1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Bir Özür Meselesi
Bir Özür Meselesi

Bir Özür Meselesi

Bir Özür Meselesi

A+A-


Fezile Osum
[email protected]

Hele özür dilemesini bilmiyorsan; senden dost olmaz…
Senden yârân olmaz…

Mevlana

Doğuş Derya’nın 15 Aralık tarihinde mecliste yaptığı konuşma, uzun süredir Kıbrıslı toplumunun bildiği, aralarında konuştuğu, duvarların içine hapsolan ve kamusal bir tartışmaya haline dönüşmeyen meseleleri içeriyordu. Bizler, yani Doğuş’un dediği gibi bu sorunun içine doğanlar, aslında birebir savaşa tanıklık etmesek de ülkemizde dönen karşılıklı inkâr ve suçlama politikalarını sürekli yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Bu, öfke ve nefret tohumlarıyla beslenen psikolojik bir savaş. ‘Bu ülkede orta yurt tahayyül etmenin yolları tam da bu suskunluktan dolayı kapatıldı’ dedi Doğuş. Hakikati aramayarak inkârı tercih etmek ortak yurt hayalimizin önüne geçiyor. Bu hakikatleri bulmadan, ortaya çıkarıp tek tek hesaplaşmadan kuracağımız bir ortak yurt da senelerdir arzuladığımız barış toplumu tam anlamıyla bizlere veremeyecek.

Bu suskunlukla büyüyen nesiller gerçeklikle hiçbir zaman yüzleşmediler, hakikate ulaşamadılar, tanıklık edemediler. Adanın iki tarafında da savaş sonrasında yeniden inşa edilmeye çalışılan devletler resmi ideolojilerine dayanarak kendilerini haklı göstermeye çabaladılar. Ayni inkâr politikasını Türkiye Devleti kendi inşasında Ermeni soykırımını ve Kürtlerin varlığını inkâr ederek yaptı. Kurucu otoriteye göre Ermeni soykırımı ‘sözde’ idi ve Kürt diye millet yoktu. Bu ‘sözde’ tanımı daha sonra resmi ideolojinin karşısında olan her mesele için kullanılmaya başlandı. Ancak bu yalnızca bunlarla da sınırlı değildi. Türkiye Devleti 1955 olaylarıyla Rumlara yaptıklarını da, Kıbrıs’ta yaptığı katliamları da resmi ideolojisi çerçevesinde inkâr etti.  Kıbrıs her daim ‘Yavru vatan’ olarak konumlandı, 1974 işgali ‘barış harekatı’ idi ve Türkiye bizleri ‘kurtarmış’ oldu. Bunlar senelerce hem Türkiye otoriteleri, hem de buradaki işbirlikçiler tarafından dillendirildi. Türk askeri tecavüz etmedi, toplu mezarlar açmadı, binlerce insanın izini kaybettirmedi, adayı diğer egemen güçlerle bir araya gelip bölmedi ve Rumların mallarına el koymadı... 

Cynthia Cockburn ‘Hat’ isimli kitabında bireylerin kimliklerinin benlik duygusuyla oluştuğuna işaret eder. Bizler benlik duygularımızı oluştururken bizleri çevreleyen birçok kolektif kimlikle yüz yüze geliriz; ‘Saygıdeğer adam, iyi kadın, gerçek Kıbrıslı, gerçek Türk’ bunlardan yalnızca bazıları. Etnisite benlik duygumuzun yalnızca bir kısmını oluşturur. Bunun dışında bireylerin bölgeleri, cinsiyetleri, cinsel yönelimleri, sosyal sınıfları gibi belirli özellikleri de onların benlik duygusunun inşasında önemli rol oynar. Örneğin, toplumsal cinsiyet ve etnisite birbirinin içine geçmiş olgulardır ve her ikisi de insanları ‘farklı’ olarak imgelemek ve ayırmak için kullanılır. Ancak bir Kıbrıslıtürk bir Kıbrıslırum ile düşman olarak kurgulansa ve ortaklaşacakları alanlar yok gibi gösterilse de, Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum kadınların bir birleriyle kadınlık kimlikleri üzerinden ortaklaşacakları birçok mesele bulunuyor. Benliğimizin yalnızca bir kısmını oluşturan etnisitemizin de ötesinde bu ortaklıklara kafa yormak, bunların varlığını kavrayabilmek barış yolunda büyük önem taşıyor.

Savaşa tanıklık edememiş nesiller ilkokul sıralarından itibaren hep bir ‘öteki’ vurgusuyla büyüdü. Bizlere sanki Rumlarla herhangi bir ortak duygumuz olamayacağı, ortak yurdun evlatları olduğumuz ve ortak deneyimlerden geldiğimiz gösterilmedi. Rumlar nesneleştirildiler, canavarlaştırıldılar ve nihayetinde onların da belli sınıflara mensup kadınlar veya erkekler oldukları, geçmişte ve bugün de bizlerle ortak çok fazla hayat deneyimi yasadıkları unutturulmaya çalışıldı. Rum çocuklara yapılanları ‘unutma’ dendi, Kıbrıslıtürk çocuklara ise sürekli bir şekilde mağdur edildikleri, Rumlar tarafından kesildikleri söylendi. Daha ilkokul çağında ‘Barbarlık Müzesi’ denilen bir dehşet ve yanılgı tablosuyla karşı karşıya bırakıldık. Şimdi bizim neslin çatışmaya dair düşünceleri sorulurken birçoğunun ağzından ‘kanlı banyo’ yu kâbuslarında gördüğü, ‘canavar Rumlar’ın onlara ve ailelerine zarar vereceğini düşündükleri için tedirgin oldukları dökülüyor. Böyle bir tarih inşasının ardından, bizlere kalan bugüne kadar büyüklerin anlattıkları, daha çok bireysel hikâyelerden öğrendiklerimizdi. Devletler konuşmadı, okullar sessiz kaldı, medya göstermedi ve konuşanlar da bir şekilde linç edildi, susturuldu. İşte tüm bu geçmişimiz üzerinden baktığımız zaman ilk defa meclis kürsüsünden, yani bu resmi tarihi inşa eden devletin kürsüsünden bir kadın bize gerçeğin kapısını aralamaya çalıştı. Bu hakikat arayışı, yalnızca bizim toplumumuzun değil bu çatışmanın tarafı olan tüm kesimlerin yüzüne tokat gibi çarptı.

O sıralarda AK Parti Milletvekili, Türkiye-KKTC Parlamentolar-arası Dostluk Grubu Başkanı Ömer Faruk Öz, Doğuş Derya’yı özür dilemeye davet etti. Öz şunları söyledi: “Çok ahlaksızca… Vekili Türk askerinden, TSK'dan ve Türk devletinden özür dilemeye çağırıyoruz. Özür dilemezse suç duyurusunda bulunacağım”. Buradaki öfke, devletin üzerine kurulduğu resmi tarihin yapboza uğratılmasının korkusundan kaynaklanıyordu. Birçok faşist saldırı yaşandı, cinsiyetçi saldırlar yapıldı. Bunları zaten eleştirdik ve eleştirmeye devam ediyoruz. Lakin Öz’ün söylediklerinde ortaya çıkan ‘özür’ kavramı bir devlet erbabının dilinden dökülmesi nedeniyle önem taşıyor. Özür dileme yönünde yapılan bu tehditkâr çağrıya başka bir açıdan bakmak mümkün. Bu ‘özür’ kimin özrü olmalıdır? Bizlere borcu olan kimlerdir? Özür meselesi toplumsal barış adına ne ifade eder?

Özür dilemek, bir hatayla yüzleşmek ve hata yaptığımızı kendimizin anlamasından başlar. Bu da bir süreç meselesidir. İnsanlar için bu süreç belki daha kısa ve sancısız sürse de, bir devlet yapısının böyle bir sürece girmesi o güne kadar kurulmuş olan egemenlik ilişkilerini ciddi biçimde etkiler. Hangi konuyla ilgili olursa olsun, özür dilemeyi reddetmek muhatabımızdan kendimizi daha üstün bir yerde konumlamamız anlamına gelecektir. Fakat bir yüzleşme sürecine girerek ve hatalarımız olduğuna işaret ederek, bu konumdan daha aşağı bir yere geliriz. Devletler özelinden baktığımızda, Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt’ın Aralık 1970 te Varşova Gettosu Anıtı nın önünde diz çökerek Yahudi Soykırımı nedeniyle özür dilemesi buna örnek verilebilir. Daha sonra Varşova direnişine katılan birinin sözleri aslında çok şeyi ortaya koyuyordu:  ‘Willy Brandt’ın Varşova Gettosu Anıtı’ndaki diz çöküşünü gördüm. O anda şunu hissettim: Artık içimde nefret yok! O diz çöktü ve halkını yükseltti’. Bunun yanında Bush’un köle ticareti için ettiği özür, Avustralya hükümetinin Aborijilerden özür dilemesi bunlara diğer örnekler olarak gösterilebilir. Son 20 yılda devletlerin bir özür pratiği oluştu ve artık bir özür politikası veya etiği üzerine tartışmalar oluşmaya başladı. Geçiş dönemi adaleti veya ‘onarıcı adalet’ için önemli bir zemin yaratan özür politikası,  yapılan ağır insan hakları ihlalleri, totaliter rejimler, soykırımlar bu özürlerin sebeplerinden bu güne kadar 150 civarında ülke tarafından uygulandı. Özür dilemek bağışlanmaya talip olmak anlamına gelir. Bağışlamak ise unutmak veya kaybı geri getirmek anlamına gelmez ancak aradaki nefreti ciddi oranda azaltabilir. Özür ancak karşısında bir bağış bulursa gerçek anlamına ulaşır ve bunun üzerine kurulacak yüzleşme mekanizmaları bir anlam kazanabilir. Elbette ki tek başına bir özür mağdurlar için tam anlamıyla tazmin edici nitelikte olmasa da, tazmin yollarının oluşmasını sağlayacak yolun başlangıcını oluşturur.

Faruk Öz’ün özür çağrısı bugüne kadar kurulan inkâr politikasının bozulma ihtimaline duyulan öfkeden ibaretti. Ancak yıllardır süren bu sessizliğe karşı eğer bir özür dilenecekse, bu hakikati bilmek isteyenler tarafından değil, bizleri bu yalanların içine sürükleyen devlet otoritesinden gelmelidir. Bugün eğer Kıbrıs halkları yüzleşmenin ihtiyacını duyuyor, bunun olması için tartışmalar sürdürüyorlarsa, bu yüzleşme ortamının zemini hazırlayacak ve başlangıcını sağlayacak şey özrün dillendirilmesidir. Bunun yalnızca Türkiye Devletinden beklenmesi hata olacaktır lakin her şeye rağmen halen daha Kıbrıs’ta ciddi insan hakları ihlallerine yol açan, işgal durumunu sürdüren, 40.000’den fazla askerini burada bulunduran ve kuzeyde yaşayan halka yaptığı asimilasyon politikaları yoğunlukla devam ederken, Türkiye otoritesinden özür talebini yüksek sesle dillendirmek haklı bir duruştur. Doğuş Derya’ya özür çağrısı yapanlar, barışın karşısında duran ve barışın sorumluluğunu taşıyamayacak kesimlerdir. Adil ve kalıcı bir barışın yolu inkâr politikalarıyla değil, bunlara son verecek siyasi bir duruşla mümkün olabilir. Toplumsal barışın inşası için bu tavır gereklidir.

 

-------------------------------------------------

i. Yetvart Danzikyan, Özür, Yüzleşme, Yas: http://www.birdahaasla.org/documents/papers/yetvart-turkce.pdf
ii. Cynthia Cockburn, ‘Hat: Kıbrıs’ta Kadınlar, Taksim ve Toplumsal Cinsiyet’ s.45-46 İletişim Yayınları, İstanbul
iii. Tanıl Bora, Tüm İnsanlar Önünde Özür Dilerim: http://www.birdahaasla.org/documents/papers/tanil-turkce.pdf

Bu haber toplam 1686 defa okunmuştur
Gaile 304. Sayısı

Gaile 304. Sayısı