1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Bir sergiden notlar...
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Bir sergiden notlar...

A+A-

 

Eğer kendi ülkemizden “başkaları” insanlık suçları işlediyse, biz bugün burada bunun tam tersini yapmak için varız: Birbirimizi kucaklamak, birbirimizle bir alıp-vereceğimizin olmadığını göstermek, tam tersine birbirimizi anladığımızı ve saygı gösterdiğimizi sergilemek için buradayız.
Eğer Panayota Hanım ya da Şerif Hanım, tüm masumiyetlerine karşın cehennemden geçmişlerse, bugün biz burada onların elini tutmak, onlarla birlikte yürümek, onlara saygımızı ve sevgimizi göstermek için varız...
Panayota Hanım’ın, Şerif Hanım’ın, tüm “kayıp” yakınlarının çektikleri ızdırapları dinlerken onlarla birlikte ağladık, işkence çeken ruhlarını hissettik, uykularımız kaçtı ve bugün burada, Goethe Enstitüsü’nde bu topraklarda savaşlarda yok edilmiş insanlığı, merhameti, sevgiyi yerli yerine koymak için toplandık...
Bugün bizimle birlikte Panayota Hanım var, siyahlar giymiş, bir baston ve sevgili, biricik kızı Hristina’nın yardımıyla ayakta durabiliyor, gözleri çok iyi görmüyor, bu yüzden adım atarken ona yardım ediyoruz... Panayota Hanım, yıllarca barikatlarda gösterilere katıldı siyahlar giyinip, elinde “kayıp” kocasının ve “kayıp” oğlunun resimleri vardı... Onların akibeti hakkında ufacık bir bilgiye ulaşabilmek için yıllarca uğraştı. Bu akşam buraya taa Leymosun’dan kopup gelmiş, Ayios Atanasios göçmen bölgesindeki evciğinden gelerek “sınır”ı geçmiş, “Gerçeğin Rengi” başlıklı sergimizin açılışını yapmak için burada, aramızda duruyor, başında siyah bir örtü, elinde baston, yanıbaşında biricik kızı Hristina...
Panayota Pavlu Solomi, eşi Pavlos ile oğlunu kaybetmiş... Komikebir’deki (Büyükkonuk) tüm mallarını, evlerini, iki değirmenini kaybetmiş – biri zeytinyağı değirmeni, ötekisi un değirmeni... Evini kaybetmiş, tarlalarını, ağaçlarını, hayat arkadaşını, karnında taşıyıp dünyaya getirdiği biricik oğlunu... Ondan herşey çalınmış, herşey – çalınamayan tek şey hatıraları ve bu hatıralara tutunup ayakta kalabilmiş... İşte yanımızda dimdik ayakta duruyor, acılardan ve ızdıraplardan yontulmuş bir heykel gibi duruyor, bu adada asla umudun ve insanlığın yokedilemeyeceğini simgeleyen bir heykel gibi duruyor...
Yanıbaşında Şerif Birşen var, babasını ve kardeşini en acımasız, en insanlık dışı biçimde kaybetmiş... Erkek kardeşi Tremeşeli Ahmet Yusuf hastaymış, karaciğerinden hastaymış ve tedavi için hastaneye gitmiş. Bu hastane Lefkoşa Genel Hastanesi’ymiş ve yıl 1963 imiş. Yani bir devlet hastanesine yatmış tedavi için. Sevgili babacığı Yusuf Ahmet, oğluna bakmaya gitmiş ve her ikisi de devletin hastanesinde öldürülmüş... Şerif Hanım’ın kardeşi Ahmet’in naaşı iade edilmiş fakat Lefkoşa Genel Hastanesi’nde öldürülen babası hala “kayıp”... Yarım asır geçmiş bu olayların üstünden – adamızın başkentinde, tedavi için gidilen bir devlet hastanesinde insanlık suçu işlenmiş – hastanede yalnızca genç Ahmet ile yaşlı babası Yusuf öldürülmemiş – bir diğer hasta, Ayandronikulu (Yeşilköy) Menteş Zorba da öldürülmüş, Lurucinalı hastabakıcı Veli de öldürülmüş... Hem Menteş, hem de Veli halen Lefkoşa Genel Hastanesi’nden “kayıplar” listesinde – ülkemiz için ne büyük bir utanç bu, bir devlet hastanesinde hastaların “kayıp” edilmesi yani...
Şerif Hanım uzun boylu, sarışın, masmavi gözleri var... Panayota Hanım’la birlikte “Gerçeğin Rengi” başlıklı sergimizin açılışını yapacak.
“Tüm öldürülenler masumdu” diyor Şerif Hanım, “Suçlular öldürülmedi, masum insanlar öldürüldü hep...”
Babası ve kardeşi masum insanlardı, bir devlet hastanesinde suçluların elinde can verdiler... Başından bu kadar dramatik olaylar geçmiş olmasına karşın Şerif Hanım başkalarına karşı nefret beslemiyor, aradaki farkı biliyor ve bunu gösteriyor: Yüksek tansiyonuna ve kendini çok da iyi hissetmemesine karşın, bugün buraya taa Hamit Mandrez’den geliyor, barikatı geçiyor ve sergimizin açılışını yapmak üzere Goethe Enstitüsü’nde sevgili eşi Mehmetali Birşen’le birlikte hazır bulunuyor. Çok değerli arkadaşım, harika arkeologlarımızdan Demet Karşılı, gidip onları Hamitköy’deki evlerinden alıp buraya getirdi... Bu iyiliği için sevgili Demet’e sonsuz teşekkürler: Her zaman güvenebileceğiniz, yardımınıza koşabilecek çok değerli bir arkadaş, altın yürekli bir insandır Demet... O kadar insancıldır ki, kimse için hiçbir kötülük düşünmez ve hayatın ve insanların güzel yanlarını, iyi yanlarını görmeye çalışır hep... Onun gibi insanlar sayesinde çevresindekilerin hayatları kolaylaşır, o bunu bağıra bağıra ilan etmese dahi, bilenler bilir kıymetini... Ona buradan sonsuz teşekkürler...
İki yaşlı kadın, biri Kıbrıslıtürk, biri Kıbrıslırum yanyana durarak izdiham yaşanmakta olan sergimizin açılışını yapıyorlar – Goethe Enstitüsü bahçesinde toplanmış çok büyük bir kalabalığa hitap ediyorlar... Sonra onlarla birlikte sergiyi dolaşıyoruz – işte burada, Aydan Lisaniler’in tablosunda, Panayota Hanım’ın dolapta hala saklamakta olduğu kocasının ve oğlunun potinleri görünüyor... Dolabın içini çimler kaplamış resimde, Panayota Hanım’ın sonsuz bekleyişi sürüyor... Eda Gökçe’nin çizdiği tabloda Panayota Hanım siyahlar içinde oturup bekliyor, önünde açık bir bavul var – bu bavulu 1974’te oğlucuğu için hazırlamıştı... Oğlunun Galatya’dan dönmesini bekliyordu, zaten Galatya’nın komutanı da ona “Birkaç güne kadar oğlunu ve kocanı sana geri göndereceğim” diye söz vermişti. Böylece Panayota Hanım bu bavula oğlunun pijamalarını, okul pantolonunu, iç çamaşırlarını, çoraplarını, gömleklerini koymuş, oğlu gelir gelmez bu bavulu alıp daha güvenli bir yere gitsin diye hazırlık yapmıştı... Ama bavul olduğu gibi kaldı – ne oğlu, ne kocası hiçbir zaman geri dönemedi...
Sanatçıların tabloları duvarlarda asılı – Muratağa ya da Paralimni’de masum insanların öldürülüp gömüldüğü toplu mezarları gösteriyor – öldürülenler Şerif Hanım’ın da serginin açılışında söylediği gibi masum Kıbrıslıtürk ve masum Kıbrıslırumlar’dı – bunların çatışmayla hiçbir alakaları yoktu, yalnızca bu adada geçimlerini sağlamaya, hayatta kalmaya çalışıyorlardı... Mehtap Önem’in bir tablosu, Ayios Yeorgios Alamanos’taki mağaranın denizden girişini gösteriyor, burada üç masum Kıbrıslıtürk öldürülmüştü... Ferah Kaya, Galatya gölünü çizmiş: Buraya da 11 masum Kıbrıslırum öldürülerek gömülmüştü...
Son sekiz aydan bu yana birlikte çalıştığımız, adamızın her iki tarafından sanatçılara bu topraklarda insanlığın nasıl katledildiğini göstermeye çalıştık, “kayıp” yakınlarının çektiği ızdırabı göstermeye çalıştık, kimler tarafından işlenirse işlensin bu tür cinayetleri onaylamadığımızı anlatmaya çalıştık...
“Gerçeğin Rengi” acıdır ama aynı zamanda bu topraklarda umuda işaret ediyor çünkü tarihimizde ilk kez her iki taraftan da sanatçılar bir araya gelerek bu adada neler olup bittiği hakkında birlikte çalıştılar, “kayıplar” ve “toplu mezarlar”la ilgili eserlerini de yürekten gelerek çizdiler, anlayışlarını ve emptatilerini tuvallere döktüler...
“Gerçeğin Rengi” adayı dolaşacak, bu topraklarda katledilmiş olan insanlığı tekrar yerine koymaya çalışacak...

Bu yazı toplam 1764 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar