Bir Ömre Kaç Kitap Sığar ve Ne Kadarı Akılda Kalır!?
“Zor kavrayan bir anlağımız var ve dolayısıyla aynı şeyi aşırıya varacak kadar tekrar etmeliyiz.”
A.Schopenhauer.
Oğuz Demiralp’in, başlığını (“Tanrı Bakışlı Çocuk”) çok çarpıcı bulduğumu anmadan geçemeyeceğim biyografik çalışması, “Tanrı Bakışlı Çocuk- Walter Benjamin Üzerine 49’a Parçalanmış Deneme” (Yapı Kredi Yayınları) kitabında yer alan Benjamin’e ait şu sözleri okuduğumda, onun kast ettiğinden kısmen farklı yorumlamış olsam da, yıllar öncesini, henüz daha ortaokul öğrencisiyken, sonraları vazgeçilmez bir alışkanlık haline dönüşecek tutkulu okuma serüveninin ilk habercisi o günlerin gerilimli heyecanını yeniden yaşadığımı hatırlıyorum: “Kendimi sözcüklere -aslında bulutlardan başka şey değillerdir- saklamayı çok erken öğrendim.”
Kütüphanesi olan, kitap kokusunun adeta canlı bir varlık olarak duyumsandığı bir evde büyümüş olmamdan belki, kitaplarla/büyülü sözcüklerle erken yaşlarda karşılaşmış, benim için vazgeçilmez olacaklarının ayırdına ilk o zamanlar varmıştım. Öyle ki, Benjamin’in kendimi sakladığım yer dediği (o bunu daha çok üslubunun okurla adeta saklambaç oynarmış hissi veren kapalılığının/kıvraklığının ardındaki belirleyici gerekçeyi açıklamak bağlamında dile getirmişti) sözcükler dünyası benim de başımı döndürüp ayaklarımı yerden kesmiş, başka zamanların ve mekânların hayalleri gerçek kılan mucizelerle yüklü dünyasına götürmüş ve orada kendimden geçmiş halde saatler boyu vakit geçirmekten, sonrasında bir sürekliliğe dönüşecek olan o (büyülü) sözcüklerin içine saklanmaktan büyük keyif almıştım.
Sebep bütün bunlara, 60’lı yılların çatışmalar sonrası dönemini yaşıyor olmam mıydı (savaş artığı kuşatılmış hayatların, bıktırıcı bir yeknesaklığın, boy vermeye başlayan ergenlik sancılarının, yoksunlukların vb. büyük çaresizlik olarak yaşandığı yıllar), bilemiyorum. Ancak hangisi ve ne olursa olsun, yeni yetme bir delikanlı olarak o zor koşullardan kurtulmanın en kolay ve en tatmin edici yolunun hayaller dünyasına, o hayallerin gerçek olarak yaşandığı dünyalara göçmek olduğunu, bunu en iyi kitapların yaptığını, orada zaman geçirmenin (saklanmanın) büyük bir serüven olacağını bir biçimde anlamıştım. Üstelik bu kadarla da kalmamış, zaman geçip de bu serüven keyiften/hazdan daha da başka, öğrenmek/anlamak/düşünmek gibi mertebelere de adım adım ulaşarak olgunlaşmaya başladıkça, bunun aslında insanın görünen dünyasındaki karmaşayı çözümlemek, görünmeyen dünyasındaki karanlığa ışık düşürmek, olay ve olguları/dünyayı anlamak bakımından çok boyutlu işlevselliği olan, daha net belirtmek gerekirse yaşam süresince süreklilik kazanacak dinamik bir varoluş serencamı olduğunu/olacağını günden güne daha iyi kavrayacaktım.
Az şey miydi?
Şuydu; zaman içinde okunan/okuduğum kitapların tür ve konular itibarıyla kazanacağı çeşitlilik ve içerik (edebiyat, felsefe, tarih, siyaset, teoloji vb.); bu çeşitliliğin ifade edilişinde yine tür ve konu itibarıyla kendine özgülük/özgünlük kazanacak olan çok katmanlı dil; o dilin sınırlarını (haliyle dünyanın sınırlarını) belirleyecek olan sözcüklerin kapsam ve genişliği ve de nihayet bütün bu müktesebatın üslup olarak ifade edilişlerindeki farklılık/zenginlik, bu vazgeçilmezliğin ardında, görkemli ve bir o kadar da doğurgan bir buluşmanın olduğunu işaret ediyordu. Buradan bakınca okuma serüveni aynı anda doğrudan ya da dolaylı olarak yaşamda da, hem niteliksel hem pratik karşılığı/yansımaları olacak/olan, bir şölen halini alıyordu.
Bütün bunlar iyiydi, güzeldi, heyecan vericiydi de giderek şunun da ayırdına varacaktım ki, her geçen gün kitaplarla daha yoğun bir biçimde hemhal olmakla karakterize, sürekli büyüyen ve genişleyen, yani daha çok öğrenme/bilgilenme/düşünme/anlamayı sağlayan ve bu bağlamda daha da yoğunlaşmayı teşvik eden bir mahiyet kazanmaya başlayan bu serüven, aynı anda (öğrenme/bilgilenme/ düşünme/anlama kapsamında) insanın bir eksiklikle/cehaletle malul olduğu gerçeğini de apaçık ortaya koyuyordu. (Sokrates’in çok bilinen sözlerini hatırlamanın zamanıdır: “Bildiğim tek şey bir şey bilmediğimdir.”) Görünen oydu ki okuma açlığı/kitap tutkusu hangi kertede olursa olsun, bilinmeyen ve bilinmesi gerekenlerin çokluğu karşısında, o açlığı tümüyle gidermekten uzaktı -ancak giderdiği oranda da büyük bir ayrıcalık olduğu aşikârdı.-
Öyle değil miydi?
İşte kendimce o hesaplamayı da, geleceğin çok uzun süreceğinin sanıldığı yaşta olmamdan mı kaynaklanıyordu, imkânsız düş, dünyanın bütün kitaplarını okuma arzusu/açlığı yaşadığım günlerde yaptığımı ve de sonuçtan da dehşetli ürktüğümü hatırlıyorum. O hesap şuydu: Sıkı ve istikrarlı bir okurun haftada bir kitap okuduğu var sayılacak olursa, bu ayda dört kitap ediyordu, haydi bir de fazladan koyalım, beş oluyordu; yani bir yılın hülasası toplam altmış kitap ediyordu. Yine bu okurun sağlıklı bir ömür sürdüğü ve diyelim seksen yıl yaşadığı göz önüne alınacak olursa, bunun altmış yılında ayni istikrarı ve sürekliliği göstermesi halinde ahir ömründe, eksik/fazla, üç bin altı yüz kitap okuyabileceği sonucu ortaya çıkıyordu. Böylesi bir sürekliliği ve istikrarı kaç insanın yerine getirebileceği gerçeği bir yana (ara ki bulasın), bir ortalamayı, hatta çok cömert bir ortalamayı ifade eden bu sonuç -sayı çok gibi görünse de- bile ürkütücü değil miydi? Nasıl olmasındı, insan üç beş diye çırpınırken değil yılda veya ayda, bir günde, çizgi altında yığınla kalanı olsa da ilgiyi hak edecek çok sayıda kitap yayınlandığı düşünülürse, bu sınır okurun salt ana diline çekilerek miktarı daha aza indirilse dahi, bir insan tekinin hayatı boyunca okuduğu/okuyabileceği kitap sayısı ile mutlaka okunması gerekecek seviyedeki kitapların, üstelik her an artan, sayıları arasındaki boşluğu doldurmak ne kadar mümkün olabilirdi ki? Varoluşun dinamik ve doğurgan bir oluş süreci olarak seyri bakımından kitap olmazsa olmaz idiyse (gelecekte bildiğimiz anlamda kitabın -kağıt baskı- kalıp kalmayacağı, bugün itibarıyla görselliğin yazılı olan karşısında arşa çıkan baskınlığının nerelere varacağı, teknolojinin yaşamın her alanında, elan sundukları dışında ne tür sürprizler hazırladığı, vb. ayrı bir tartışma konusudur) bu tablo ürkütücü değil miydi?
Ancak ne var ki mesele ne kadar kitap okuyup okumadığımızla da sınırlı değildi. Daha da vahimi (aklıma başka sözcük gelmiyor) şuydu: Acaba okuduğumuz kitaplardan geriye aklımızda neler ve ne kadar kalıyordu?
Tecrübeyle sabittir, özellikle yaş ilerledikçe daha çok başıma geliyor, önceden okuduğum bir kitabı -hele çok önce okumuşsam- bir vesileyle elime aldığım zaman, kimileyin acaba bunu ben mi okudum diyecek kadar ona yabancı olduğumu fark ediyorum. Allah için bir satır olsun hatırlamadıklarım bile oluyor. Şu da var tabii, beynimiz her şeyi eksiksiz kayıt altına alan ve tık deyince hemen açığa çıkaran bilgisayar değildir; neticede bilinç seviyesinde tutabileceğimiz şeyler sınırlıdır, yığınla olanı bilinçaltında, bir teselli, ya saklıdır ve de beklenmedik bir anda pat diye bilince çıkacaktır ya da maalesef çoktan unutulup gitmiştir. Öyle olmasına öyledir de, hele muhtevasının zorluğu nedeniyle özene bezene, renkli kalemlerle cümlelerin altlarını çize çize, sayfa kenarlarına notlar düşe düşe adeta çiçek bahçesine dönüştürdüğüm kitapların suskunluğu var ya, en çok o ağırıma gidiyor. O zaman da şu soru ister istemez akla geliyor: İyi de okuduğumuz kitaplar her zaman yetersiz kalacak, okuduklarımızın çoğu buhar olup uçacaksa beyhude mi çaba gösteriyoruz?
Aslında şöyle bir bakınınca bu dertten mustarip olanların sayısının hiç de az olmadığı görülecektir. Çeşitli platformlarda benzer sorular sıklıkla soruluyor ve yanıtlar aranıyor. Sonuçta çıkış yolu, kendi tecrübelerimden hareketle kendimin de inandığım, galiba şudur: Eksik/yetersiz kalmak/unutmak gibi sıkıntılar yaşanıyor olsa da ‘kitapla/sözcüklerin büyülü ya da zorlu dünyasıyla’ ilişkiyi sürekli kılmak, o doğurgan serüveni kesintisiz yaşamak. Böyle yapıldığı takdirde bu ayrıcalıklı serüvende, -geniş bir muhtevadan süzülüp dipte kristalize olmuş/yoğunlaşmış çöküntünün kalması gibi-, eksile eksile çoğalan bir birikim oluşacak ve geri dönülüp yeniden bakıldığında/ya da yeniden okunduğunda unutulanların tam da bu çöküntülerin mevcudiyetinden açığa çıktığı görülecektir. Kitabın okunmak yanında muhafaza edilmek (kütüphane) zorunluluğu da -ihtiyaç duyulduğu anda başvurulmak ya da tekrar okunmak için- bu yüzden olsa gerektir.
O zaman son bir soru şu olabilir: Bütün bunları yapmak niye?
İçerde ve dışarda zor zamanların yaşandığı, çok daha acil taleplerin ve ihtiyaçların öne çıktığı bir dönemde böylesi bir konuda yazı yazmanın gereksiz olduğunu düşünenler olabilir. İyi de, misal bir roman okurken karanlık dünyamızı aydınlatacak, kendimizi/ötekini daha iyi tanımamızı sağlayacak ayarda cümlelerle karşılaşmanın; tarih okurken bugünde yaşanan felaketlerin haklı gerekçesi olarak yağmalanan geçmişi yeniden kurgulayabilmenin; siyaset okurken daha yaşanabilir dünya inşa edebilme adına muhtemel seçenekleri öğrenebilmenin; felsefe okurken daha geniş düşünebilmenin ipuçlarını yakalamanın, bu ihtimalleri içeren böylesi doğurgan ve bereketli bir serüveni yaşamanın, bugünün vahşet ve dehşet dünyasını aşmada hiç mi yararı yoktur?
Bunu hatırla(t)manın, üzerine konuşmanın hiç mi anlamı yoktur?