Bir zamanlar Aynikola’da yaşananlar... 3
1974’te Aynikola’da kurşuna dizilmek üzere duvara dizilen 13 kişi arasında bulunan Mehmet Birinci, Aynikola’dan ve civar köylerden trajik ve komik hatıralarını yazdı...
Değerli arkadaşımız Mehmet Birinci, bir zamanlar Aynikola köyünde yaşananları kaleme aldı... Gerek 1974’te savaş esnasında Aynikola’da yaşadıklarını, gerekse köyünün ve köylülerinin diğer Kıbrıslırum köyleriyle ilişkilerini yanıstan örnekleri de kaleme alan Mehmet Birinci, bizimle zaman zaman trajik, zaman zaman komik hatıralarını paylaştı...
1974’te son anda kurşuna dizilmekten kurtulan Mehmet Birinci’ye hatıralarını kaleme aldığı ve bizimle paylaştığı için çok teşekkür ediyoruz...
Mehmet Birinci, devamla şöyle yazıyor:
“İNGİLİZ OKULU’NDAN BAFLI BİR ARKADAŞ VARDI...”
Bu arada köyümüzü teslim alan RMMO askerleri arasında, İngiliz Okulu’ndan bizden bir sınıf büyük Baflı bir okul arkadaşımız olduğuna da tanık olmuştuk. Hatta köyün ilk düştüğü gün, köydeki polis karakolunun avlusunda elindeki su soğutmalı Rum silahını ben ve Sami’nin incelemesine de izin vermişti.
Sık sık Sami’ye sigara takviyesi yapar ve sohbet ederdi.
Benden çok Sami’nin arkadaşıydı...
Günler böyle geçerken, Cenevre görüşmeleri filan derken, bir sabah çok erken bir saatte, dedemin kahvesinde dört veya beş kadar köylümüzle otururken, sanırım Anamur’dan yayımlanan Kıbrıs’ın Sesi Radyosu’ndan olacak, milli marşlar çalındığını ve ikinci bir harekatın başladığını öğrendik.
Bu esnada, bir baktım, yolda ağaçlar ilerler. Noluyor diyene kadar dedem vaziyeti çaktı. Ağaçlarla kamufle edilmiş RMMO askeri cipi, kahvemize doğru yaklaşıyordu. Dedem hemen bana "Sen çabuk eve” dedi.
Eve gittim ve mutfaktaki yatağın altına girmeye çalışıyordum.
Köyün düştüğü gün, o yatağın altında hellim tesdilerine, peksimet kutularına rağmen, iki çift saklıydı. Ama ben da kendime yer açayım derken arkama dipçiği yedim ve doğruldum. Bir de baktım, bizim İngiliz Okulu’ndan arkadaşımız olan RMMO askeri.
“Beni bırak be gardaş” diyecek oldum, fırsat vermedi.
O da yalnız değildi. Yanında çavuşu vardı. Onun emirlerini uyguluyordu.
Tüfeği çevirip tekrar bana vuracak oldu.
O darbeden kaçabilmek için yere dalınca, beraberindeki diğer RMMO askerleri botlarıyla sırtıma ve enseme bastılar. Ellerimi ensemde birleştirmemi emrettiler. O vaziyette ayağa kalktım.
“AVLUDA İKİ MANGA ASKER VARDI...”
Avluda iki sıra halinde dizilmiş bir manga asker vardı. Onların aralarından geçerek köy meydanına yürüdüm. Bir de ne göreyim, bazı köylülerimiz, meydanın kenarındaki hanay kahvenin altındaki bandabuliyanın önüne yanyana dizilmişler. Bana da onların arasına girmemi söylediler. Ardımdan da Sami oraya getirildi.
O da duvara dizilenlerin arasına girdi.
“13 KİŞİ DUVARA DİZİLDİ... ATEŞ EMRİ VERİLECEKTİ...”
Bir manga asker silahlarıyla birlikte karşımıza geçtiler.
Duvarın önünde, saydım ve bugün gibi hatırlıyorum, tam 13 kişiydik...
Komutan Mustakas, bize göre sol tarafta, Katopya denilen pınarlara doğru inen toprak yolun girişindeki köy çeşmesinin üstünde vaziyet aldı.
Sağ ayağı çeşmenin üst kenarında, sol ayağı da çeşmenin kurnasının üstünde, sağ eli havada! Ateş emri verecek.
İşte tam o anda, muhteşem bir zamanlamayla, Niyazi efendi oraya geldi. Belli ki kocaları evlerinden alınan kadınlardan bazıları, Niyazi efendiye koşarak durumu anlatmışlar ve yardım istemişler. O da çıktı ve köy meydanına gelince, bizleri kurşuna dizilmeye hazır bir ortamda buldu.
Ben o an nedense öldeceğim için kendi payıma kaygı duymadım. Ama anacığım bu haberi alınca perişan olacak diye içimden geçiriyordum ki Sami, 13 kişilik grubun en sağındaki yerinden çıkarak yanıma geldi ve bana “N’oluyor be Mehmet ama, yani şimdi bu adamlar bizi öldürecek be gardaş?” dedi ve bunu söylerken gülmeye başladı.
Kendisine cevap olarak, “Ne bileyim oğlum” derken gayrı ihtiyari ben de güldüm.
Bizi gören köylülerimizden biri, “Yahu adamlar bizi öldürüyor, siz gülersiniz, nasıl insanlarsınız yahu siz amma” diyerek çıkıştı.
“UTANMAN VE MUSTAKA DA SAVUNMASIZ KÖYLÜLERİ ÖLDÜRECEN?”
İşte bunlar olurken ve Rum askerleri de Sami’nin hareketinin şaşkınlığı içerisindeyken, Niyazi efendinin gür sesi duyuldu:
“Utanmamın be Mustaka da savunmasız köylüleri öldürecen? Naptı be bu insanlar sana? Ay oğlum savaşmak istersen, Türk ordusu Girne’dedir, al askerlerini oraya git!” dedi.
Mustaka hem utandı, hem sinirlendi ama askerlerine silahlarını indirmeleri için emir verdi. O öfkeyle askerlerine, “Köyde kaç erkek varsa, tümünü de toplayıp getirin” dedi. Yarım saat sonra, köyün tüm erkekleri meydandaydı.
Bizleri yine polisin avlusuna götürdüler. Orada Mustakas, Niyazi efendiye, Ayyanni köyünü teslim almak için Aynikola’nın erkeklerini kalkan olarak kullanacağını söyledi. Niyazi efendi buna da karşı çıktı. Mustaka, Niyazi efendiye bu fikirden bir şartla vazgeçeceğini söyledi. Eğer Niyazi efendi, Ayyanni köyüne gidip zorluk çıkarmadan teslim olmalarını söylerse...
Niyazi efendi bizleri kurtarmak için, eli mahkum, bu şartı kabul ederek Ayyanni’ye gitti.
Doğrusu ben o zamanki çocuk aklımla bile Ayyanililer’in Mustakas’ın birliklerine karşı direnemeyeceğini biliyordum. İçimden teslim olmaları için dua ettim. Ama Türk teslim olur mu! Ayyannililer de aynı kafa ile, Baf’ın en ücra bölgesinde hiçbir yerden yardım almaları mümkün değilken, teslim olmayı reddettiler.
Hatta söylendiğine göre Niyazi efendiye de kaba davrandılar.
O gün, Mustakas bizleri evlerimize gönderdi.
“AYYANNİ’DEKİ ÇARPIŞMALAR, KÖYÜMÜZDEN DUYULUYORDU...”
Bütün gün Mustakas birliklerinin Ayyanni köyüne yönelik tahkimatlarını, ağır vasıta ve dozer götürmelerini hem duyduk, hem izledik.
Aynikola 24 saat direnmişti. Çünkü Aynikola’nın hemen altında iki tane Rum köyü var. Aynikola’ya atılacak herhangi bir top mermisinin hedefinden bir milim şaşması, Rumlar için büyük bir faciaya yol açabilirdi. Bu nedenle Aynikola’ya karşı havan topu veya geri tepkisiz toplar kullanılmadı. Piyade tüfekleri ve otomatik tüfeklerle ancak 24 saatte ele geçirebildiler.
Ayyanni’deki çarpışmalar çok net bir şekilde, köyümüzden duyuluyordu. Havan topları ve ağır silahlarla saldırdılar Ayyanni’ye.
Ayyanni, hem daha büyük bir köydü, hem de Aynikola’nın mücahitleri de silahlarıyla birlikte oraya sığınmışlardı.
Yani daha ciddi bir direniş bekliyordu RMMO. Bu nedenle onlar da daha şiddetli saldırdılar. Sonuç olarak Ayyanni direnişi en çok 12 saat sürdü. RMMO kuvvetleri Ayyanni’de yanılmıyorsam 11 kişiyi vurdu. Bazı evleri ve binaları dozerlerle yıktılar. Kaçabilen mücahitler bu kez de Ayyanni’nin altında bulunan Kurudere vadisinin karşı yakasındaki Vreçça köyüne sığındılar. 16 Ağustos’ta başlayan ateşkes nedeniyle Vreçça düşmedi. Ayrıca yakın bir bölgede bulunan Stavrogonno köyü de düşmedi. Bu köyler 1975 yılı başlarına kadar muhasara altında enklavlar olarak kaldılar. Nüfus mübadelesi anlaşması çerçevesinde silahları ve araç gereçleri ile birlikte kuzeye geçtiler. Teslim olan köylerin ahalisi de aynı anlaşmalar çerçevesinde 1975 yılında kuzeye taşındılar.
“İLTER KIRMIZI’NIN ÇABALARI VE KÖYDEN AYRILIŞIMIZ...”
Benim ve kardeşlerimin köyden ayrılışımız, TMT’nin Boz oymak beyi İlter Kırmızı’nın çabaları sonucunda gerçekleşti. Babam da zaten İlter Kırmızı’nın özel timine bağlı bir personeldi. İlter komutan o yıllarda TMT’nin birçok lojistik gereksinimini sağlamanın yanında Rum makamları ile temas kurarak üst düzey Rum/Yunan esirlerle güneyde mahsur kalmış veya esir düşmüş Türkler’in takas edilmesini sağlamada çok hizmeti geçmiş bir kimsedir. Zaten kendisi de Ayyannili’ydi ve kendi çocuklarından da bize komşu köy sayılan Ayyanni’de mahsur kalan vardı. İlter beyin girişimleriyle ikinci harekatın resmi bitiş tarihinden 10 gün sonra, yani 26 Ağustos günü, BM Barış Gücü eskortluğunda ben ve benimle birlikte köyde olan iki küçük kardeşim ve bir de şimdi adını hatırlamadığım, benden birkaç yaş daha büyük ve başka bir yerleşim yerinden alınan genç bir kadın, toplam 4 kişi, Limasol üzerinden Lefkoşa’ya geldik. Limasol’da BM Barış Gücü kampında mola verdik ve öğle yemeği yedik. Köyden ayrılırken köyümüzü ve Limasol’u en azından oldukça uzun bir süre göremeyeceğimizin bilincindeydim. Genç kadın ve iki kardeşim bir arabada, ben de arkadaki ikinci arabada olmak üzere köyden Lefkoşa’ya yola çıkmıştık.
“BM TEMSİLCİSİ’NE 12 YAŞINDA OLDUĞUM SÖYLENMİŞTİ...”
25 Ağustos günü akşam saatlerinde bir Birleşmiş Milletler temsilcisi köyümüze gelerek ertesi gün beni ve kardeşlerimi Lefkoşa’ya götüreceğini bildirmişti.
Ben o tarihte 16 yaşındaydım ve yeni yeni bıyıklarım çıkmaya, daha doğrusu tüylenmeye başlamıştı. BM temsilcisine benim 12 yaşında olduğum söylenmişti. Adam suratımı ve kalıbımı görür görmez 12 yaşında olmadığımı anladı.
Bana ertesi gün başımızın ağrımaması için iyice sakal bıyık traşı olmamı tavsiye etti.
Böylelikle dedemin de yardımıyla yaşamımın ilk sakal traşını kendim yapmak zorunda kaldım. Buna rağmen köy çıkışındaki RMMO nizamiyesinde görevli RMMO askeri, benim 12 yaşında olduğuma inanmadı ve beni geçirmek istemedi. Bu yüzden BM askeri ile bir süre tartıştılar. Allahtan BM askeri sağlam çıktı ve direndi.
“Bendeki kayıt bu çocuğun 12 yaşında olduğunu gösteriyor ve ben bunu Lefkoşa’ya götürmek için emir aldım, arabadan indirmeyeceğim” diyerek baskın çıktı ve yolumuza devam ettik.
Leymosun’daki modadan sonra Lefkoşa’ya hareket ettik.
Lefkoşa yolu üzerinde ve şehir içinde birkaç noktada Rum barikatları ve kontrol noktaları gördüğümüzü hatırlıyorum. Ama bunların hiçbirinde bizi durdurmadılar.
“ARABANIN LASTİĞİ PATLADI!”
Ledra Palas barikatına 500 metre kala, tam CYTA binasının önünde, Markos Dragos heykelinin bulunduğu çemberin yanında arabamızın sol arka lastiği patladı. O an çok heyecanlandım. Son anda bir terslik olacğaını düşünerek çok korktum.
BM askerine patlak lastikle barikata kadar sürmesini rica ettim ama beni dinlemedi. Lastiği değiştirdi ve yolumuza öyle devam ettik. Zaten barikata bir dakika bile sürmeyen bir mesafedeydik. Türk tarafına geçişte kalabalık bir halk topluluğu bizleri bekliyordu. Kardeşlerimle diğer kız benden yaklaşık 15 dakika önce varmışlardı. Ben Türk bölgesine iner inmez, orada beni bekleyen babamla hasret girdermemize bile müsade etmeyen Türk polisi beni Girne Caddesi’ndeki polis karakoluna götürerek köyümüzde yaşananlarla ilgili ifademi aldılar.
Eğer polis müdürlüğü ifadeleri arşivliyorsa, 26 Ağustos 1974 tarihli ifadem, mutlaka arşivde olmalıdır. İfademde köyde yaşananları, ayrıntılı bir şekilde rapor ettiğimi hatırlıyorum.
“ARKADAŞIM SAMİ’YE KARŞI MAHCUBİYET DUYDUM...”
Tabii benim köyden ayrılmamla arkadaşım Sami Şefik Yerli, iyice tek başına kalmıştı. Onu bırakıp da Lefkoşa’ya gelmeyi kendime hiç yakıştıramadım. Küçük kardeşlerim yanımda olmasa, kesinlikle Sami’yi de almadan Lefkoşa’ya gitmeyi reddederdim. Zaten bunu köyde nenem ve dedemle de tartıştık. Sami’yi bırakıp gitmemin doğru olmadığını, çocukların BM askerleriyle gitmesini, benim de daha sonra Sami ile gitmek istediğimi söyledim. Ama bana çok kızdılar. Mutlaka gitmem gerektiğini, annem ve babamın beklediğini, ayrıca bu yolculukta çocukları BM ile bile olsa, yalnız bırakmamam gerektiğini söyleyerek beni ikna ettiler.
Sami’nin köyde yapayalınız kalacak olması beni çok üzmüştü. Zaten ben Sami’ye karşı köydeki tutukluluğumuz süresinde bir kez mahcup olmuştum. Sami bizim evde misafirdi. Savaş ortamında ne olacağımız ve köyden ne zaman ayrılacağımız belli olmayınca, nenem Sami’yi evde istemedi. Bizimle aynı yaşlarda olan Nazemin halamı bahane ederek, “Evde bekar kızım var, bu yabancı erkek evde daha fazla kalamaz” diye tutturdu ve Sami’yi evden kovdu! Bu olay karşısında çok üzülmüştüm. Kendimi Sami’ye karşı çok mahcup hissettim. Köyde kalacak yeri olmayan Sami’ye Niyazi efendi sahip çıktı. Kendi evinde çok uygun bir yer olmasa da, bir dam altı tedarik ederek köyden ayrılana kadar orada barınmasını sağladı. Gideceğimizi söylediğim zaman Sami’nin de, benim de gözlerimiz doldu; ama Sami bana çok büyük bir anlayış göstererek, “Sen git gardaşçığım, beni marak etme, ben tamamım” diyerek bir nebze de olsa beni rahatlattı.
Benden sonra Sami, bazı köylülerimizle birkaç kez dağlardan İngiliz Üslerine gitmeyi denedi ama yakalandılar.
Birkaç kez de yine Trodos dağlarındaki ormanların içinden yaya olarak Lefke’ye gitmeyi denediler. Bu denemelerin birinde yakalandıkları Rum polisleri tarafından fena halde tartaklandıklarını da anlattı bana... Nihayet son denemelerinde, Lefke üzerinden kuzeye geçmeyi başarmışlar!
Mehmet Birinci, babası Tekin Birinci (sağda) ve Erol Ertugan ile Aynikola'da...