1. YAZARLAR

  2. Derya Beyatlı

  3. Bir yaz gecesi rüyası
Derya Beyatlı

Derya Beyatlı

Bir yaz gecesi rüyası

A+A-

 

Ben sanatçıyım,
Tutku, obsesyon, amaç ve yaratıcılığım.
Ben ilhamım,
Gerçek ve hayal arasında çalışırım.
Marie-edwige Uguet

Biraz Romalılardan biraz Antik Yunanlılardan çalarak kendi felsefemizi oluşturuyoruz bu akşam. Aristo’dan girip Juneal’dan çıkıyoruz, yol üstü Epikür’e uğruyoruz. Az biraz da Zen, çeşni niyetine. 

Ekmek, Şarap ve Sanat yeter bize. Gecenin menüsü hazır. 

Açık pencereden bir Saksafon serenadı doluyor kulağımıza, bizi adeta sokağa çağırıyor. Dünden razıyız zaten, aç hem karnımız, hem ruhumuz, doyurmalı. ‘Hade çıkalım’ diyorum, ‘Hazırım’ diye geliyor cevap, anında.

Sanat sokağa biraz daha dökülüyor, bu şehrin yaz akşamlarında. Merkeze yığılan ‘kruvazier’ turistlerini eğlendirmek için ateş yutan palyaçolardan, kuklalara gitar çaldıran müzisyenlere kadar her türlü sanatçı kendini ‘Eski Liman’a’ atıyor.

İğne atsan yere düşürmeyecek türden bir kalabalığa kapılıyoruz, onlarla birlikte bir sokak sanatından diğerine akıyoruz. Dansla, müzikle, resimle kendilerini ifade ediyor sanatçılar. Seyirciler kendi duygularını yaşıyor, belki iletilmeye çalışılandan çok çok başka.       

Turistlerin şehrin en sevdiğim kısımlarına yığılarak günboyu hayatı işkenceye çevirdiği saatleri unutuyorum, panayırı yaşamaya başlıyorum hemen. Bir şarkı takılıyor dilime, ‘Festival gibisin, katılmak istiyorum’ diye ben de kendi duygularımı ifade etmeye koyuluyorum. Yere çizilmiş rengarenk Palyaço resminin kelebeğinkinden dahi kısa ömrü içime oturuyor derken.

Az ilerdeki ‘Capoeira’ gösterisine dalınca zihnimde çalan ritim Latin ezgileriyle bezeniyor. Menüye felsefeyi eklemeyi unutmuşuz, telafi etmeli. ‘Para kazanmak için mi, sanat için mi, sanat?’ tartışmasına kaptırıyoruz kendimizi, figürlerin tutkudan uzak bir otomasyona döndüğünü ayrımsayınca.

Belediye meydanını tangocular doldurmuş. Bu ne güzel sürpriz! Çantalarımızı hemen bir kenara fırlatıp karışıyoruz aralarına. İçimizden geldiği gibi dans ediyoruz, hissettiğimiz gibi, otomasyondan olabildiğince uzağız.

İletişim bedende vuku buluyor. Böyle anlarda Paralel Evrenler’e inancım daha bir güçleniyor. Müzik ve dans beni bambaşka bir boyuta taşıyor. Meditasyon gibi, ibadet gibi, Ağustos sıcağında buz gibi suya atlar gibi.

Yeniliyor, iyileştiriyor, iyi geliyor. 

Yola çıkış nedenimiz hatırlatılınca kendi boyutumuza dönüyorum mecburi. Turistlerin bilmediği bir meydana çeviriyoruz adımlarımızı, daracık, karanlık sokaklara dalıyoruz.

Yerli halkın doldurduğu meydandaki açık hava sinemasına tam vaktinde yetişiyoruz. Elimizde pamukşekeri aromalı dondurmamız (harika bir fikir, kanımca), çantamızda şarabımız, basamaklara tünüyoruz. ‘Son nefesime kadar’ filmini izlemek üzere kendimizi yedinci sanat dalına bırakıyoruz bu kez.

Gözyaşlarımız kahkahalarımıza bulanıyor üç saat boyunca, Bolywood dramı ekranda akarken. Kayıp aşkına ağladığı sahnenin hemen ardına nasıl neşeyle dans etmeye başladığını anlamaya çalışıyoruz esas kızın. Çoğunlukla anlamıyoruz, yine de bu şekil kendini ifade etmeyi de seviyoruz.

Aşkı, ibadeti, sabrı ve ölüme meydan okumayı filmin kahramanları ile birlikte yaşamaya koyuluyoruz. Farklı bir evrene taşınıyoruz kolayca, kâh Londra’da, kâh Lahore’da buluyoruz kendimizi, başka mevsimlerde. Esas oğlan ile birlikte bir motorun üzerine atlıyor, yüzümüzü okşayan rüzgarı hissediyoruz.

Guruldayan midem ekmeğin eksikliğini hatırlatıyor birden. Akşam yemeğini es geçtiğimizi fark ediyorum. Olsun, ruhumuz tıka basa doymuş bu akşam.

Ah o ne hafifliktir, nasıl bir yaşama sevincidir benliğimizi saran, eve dönüş yolunda, tarifsiz.

Ekmek, şarap, felsefe ve sanat, tüm ihtiyacımız bu kadar aslında. Bazen ekmek biraz az, sanat daha fazla... 


17 Ağustos 2014
Marsilya

Bu yazı toplam 2633 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar