Bir tarih daha göçtü
Onu ilk olarak futbol sahalarında tanımıştım. Çetinkaya’nın ünlü futbolcularından biriydi. Ama ilk ciddi tanışmamız Köşklüçiftlik İlkokulu’nda olmuştu. Okuldaki son yılımda sınıf öğretmenimdi. Tüm öğrecilerin çok sevdiği ‘tatlı-sert’ birsiydi. Koyu yeşil Walks Wagen bir arabası vardı. Her sabah, daha o arabasını parketmeye çalışırken etrafını sarıp sohbete etmeye çalıştığımızı hiç unutmam.
1960 yılında, öğretim yılı sona ermek üzereyken, tüm son sınıf öğrencilerinin her biri, kendine bir yol çizmeye başlamıştı. Seçenekler de aslında çok fazla değildi. Lefkoşa Türk Lisesi, Ticaret Lisesi, Yapı-Sanat Enstitüsü’ydü galiba. Bir de İngiliz Okulu. Teker teker sormuştu. “Hangi okula gideceksin ?”. Herkes aklında geçeni söyledi. Sıra bana geldiğinde “Kazanırsam, İngiliz Okulu” demiştim. Son derece yumuşak bir sesle, “Ben size Türk okullarını tavsiye ederim” diyerek açıklamaya başlamıştı:
“Türk okullarına gitmeli, Türk tarihini, Türkiye Coğrafyasını öğrenmelisiniz. İngiliz Okulu’nda Türk tarihi yok. İngiliz tarihi var........”
Ben dahil, aklından İngiliz Okulu geçenler – sadece birkaç kişiydik- şaşırmıştık. Hiçbir şey söylemedik ama diplomalarımızı aldığımızda - Ahmet Hoca’yı çok sevmem,ize karşın- kendi doğru bildiğimizi yapmış ve kaydımızı İngiliz Okulu’na yaptırmıştık.
Üç yıl sonra, Aralık 1963’de kıyamet koptu. Biz İngiliz Okullu 3-5 kişi, bir daha okulumuza dönemedik. Aynı tedrisatla orta öğrenimizi, Lefkoşa’nın Türk kesiminde kurulan İngiliz Okulu’nda tamamlamak zorunda kaldık.
Dönem, TMT’cilerin deşifre oldukları dönemdi. ‘Mücahit Ordusu’ yavaş yavaş kurulmaya başlamıştı. İşte o sıralarda öğrendim. Ahmet Yusuf Hoca’nın da bir TMT’ olduğunu. Hem de Lefkoşa’nın üst düzey TMT’cilerinden biri.
İkinci ciddi buluşmamız, Bayrak Radyosu’nda olmuştu. Bayrak Radyosu’nun ‘İlk Müdürü’ olarak atandığı sıralarda. Sınıf arkadaşlarımı sormuştu. Kim nerede, ne yapıyor falan. Gönüllü Mücahit olacağımı söylediğimde de tepki göstermişti. “Daha çok küçüksün...” diyerekten.
Aradan yıllar geçti. Bir dönemde Bakanlık da yaptı. Zaman zaman, tesadüfler sonucu karşılaştık hep. Ayak üstü sohbetler yaptık.
Ama en uzun sohbetimiz 2013 Aralık ayında, BRT’nin 50. Kuruluş Yıldönümü etkinliklerinden birinde oldu. Eski günleri andık. Bayrak Radyosu’nun nasıl ve hangi şartlarda kurulduğunu anlattı bana uzun uzun. Kurduğu cümleler arasında ‘serzenişler’ de vardı. Birşeyler anlatmak istiyor ama hep kendini frenliyor gibiydi. Nihayet cesaret edip sormuştum:
“Hocam... Yıllarca TMT’de görev yaptınız. Üşkenin şimdiki durumundan memnun musunuz ?”
Anlamlı bir gülüşle dik dik bakmıştı yüzüme. “Memnun olacak kadar aptal mı görünüyorum ?” demişti sonunda. Şaşırmıştım. “Estağfurullah” falan dedim. Dedim ama Ahmet Hoca açılmıştı bir kere. TMT yemininden başladı, 63’leri, 69’lara, oradan da 74’lere ve sonrasına kadar geldi... Sonradan ‘kahraman’ olarak ortaya çıkanları anlattı. En yukarılardan en aşağıya politikacılarımızı da.
Ne kadar sürdü bu monolog hatırlayamıyorum. Ama sonunda, ısrarla, anılarını yazması gerektiği üzerinde durdum. TMT’yi, perde gerisinde olanları en iyi bilenlerden biri olduğunu, TMT’cilerin hep sustuğunu, bunun doğru olmadığını, uzun yıllar çile çeken halkımızın herşeyi bilme ve öğrenme hakkı olduğunu anlatmaya çalıştım. Dik dik baktı yüzüme ve “Haklısın... Haklısın ama yazarsam, kıyamet kopar demeyeceğim ama yer yerinden oynar ” dedi. “Kıyamet de kopsa, yer yerinden oynasa da yazmalısınız” diye ısrar ettim, “Bakalım...Belki yazarım” dedi bana. Yazdı mı gerçekten, bilmiyorum.
***
O günden sonra görmedim Ahmet Hoca’yı. Hastalığından falan da hiç haberim olmadı. Gazetelerde ölüm haberini okuduğumda üzüldüm. Hem ölümüne, hem de hep aklımdan geçirdiğim halde bir türlü zaman ayırıp kendisiyle konuşmaya, anlatacaklarını kaydetmeyi başaramadığım için.
Işıklar içinde ol Ahmet Yusuf Hocam....