratik anlayışla hareket ettiğini iddia etmiyoruz, ancak istediğini başarmak için başka seçeneği bulunmuyordu”(s.82).

“Maalesef, Kıbrıs Rum liderliğinin milliyetçiliği bu meselelere derinlemesine yaklaşmasına izin vermediği için cemaatler arası görüşmelerde soruna çözüm bulunamamıştır. Cumhurbaşkanı Makariyos Ve Kıbrıs Rum cemaati siyasi güçlerinin ‘mümkün olan (Enosis)’ ile ‘arzulanan (Enosis)’ arasındaki bocalamaları bir anlaşmaya varılmasını engellemiş ve ‘arzulanan’ Enosis’i gerçekleştirmek adına yasa dışı eylemlere girişen milliyetçi güçleri pekiştirmiştir. (Herhalde EOKA-B faaliyetlerinden söz etmektedir. –BA) Yunan askeri darbesi onun hemen ardından gerçekleştirilen Türk işgali, Galo Plaza’nın öngörülerini haklı çıkarmıştır. (G. Plaza’nın “Enosis, Kıbrıs sorunu ile ilgili en yıkıcı görüştür” sözlerine atıfta bulunuyor. –BA) Tek bir farkla: Ütopik ‘Enosis’ hayali, geriye dönülemez biçimde toprağa gömülürken adanın bölünmesi, sadece bir fikir olarak değil, somut bir olgu olarak eşiğe dayanmıştır”(s.82). 

1974 yenilgisi ve ve Güney Kıbrıs’a sığınan binlerce göçmenin hal-i pür melali Rumlarda şok etkisi yaratmıştı. Yazarın sözünü ettiği gibi Enosis vizyonunu kafalarından sildiler. Devlet olmanın değerini kavrayarak dört elle Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sarıldılar. Sokaklarda Kıbrıs bayrakları bile görülür oldu ki önceleri böyle bir şey yapmak tasavvur bile edilmezdi. Bir de Kıbrıslı Türkleri keşfettiler. Eskiden varlığı hesaba katılmayan Türklerle, o aşamadan sonra, “Ne de iyi geçinirdik” söylemi geliştirildi.

Sonuçta, 1977 ve 1979 doruk toplantılarında “federasyon” tezi taraflarca kabul edildi.

Çözüm bir hayal mi?

“Federasyon” kabul edildi de taraflar bu kelimeden ne anlıyorlar? Görülen odur ki çok farklı şeyler anlıyorlar. Bir taraf üniter devlete yakın bir federasyon, öteki taraf da konfederasyona yakın bir federasyon tasavvur ediyor.

Toplumlar arası görüşmelerin başladığı bu günlerde bu türden tartışmaları duymaya hazır olmamız gerekir. Bu arada isteseler de istemeseler de görüşmeciler kendilerini sıkça Annan planından söz ediyor durumunda bulacaklar. Çünkü yazarın altını çizdiği gibi “Rum siyasi liderliğinin iddia ettiği gibi, Kıbrıs sorununda sadece 1974 yılından itibaren değil, 1963 yılından itibaren meydana gelen koşul ve verilerin yansımaları Annan Planı’nda yansıtılmaktadır”(s.83).

Federasyonun ne olup ne olmadığının Rum toplumunda fazla tartışılmadığını Cambazis şöyle dile getiriyor: “Federasyon prensibinin kabul edildiği dönemden itibaren devlet ve siyaset liderliği, Kıbrıs devletini federasyon modeli altında tam olarak nasıl düşündüğünü kesin çizgilerle belirlemekten kaçınmıştır. Bunun aksine, T. Papadopulos başta olmak üzere, zaman zaman federasyon karşıtı sesler yükselmiştir. Papadopulos, federasyonu ‘Kıbrıslı Türklerin kuzeyde egemen olması, Güney’de de egemenliğe ortak olması’ olarak tanımlıyordu çünkü Kıbrıs devletinin federe yapısının nasıl olabileceğine dair ortada herhangi bir anlayış bulunmuyordu. Öte yandan, Papadopulos’un tezlerini çürütecek, benimsediği görüşün tam tersinin de geçerli olabileceğini yani ‘Kıbrıslı Rumların Güney’de egemen olması ve Kuzey’de egemenliğe ortak olması’ olarak yorumlayan bilimsel bir görüş ortaya atılmadı. Papadopulos’un tezi, özünde ülkenin yeniden birleştirilmesinden çok, devletin ‘homojen’     
olmasından söz ediyordu. Bu ‘homojenlik’ anlayışı, referandum öncesi halka yapmış olduğu konuşmasında da ‘cemaat – devlet’ tezi olarak dile getirilmişti”(s.100).

Kitabın Rumca versiyonunun 2005 yılında yayımlandığını yani referandumdan hemen sonra kaleme alındığını göz önünde tutmamız gerekir. Ne var ki bazı gözlemlerinin, olacaksa, önümüzdeki referandumda da geçerli olabileceğini var sayabiliriz çünkü toplumların anlayış ve görüşleri, bugünden yarına değişmez. O günlerdeki toplum psikolojisini Cambazis şöyle naklediyor: “Kıbrıs Rum cemaati, tek başına, Kıbrıs devletini yönetmektedir. Kıbrıs Türk cemaati de bu çerçeveye yama olmuş bir şekilde AB vatandaşlığından kaynaklanan haklarından yararlanmaktadır. Diğer bir deyişle, siyasette 60’lı yılların başlarında hakim olmuş ve Makariyos’un şu ifadelerle dile getirdiği bir yaklaşım felsefesi kendini yeniden gösterir olmuştur: ‘Adada halihazırda saf be saf bir Rum hükümeti bulunmaktadır. Türkler hükümete katılmamaktadırlar. Bu sebepledir ki acele etmememiz gerektiği kanaatindeyim’. Bununla kastettiği Kıbrıs sorununun ele alınışıydı. Peki, şimdi niye ‘acele edelim’ ki? İşte, bu mantık, Kıbrıslı Rumların ezici çoğunluğuna dayatılarak hakim olmuş olan mantıktır (s.103).

O günden bugüne kafalarda fazla bir değişiklik olmamıştır. Ancak cüzdanlarda ciddi bir değişiklik olmuştur. Cüzdanlar da, doğrusu, çoğu zaman vicdanlara ve kafalara hükmedebilir.

İster Türk olsun, ister Rum, tüm Kıbrıslıların Kiriyakos Cambazis’in “Bir Mitin İfşası” kitabını okumaları gerektiğine inanıyorum. Belki referandumda beklediği sonuç çıkmadığı için karamsar bir atmosferde yazmıştı kitabı. Ama içinde çıkarılacak çok dersler var. Çıkarmak isteyene elbette. Ümit edelim ki yakında daha iyimser bir ortamda yani çözümden sonra, yeni bir kitapla karşımıza çıkar.

Not: “Bir Mitin İfşası” kitabının tanıtımında 07 Ocak 2014 akşamı yapılan şifahi konuşmanın kaleme dökülmüş şeklidir.

 

-----------------------------------------

 

Bekir Azgın, “Nationalism and Interest on the ‘Other Side’s’ Literature”; Step-Mothertounge, From Natıonalısm to Multiculturalism: Literatures of Cyprus, Greece and Turkey, ed. Mehmet Yashin, Middlesex University Press, London, 2000. s.149.

Bu haber toplam 2965 defa okunmuştur
Gaile 254. Sayısı

Gaile 254. Sayısı