1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Bir tatlı huzur bozmaya geldik”: Anti-hegemonya olarak Feminizm
“Bir tatlı huzur bozmaya geldik”: Anti-hegemonya olarak Feminizm

“Bir tatlı huzur bozmaya geldik”: Anti-hegemonya olarak Feminizm

“Bir tatlı huzur bozmaya geldik”: Anti-hegemonya olarak Feminizm

A+A-

 


Doğuş Derya
[email protected]

“Toplumsal dönüşüm yalnızca kitleleri bir dava uğruna harekete geçirmekle değil, gündelik toplumsal ilişkilerin yeniden eklemlenmesiyle ve aykırı ya da yıkıcı pratiklerin açtığı yeni kavramsal ufuklarla gerçekleşir”
Judith Butler

“Alışmak” diye tarif edilen duruma dair oldum olası garip bir mesafe ve tedirginlik duygusu hissetmişimdir. Sanırım, bir durumun sürekli benzer şekilde tekrarlanması ve ortaya çıkan rutin içerisinde birçok düşünce ve pratiğin sorgusuz sualsiz devam eden bir ezber halini alması fikridir huzursuzluğumun nedeni. Aslında birçok insan için konforlu ve rahat bir duygudur “alışmak”. Soru sormayı gerektirmeyen bir tekrarlanışın kendisini bir kaide haline getirir ve karşımıza çıkan farklı durumlara otomatik olarak yinelenen biçimlerde cevap vermemizi kolaylaştırır. Ne zaman oluştuğunu bilmediğimiz temayüllerin verili düzeninde, konuştuğumuz dili, kullandığımız kavramları ve ortaya koyduğumuz fiilleri önceden kuşatan görünmez bir fanus gibidir “alışma” halleri. İçine doğduğumuz düzenin yapılarından, sınırlarından ve kurallarından süzülerek kurulduğu için, niye uymak zorunda olduğumuzu düşünmediğimiz sihirli bir uyumlaşma durumudur da aynı zamanda. Hissettirdiği konfor ve huzur, biraz da bu yüzden uyku kadar tatlı ve sessizdir.

Şuur gerektirmeyen, kendine özgü ritmik bir seyri vardır “alışma” hallerinin. Öyle ki, bir durumun “alışkanlık” olduğu bile ancak o ritmik seyir bozulduğu an fark edilir. Sinsidir yani “alışma halleri”. Müzmin bir “doğallık” ile bezenir, “normal” olarak inşa edilmiş nizamlar içerisine gizlenir ve hiç çaktırmadan yerleşir varlığınıza. Bir iktidar ağı içerisinde kurulduğunu ve sosyal olarak yapılandırılmış bir “düşünme-eyleme ezberi” olduğunu fark ettirmeksizin, kendisini kuran güç ilişkilerini gizleyerek sızar gündelik hayata. Bu yüzden olsa gerek,  “doğallık ve normallik” iddiası üzerine bina edilmiş her türlü hegemonik siyasetin vazgeçilmez unsurudur alışkanlıklar yaratmak. Adına ister ırkçılık, ister ataerki, ister heteroseksizim, isterseniz de milliyetçilik deyin fark etmez; asimetrik iktidar ilişkileri sonucunda kurulan tüm hegemonik siyaset biçimleri, kendi bekasını garantileyen dilleri ve pratikleri daimi bir tekrara, sorgusuz sualsiz yinelenen bir ezbere, şuur gerektirmeyen bir ritme, kısacası alışkanlıklara tercüme edebildiği oranda hegemonikleşir.

Baskı ve zor kullanma yoluyla değil, rıza yoluyla kurulan yaygın bir iktidar biçimi olarak hegemonyanın   sürekliliği de, egemen olanlar tarafından kurulan değerlerin, kaidelerin ve normların, madun  olanlar tarafından “doğal ve normal” kabul edilip onaylanmasına, bir alışkanlıklar manzumesi halinde pratiğe dökülmesine bağlıdır. Bu noktada “alışkanlıklar”, hegemonik iktidar örüntüsü içerisinde iş gören egemen ideolojinin, gündelik pratikteki tezahürü olarak da okunabilir. Velâkin ne hegemonyayı kavramsallaştıran Gramsci, ne de devletin ideolojik aygıtlarının hangi yollarla tabi kılınmış özneler yarattığına dair teorik açılım getiren Althusser, egemen ideolojinin gündelik hayattaki pratik tezahürü olarak alışkanlıklar ile ilgilenmemişlerdir. Her iki düşünür de geliştirdikleri eleştirel analizlerde Ortodoks Marksizmin ekonomik determinizmine karşı kültür, eğitim, inanç vb. üst yapı faktörlerinin hegemonya ve ideoloji oluşumundaki başat rolüne dikkat çekmekle birlikte, egemen olanın kurduğu tahakküm ilişkilerini bozacak radikal dönüşümü, ya “tarihsel bloğu bertaraf edecek” (Gramsci) veya “son kertede üretim araçlarının el değiştirmesi ile gerçekleşecek” (Althusser) bütüncül bir sistem değişikliğinde görmüşlerdir. Bir başka deyişle, ekonomik determinizme karşı sosyal inşa süreçlerine dikkat çekmekle birlikte, her iki düşünür de radikal demokrasinin gedikler açacağı potansiyel alanları kurumsal yapılarla sınırlı tutmuşlar; bütüncül bir sistem değişikliğini ararken, gündelik hayat parçaları içerisindeki radikal potansiyele yeterli ihtimamı göstermemişlerdir.

Bu mealde feminizmin radikal demokrasi kuramına yaptığı en kritik epistemolojik müdahalelerden birinin Marksizmin boş bıraktığı gündelik hayat politikasının, hegemonya ve ideolojinin yeniden üretiminde oynadığı rolü görünür kılmak ve “özel olanın politik olduğu” yeri işaret ederek, gündelik hayattaki direniş mecralarında ortaya çıkabilecek dönüştürücü potansiyeli göstermek olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Gündelik pratiklerde zuhur eden dönüştürücü potansiyele bakmak demek (sistemsel bir dönüşüm talebini bertaraf eden bir yaklaşımdan ziyade) sistemin mikro mekanizmalarında iş gören iktidar ilişkilerini bozan, anti-hegemonik performatif alanlara bakmaktır.

Butler’ın deyişi ile “Hegemonya, iktidarın toplumsal ilişkiler ile gündelik anlayışımızı biçimlendirme, bu sessiz ve örtük iktidar ilişkilerine rıza gösterme ve onları yeniden üretme şekillerimizi vurgulayan bir mevhum”   ise, özne sadece hegemonik olana pasif bir şekilde tabi olan ve rıza gösteren değil; aynı zamanda hegemonik olanı aktif bir biçimde yeniden kurgulayan, tekrarlayan ve tekrarlarken de onu tahrif edendir. Başka bir ifadeyle, her öznenin tekrarlar ve alışkanlıklar yoluyla hegemonik olanı yeniden üretmek yanında, bu tekrarlar ve alışkanlıklarda performatif olarak yaratacağı tahrif (distortion) aracılığı ile hegemonik olanı bozma ihtimali her zaman vardır. Çünkü Butler’a göre hegemonik inşa, her ne kadar sistematik tekrardan geçse de, her tekrar, içinde kaçınılmaz olarak kaymalar ve tahrif oluşlar barındırır. Bu kaymalar, Butler’a göre, ille de iradi (intentional) olarak gelişen süreçler değil, hegemonyanın ontolojisine içkin keyfi (arbitrary) süreçlerdir. Ve “yaratıcı-yenilikçi tekrar” veya “yeniden imlenme” (resignification) olarak isimlendirdiği hegemonya bozucu performans imkânlarına alan açan boşluklardır.

İşte bir anti-hegemonya (hegemonya karşıtı) siyaset olarak feminizmin radikal potansiyelinin ortaya çıktığı alan tam da bu kaymalar ve tahrif oluşların satır aralarına/boşluklarına sızdığı ve gündelik hayat alışkanlıkları içerisindeki güç ilişkilerini gösterdiği yerdedir. Sadece bir siyasi duruş olarak değil, bir epistemolojik alan olarak da feminizm, hegemonyanın sürçen süreçlerindeki çatlaklardan içeri süzülerek, parmağını hegemonik ideolojinin maharetle gizlediği güç ilişkilerine doğru çevirir. Hegemonyanın gözümüze “doğal ve normal” olarak sunduğu şeyin, bir sosyal inşa, asimetrik iktidar ilişkilerinden türeyen bir matris olduğunu ifşa ederek hegemonyanın yeniden üretim mekanizmalarını sekteye uğratır. Elbette bu sekteye uğratma hali, her zaman, doğrudan ve topyekûn bir karşı-hegemonya siyaseti manasına gelmeyebilir; ancak her halükarda bir anti-hegemonya (hegemonya karşıtı) siyasetidir.  Şöyle ki, hegemonyanın şuur gerektirmeyen ritmi bozulduğu anda, egemen ideoloji tarafından türetilen söylemsel tekrarların kendini kolayca gündelik hayat alışkanlıklarına tercüme etme alanı da daralır. Bu daralma anında kendi tabi kılınışına rıza gösteren özne, “ne yapıyorum?” sorusunu sormaya başlar. Bu soru yırtılmanın olduğu andır ve her an yamalanma potansiyeli ile birlikte zuhur eden bir andır. Çünkü hegemonya kendi ontolojik kaymalarından dolayı oluşan yırtıkları her an yamalama kapasitesi ile donanmıştır. Feminizmin devreye girdiği yer, bu yırtılma anının yamalanmasını akamete uğratan ve öznenin “ne yapıyorum?” sorusuna “nasıl ve niye yapıyorum?” sorularını eklediği yerdir. Bir başka deyişle alışkanlıkları bozarak süregelen fiillerin yeniden imlenmesine (resignification) alan açan, hegemonyanın yırtıklarını daim kılan aritmik bir tahrif deneyimidir feminizm. Galiba en çok da bu yüzden egemen olanlar için huzur kaçırıcı, hatta sinir bozucu bir özelliği vardır. Bir tatlı huzur bozmaya gelir, egemenlik tahtlarını sallar, uykudan uyandırır, akordu bozar… Bu noktada hegemonik olanın yapacağı çok da bir şey yoktur; çünkü Butler’ın da dediği gibi  “Demokrasi ahenk içinde konuşmaz. Akordu kaçınılmaz olarak bozuktur. Öngörülebilir bir süreç değildir, içinden geçilmeli, tecrübe edilmelidir.”

 

------------------------------------------------------

 

Gramsci’nin kavramsallaştırması ile yönetilenlerin zorla tahakküm altına alınması manasına gelen dominasyondan farklı olarak hegemonya, yönetilen kişilerin zor kullanma yoluyla değil, ikna yoluyla tahakküm altına alınışlarına onay vermesidir
  “Madun” kavramı İngilizce “subaltern” kavramının karşılığı olarak kullanılmıştır.
  Judith Butler, Ernesto Laclau& Slavoj Zizek, (2005), Olumsallık, Hegemonya, Evrensellik: Solda Güncel Diyaloglar, Çev: A. Fethi, İstanbul: Hil Yayınları, s. 22.
  Judith Butler, Undoing Gender, New York & London: Routledge, 2004, s .227.

Bu haber toplam 2744 defa okunmuştur
Gaile 255. Sayısı

Gaile 255. Sayısı