BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ
Çocuk, kapalı odaların ve karamsar insanların arasından ve de televizyon ekranından kaçıp kaçıp belleğine yığılan ölülerden kendini sakınmak için...
ve işte çok sıkıldığından,
ağaçlı parklar, oyun alanları, komşu çocuklarının aptal şakaları, sarı saçlı Aysel’in içinde kelebekler uçuşturan, şurasında, tam şurası işte bilmiyormuş gibi yapmayın, göğsünün ortasında, o gülümsemesi...
Şu çokça çıkıp yine aynı sayıda düştüğü tahterevalli, yeşil ıslak çimler, mavi açık gökyüzü, evdeki deterjan kokusundan iyidir diye de düşündü. Derin bir iç geçirdi, gözlerini pencereye yanaştırdığı ve minik parmaklarıyla kumdan camları tuttuğu vakit, özledi.
Ne anlıyor şu büyükler bu aptal kutusundan diye de geçirdi içinden. Sevmezdi televizyonu. Zaman zaman ve özellikle de haftasonları babası arkadaşlarını alıp, şu cam ekranın karşısında, ellerinde içki şişeleri, dillerinde annelere söven kelimelerle buluştuklarında,
anlam veremezdi.
Bir ekranın içinde çimlerin üzerinde top yuvarlayan insanlar babasını neden bu kadar mutlu ediyor ya da üzüyordu ki ?. Hafta sonlarından nefret ederdi.
Çalışma günlerinde babasının işe gittiğini bilirdi de haftasonu kendisiyle birlikte oturup masal kitapları okumasını istediği babasının, başka bir babaya, yok baba değil, adama dönüşmesini anlayamazdı. Ürkerdi.
Şöyle bir köşeye geçip, olan biteni, zıplayan adamları, kan ter içinde dövüşmelerini, etrafa saçılan küfürleri ve hepsinin bir ağızdan marşlar söylediklerini gördüğünde çocuk hayretler içinde bir kutuya bakar bir de koca koca adamlara, bu defa da kıkır kıkır gülerdi.
Çocuk hem ürker, hem gülerdi.
Hafta içi günleri zaten olmayan babasını, hafta sonu ise artık yok olmasını istediği ve yerine koyacağı bir babayı özlerdi.
Sadece bir adama dönüşen babayı...
Pencereden dışarıya bakarken, arkasındaki gürültülü ev halinden ölü insan sayıları geçiyordu, sonuna kadar açılmış televizyonun sesi, annesi ve o adam ölüm üzerine tartışıyorlardı.
Şu kutu öyle komik ki. Dedi.
Kendini yeniden buraya, artık burası onun için neresi ise, yabancı hissetti. Belli ki bir yuvadan çok onun için bir evdi.
Küçük dudaklarıyla buğuladı camı. Gözleri görmez oldu dışarısını. Dönüp bu defa evin içinde bağrışanlara yaptı aynı hareketi,
püfff dedi onlara, püfff,
olmadı yeniden püfff,
ama nasıl olur, kumdan camlara olanlar, onlara olmuyordu işte,
onları görmeye ve bu görünmezlikle baş etmeye daha nasıl devam edebilirdi?
Çocuk camı buğuladığı vakit, dışarıda yağmur cama vuruyor ve o damlalar süzülüp toprağa karışıyordu.
Bulutlar bir birlerine karışıyordu, insanlar sokaklarda yoktu ama olsalar onlar da bir birlerine karışıyordu.
'Kayboluyor!' dedi çocuk kızgın bir sesle Kalem'e.
Karışmıyor! Herşey çok basit !
“Niye karıştıklarını yazıyorsun?”
“Her şeyi asıl sen karıştırıyorsun,
Öyle yazma dedi, kayboluyorlar işte.”
“Bak!”
“Nerede şimdi? Yok! Artık bir daha şu süzülen yağmur damlası da, yağmur damlasının çıktığı şu bulut da olmayacak.
Şu çim aynı çim mi kalacak?'
'Yarın uyandığında sen aynı mı kalacaksın?'
'Ben kalmayacağım ! Bir gün daha geçecek ve büyüyeceğim.'
'Sen de büyüyeceksin!'
'Bu insanlar bir birlerine mi karışıyorlar?'
'Siz büyükler her şeyi işte böyle karıştırıyorsunuz.'
'Şu annem ve tartıştığı şu adam, onlar da!'
'Şu ekranda bağıranlar, gazetelerde yazanlar, kravatlı abiler, süslü teyzeler, karıştırıyor ve zorlaştırıyorsunuz her şe-yi !'
Çocuk sustu.
Ev sustu. Anne ve adam sustu.
Yağmur durdu.
Camdaki buğulu düş dağıldı.
Çocuk boynunu büküp, neredeyse yarısı minik ayaklarından çıkan çoraplarını sürükleye sürükleye odasına doğru gitti.
Kapıyı kapattı.
Yatağının üzerinde duran masal kitabını eline aldı.
Okumaya başladı.
Bir varmış, bir yokmuş,
Bir ülkede insanlar bir birleri arasında kayboluyormuş.
Bütün mesele buymuş...