Bir öteki olarak kadın: Şiddete rağmen hayatta kalmak
Bir öteki olarak kadın: Şiddete rağmen hayatta kalmak
Ahu Tunçel
[email protected]
Şubat ayı içerisinde vahşice öldürülerek tüm Türkiye’nin gözlerini bir anda kadın cinayetlerine yöneltmesine neden olan Özgecan Aslan’ın duruşması geçtiğimiz hafta görülmeye başladı. Özgecan nezdinde giriştiği vicdan muhasebesinde Türkiye, bir zihniyete karşı mücadele ediyor. Mücadele edilen zihniyet sadece kadına yönelik bir şiddeti uygulayanlarınki değil, aynı zamanda tüm protestolarında Özgecan’ı sembol haline getiren bir zihniyet de... Özgecan cinayetiyle toplumun her kesiminin hassasiyetini protestolarla gösterdiği “kadına yönelik şiddet” olgusu ne yeni bir olgudur ne de dünyanın ilk defa karşılaştığı bir durumdur. Örneğin Özgecan cinayetinin işlendiği 13 Şubat günü Türkiye’nin farklı yerlerinde dört kadın cinayeti daha işlendi. Bu cinayetler listesine Ocak 2014’ten bu yana adlarını unuttuğumuz 281 kadının adı daha eklenmelidir. Ancak diğer tüm bu kadınların bugün ne adları hatırlanıyor ne de ölümleri kamuoyunda yankı buldu. Özgecan Aslan ile birlikte öldürülen diğer dört kadın, ya evlilerdi ya da gece bara gitmişlerdi. Hatta bu kadınlardan biri evli olmadığı halde cinselliği deneyimleyen genç bir kadındı ve ölümü toplumsal bir infial yaratmadığı gibi genç kadının arkasından özel yaşamı sorguya açıldı. O halde Özgecan’ı özel kılan ve bu kadar büyük bir toplumsal tepkinin hızla örgütlenmesine yol açan neydi? Özgecan diğer kadınların aksine namusunu korumak için mücadele eden ve hatta bu uğurda hayatından olan bir kızdı. Dolayısıyla bu tartışmanın Özgecan’ın cinayetinin ardından açılıyor oluşu, aslında namuslu kadın ve namussuz kadın olarak cinayetleri kategorileştiren eril söylemin nasıl işlediğini gözler önüne sermektedir.
Eril söylem kendisini büyük ölçüde toplumsal cinsiyet üzerine temellendirir. En basit biçimiyle toplumsal cinsiyet şöyle anlaşılabilir. Kadın ve erkek arasında biyolojik farklar vardır, ancak doğanın kendisi bu farklar arasında bir hiyerarşiye işaret etmez. Oysa biyolojik dünyadan kültürel dünyaya geçtiğimizde “kadınlık” ve “erkeklik” arasında hiyerarşik bir yapı kurulur ki, dinden dile kadar tüm toplumsal yapılar bu hiyerarşiyi taşır, sürdürür, meşrulaştırır. Kısaca “kadın doğulmaz kadın olunur” diyen Simone de Beauvoir’nın kavram dünyasına kattığı toplumsal cinsiyet (gender) bedenin kültür dünyasında cinsiyetli tanımlanışına, biyolojik farklılıklarının toplumsal yaşamda eşitsiz ve hiyerarşik bir ilişkiye dönüşmesine dikkat çeker. Böylece kadın ve erkek arasındaki tarihsel süreçte oluşan eşitsizlik ilişkisi, biyolojik bir unsurun kisvesine bürünerek, tarih dışı bir görünüm alır ve ebedileşir. Bu açıdan “cinsiyet” her ne kadar doğalmış gibi görünse de, gerçekte toplum tarafından inşa edilen bir olgudur ve açıkça kadın ile erkek arasında kurulan bir iktidar ilişkisinin taşıyıcı formudur.
“Kadınlık” ve “erkeklik” kategorilerinin büründüğü tarih-dışı formu sürekli yeniden üreten ise, her bir bireyin davranış kalıplarını oluşturan aile, devlet, din, dil gibi toplumsal yapılardır. Böylece kadın ya da erkek her bir birey toplumunun kültürel yaşamına uyum sağlarken, gerçekte “kadınlık” ve “erkeklik” kategorilerinin yeniden üretimine de hizmet eder; hatta gündelik pratikleri yerine getirişimiz dahi “eril tahakküm”ü sürekli kılar.
“Eril tahakküm” deyişini literatüre sokan Pierre Bourdieu’ya göre toplumsal dünya, bedeni cinsel tema ile tanımladığından, eril tahakküm şeylerin düzenine değil, bedenlere işlenmiştir. Bedenin nasıl kullanılacağı, giyim, kuşam, davranış kalıpları vb. toplumsal iktidar tarafından benimsetilirken, “fiziksel şiddet” de toplumsal düzlemde gündelik pratiklere karışıp ahlaki bir boyut kazanarak yerini “sembolik şiddet”e bırakır; eril iktidarı sürekli kılar. Bu durumda toplumsal ahlak yapısını sorgulamaya ya da aşmaya yönelen, kendi olma isteğindeki her kadın, aynı zamanda erkek egemenliğini aşındırdığından, tepkiyle karşılaşır ve hatta şiddetin nesnesi haline gelir.
Şiddet, erkeğin iktidarını koruma arzusunun göstergesi olmakla birlikte, bu göstergenin imlediği şey yalnızca iktidarı istemek değil, “erkek” olmakla ilişkilidir. “Erkek” olabilmenin “kadın” olmakla ilişkisi, “erkeklik” kategorisinin toplumsal yapıda bir olumsuzlama ilişkisiyle türetilmesinden dolayıdır. İktidar olan her seferinde yargıda bulunma hakkını da elinde tuttuğundan, kendisinden aşağı olarak kabul ettiklerini yargılama, onun niteliklerini iktidar olmak için yetersiz olduğunu ileri sürme hakkını da rezervinde barındırır. Bu durumda toplumsal iktidarın ibresi kendisini gösteren “erkeklik” de kendisini, kendisinde görmek istemediği tüm olumsuz özellikleri kadına yükleyerek tanımlar. Böylece erkeklik diğer erkekler için ve onların önünde, dişiliğe karşı ve dişil olma korkusuyla kurulan bir kategoridir.
Bu koşullar altında kadına düşen ise erkeğin dünyasında kötü olarak nitelenen “kadınlık”tan vazgeçmek ve eril kodlarla yaşamına, düşüncelerine ve eylemlerine yön vermektir. Toplumsal yaşama katılan kadın, “cinsel açıdan farklı”, “öteki” konumunu diğerlerine hissettirmemek için erkek düzeni, yani kamusal ya da ekonomik yaşama katılmak için önceden inşa edilmiş olan eril temsil tarzlarını taklit etmek zorunda bırakılır. Sonuçta kadın ya görünmez olmak ya da erkeksileşmek arasında bir seçime zorlanır ki, bu da kadının fiziksel bir şiddet olmasa dahi kadın olarak benliğini yaşamasının önüne engeller koyan bir sembolik şiddetin nesnesi haline geldiğini gösterir.
O halde şu soru sorulabilir: Kadınlar niçin fiziksel ya da şiddetin mağdurları olarak yaşamayı kabullenmekte, eylemlerini sembolik iktidarın çizdiği sınırlar içinde gerçekleştirerek bu iktidarı onaylamakta ve bu düzeni sürdüren çocuklar yetiştirmektedirler?
Kadının farkında olmadan içinde bulunduğu bu katkı ve onay, literatürde sıklıkla “öğrenilmiş çaresizlik” olarak tanımlanır. Ancak “öğrenilmiş çaresizlik”, çoğu durumda doğruluğu tartışmaya muhtaç bir kavramsallaştırmadır. Çünkü öğrenilmiş çaresizlik suçu yine mağdura yükleyen bir bakış açısını oluşturur. Mağdurun belki de şiddete maruz kaldığı durumlardan ayrılmayı talep ettiğinde belirecek ölüm tehdidi, sefalet, dışlanma ya da yaftalanma gibi korku durumları varolduğu sürece, kadınların içinde bulundukları taciz ve şiddet durumlarında niçin kalmaya devam ettiğini öğrenilmiş çaresizlikle açıklanamaz. Ölüm ya da sefalet tehditler varolduğu sürece şiddet sarmalı da sürecektir. Sonuçta gerekli yaptırımlar, korumalar alınmadığı, kadına ilişkin toplumun ikincil bakış açısı değişmediği sürece kadına yönelik şiddetin de yok edilemeyeceği açıktır. Şiddete uğradığı halde konuşamayan kadınlara öğrenilmiş çaresizliği içinde susan kadınlar değil, “hayatta kalan kadınlar” olarak bakmak gerekir.
Bu açıdan toplumsal cinsiyetçiliği aşma, yalnızca kadın ya da erkekleri bilinçlendirme ya da eğitimi güçlendirme yoluyla aşılamaz; tüm toplumsal yapının eleştirilmesini, yapıbozuma uğratılmasını gerektirir. Bunun anlamı tüm toplumsal yapıların sorgulanması demektir.