Bir uyanış ve soluklanma hikâyesi…
Gözlerimi açıyorum ve karanlık bir tünelin başında buluyorum kendimi. Etrafta benden başka hiçbir canlı yok. Elimi kolumu bile kıpırdatmama imkân tanımayan, dört tarafı duvarlarla çevrili olan bir hücre burası. Ya ucunu bile görmediğim bu yolda ilerleyip gideceğim ya da kapana kısılmış bir fare gibi sadece nefes alıp vererek hayatıma devam edeceğim. Tabi ki buna yaşamak denirse.
İçeri girebilme cesaretim henüz yok. Buna rağmen arada, bir iki adım atıyorum. Hayır, olmuyor. Tek bir ışık bile yok. Burası karanlık bir dehlizden farksız. Yine de merak ediyorum. Dışarıda bir taşın üzerine oturup düşünmeye başlıyorum. Yapmayı planladığım yolculuk; o kadar derin o kadar sonsuz görünüyor ki, bir anda umutsuzluğa kapılıyorum. “Ama bir yolu olmalı” diyorum kendi kendime. Yine de öğrenilmiş çaresizlik gereği, birtakım fikirler dolaşmaya başlıyor zihnimde. Belki de bu hayalden vazgeçip, birinin gelip beni kurtarmasını beklemeliyim. Ne de olsa “kahramanlar” her yerde ve her dönemde yaşadı. Haklar ve özgürlükler, kolektif mücadeleler sonucunda elde edildiyse de “kurtarıcı kahramanlar” tarihin olmazsa olmazıdır! Değil mi?
Bu hücrede uyanmadan önceki hayatımı hatırlamaya çalışıyorum. Neler yapıyordum? Akdeniz’deki bir adada yaşıyordum. Ortasından ikiye bölünmüş ve yıllardır çözülmeyi bekleyen bir soruna ev sahipliği yapan bir toprak parçasıydı. Orada da “kahramanlar” vardı. Bizi kurtarmışlardı. Bir daha aynı acıları yaşamamak için onlara şükran duymamız bekleniyordu. Zamanla farklı farklı “kahramanlar” zuhur etmeye başladı. Aslında onları talep eden de bizdik. Hâlbuki zaman zaman bir araya gelip, hayal ettiğimiz özgürlüğü sağlayabilme iradesini gösterebilmiştik. Yani dayanışmayı gerçekleştirmiştik. Kriz, bu adanın bir diğer adı iken zaman zaman dalgasız dönemler de yaşandı. Ama bugünlerde yine bir karmaşa hâkimdi.
***
İşte böyle bir yerden sonra hücreye düşmeyi garipsemedim. Çünkü aralarında, duvarların görünmez olmasından kaynaklanan özgürlük yanılsamasından başka bir fark yoktu. Hücrede sınırlara dokunabiliyor, onlarsız bir hayat kurabilmek için karanlık dehlizde yol almam gerektiğini biliyorum. Hayatının bir bölümünü, hapishane ve sürgünde geçiren Sevgi Soysal aklıma geliyor. Sonrasında duvarların ardından bir ses duyuyorum. Sevgi şu sözleri fısıldıyor: “Pinekleyerek düşünmek gerçek düşünmek değildir. Düşünce eylemlidir, bir eylem sonucu ya da öncesidir”. Benden başka kimsenin olmadığını sandığım bir anda irkiliyorum. Ama ses susmuyor ve devam ediyor: “Hiçbir şeycikler yapmadan, dehlizler kendiliğinden açılıvermez aydınlığa”. Artık yalnız olmadığımı fark ediyorum. Benzer cümleler ardı ardına sıralanmaya devam ediyor. Sadece Sevgi değil, başka insanlar da konuşmaya başlıyor.
İlk etapta ne dedikleri pek anlaşılmıyor. Ama karanlıkta adım atabilmem için cesaret veriyorlar bana. Bundan sonra bir “kahramanın” gelip de beni kurtarmasına gerek duymuyorum. Hiç susmuyorlar. Hatta adımlarım hızlandıkça daha net duyabilmeye başlıyorum. Unuttuğum ve unutturulan bir yol ezgisine dönüşüyor söyledikleri. Kimi sesler zaman zaman susuyor ama bir başkası devam ediyor onların yerine. Aniden biri müziğini katıyor, ıslık çalıyor biri. Kimse kimsenin sesini kesmiyor. İlerledikçe her bir sözün, benim içinde yürüdüğüm yola paralel uzanan dehlizlerden yükseldiğini anlıyorum. İşte o noktada ben de bir ezgi tutturuyorum. Beni de duymaya başlıyor yol arkadaşlarım. Henüz birbirimizi görmesek de anlıyoruz, hissediyoruz dayanışmanın yarattığı gücü. Zihnimizdeki özgürlük türküsünü farklı notalar ama ortak değerler üzerinden söyleme devam ettikçe, tek tek yıkılmaya başlıyor duvarlar. Karanlık, bir anda dağılıyor. O noktada, yürünen yolun sonunun değil de kendisinin önemi ortaya çıkıyor. Solun en önemli değerleri olan eşitlik, adalet ve özgürlüğü yeniden kurmak için bir “kurtarıcı” yerine kolektif üretimin önemi anlaşılıyor. Etrafımızdaki karanlık tamamen yok olduğunda, bir kadın gözüme çarpıyor. Saçları iki yandan yukarıya doğru toplanmış, başına bir bant takmış, gözlerinin içi gülen yaramaz bir kadın. Yanına gidiyorum ve diyorum ki: “Kurtuluşu bir başkasında görmek yıkılmanın en güvenli yoludur” sözü ile neyi kastettiğini şu anda daha iyi kavrıyorum, iyi ki varsın!
Derin bir nefes alıyorum ve uyanıyorum. Yatağımdayım. Öncelikle bedenimi kontrol ediyorum. Çünkü aklıma Kafka’nın Gregor Samsa’yı böceğe çevirdiği Dönüşüm romanı geliyor. Telaşımın yersiz olduğunu anlıyorum. Üzerimde herhangi bir değişiklik yok. Ama kulağımda yine o ezgi. Sanki az önce yaşadıklarım gerçekmiş ve etkisi de devam ediyormuş gibi. Kalkıp pencereyi açıyorum ve beni az önceki dayanışma karşılıyor.
*Bu yazıyı 2016 yılı Mayıs ayında kaleme almışım. Aradan tam 6 sene geçmiş. Ufak tefek değişiklikler yaptım. Arşive dalmak ve dünü bugünde hissetmek tuhaf bir duygu.